|
:: Zaman Yolculuğunu
Araştırma Merkezi © 1998 Cetin BAL - GSM:+90 05366063183 -Turkey /
Denizli ::
Takyonlar
Yaşar ÖZKAN
Makine Mühendisi
Takyon ışık hızından milyonlarca daha hızlı hareket eden, eksi kütleli,
diğer adıyla soyut kütleli bir anti maddedir. Soyut kütle enerjisidir.
Kütlenin eksi değeri olabilir mi diye düşünebilirsiniz . Mesela eksi
10kg ağırlık olur mu? Fiziki olarak olmaz, fakat matematik yönünden olur.
Bunu daha iyi anlatabilmek için matematikteki (i) sanal sayısını örnek
gösterebiliriz. Zaten eksi kütle, yani soyut kütle düşüncesi de (i) sanal
sayısı kavramından doğmuştur.
Sanal sayı bilindiği gibi bir sayının karesi -1 olan hayali bir
sayıdır. Yani i²= -1 , buradan da i= √-1 olarak ifade edilir. Nasıl ki; bu
sanal sayının bulunması ile yüksek matematikte bir çok problem daha rahat
çözülmüş, logaritma gelişmiş ise Takyonların bulunması ile de evrenle
ilgili yeni matematik modeller geliştirilmiştir.
Eksi kütle veya soyut kütle kavramına Einstein'ın izafiyet teorisinden
yola çıkarak bir açıklama getirebiliriz. Bilindiği üzere izafiyet
teorisine göre; E= m.c²'dir.
Burada E= Enerji, M= Kütle,C= Işık hızı=300.000 km/sn.'dir. Yine bu
formülden kütlenin formülü,
E = m.c²‘dir.
Genel formül bu olmakla beraber, uzaya fırlatılan veya uzayda hareket
eden bir cismin veya parçacığın enerjisi ve kütlesi o cismin hareket
halindeki hızıyla orantılı olarak değişir. Bu durumu ifade eden formüle
göre;
m . c ² v ²
E = ve E. c ²
v ² m = olur.
c ² c²
Bu formüllerde de; E = Enerji , M = Kütle , C = Işık hızı , V = Cismin
uzaydaki hareket hızıdır.
Formüllerin incelenmesinden görüleceği üzere cismin hızı ışık hızına
ulaştığı zaman kare kökün içi sıfır olduğunda enerji sonsuz , kütle ise
sıfır olur. Yani madde yok olur ve enerjiye dönüşür. Eğer cismin hızı ışık
hızından daha büyük olursa o zaman kare kökün içi eksi olur. Eksi
sayılarda kare kök dışına çıkamayacağına göre, ancak kare kök dışına sanal
sayı olarak çıkar. Bu sonuca göre de, kütle sanal (soyut) kütle olur.
Böylece izafiyet teorisi hesaplamasına göre soyut kütlenin yani eksi
değerindeki kütlenin varlığı ispatlanmış olur.
Bunun anlamı herhangi bir cisim veya parçacık ışık hızından daha yüksek
bir hızda hareket ediyorsa, bu cisim veya parçacık soyut (eksi) kütleye
sahip demektir. Her ne kadar matematik yoluyla bu soyut kütleyi
hesaplayabiliyorsak da, bizim bildiğimiz ve kullandığımız ölçü aletleriyle
bunları ölçemeyiz, tartamayız ve göremeyiz. Bunlar matematik olarak
varlar, fakat fiziken yoklar.
Kabaca bizim aynadaki görüntülerimiz gibidirler. Keza aynadaki
görüntülerimizi de fiziki olarak değerlendiremeyiz.
Işık hızı Takyonlar ve madde arasında bir sınırdır. Işık hızında madde
yok olmakta, enerji de sonsuz olmaktadır. Takyon ise ışık hızından sonra
var olmaktadır. Takyonlar dünyasında yasalar, bizim boyutumuzun tersidir.
Takyonlar ittikçe yavaşlayan ve hızlandırmaya çalıştıkça hareketsizleşen
bir yapıya sahiptirler. Tüm davranışları kütlenin tersidir. Takyonlar
dünyasında, termodinamik yasaları tersine çalışır. Orada ısı hiç tükenmez
ve tüketilmez. Yani Takyonlar enerjinin kendisini üretir. Eğer bizim
enerjimiz 1 iken tüketmeye başlarsak tükettikçe ½, ¼ vs. diye küçülerek
sonunda sıfır olur. Takyon Enerjisi ise; 1, 2, 3, 4 ..... diye katlanarak
sonsuza büyür.
Şimdilik Takyonlar tamamen teorik parçacıklardır ve matematik olarak
teoride varlardır. Fakat şuana kadar bunları gözlemleme başarılamamıştır.
Ancak şurası iyi bilinmelidir ki, özellikle evrende bir şeyin varlığı
matematik olarak hesaplanmışsa o şey eninde sonunda gözlemlenmiştir. Çünkü
evrenin esası matematiğe dayalıdır.
İçinde yaşadığımız dört boyutlu (zaman dahil) evrenimizin yapı taşları
nasıl atomlar ise, diğer boyutların yapı taşları da Takyonlardır.
İngiliz astrofizik uzmanı halen tekerlekli bir sandalyeye mahkum
yaşamını sürdüren Prof. Stephen Hawking'in "Her Şeyin Teorisi" diğer kısa
adıyla M (magic, mysterios, mother) teorisine göre geliştirdiği matematik
modellere göre evrende 11 boyut bulunmaktadır. S. Hawking'e göre, büyük
patlamadan sonra en - genişlik ve yükseklikten ibaret 3 adet uzaysal boyut
ile 1 adet zaman boyutu makro seviyede açılarak kozmik büyüklüğe dönüştü.
Biz bu boyutu algılıyor ve içinde yaşıyoruz. Diğer 7 boyut ise kendi içine
büzülüp mikro seviyede, yani sicim seviyesinde gonca gibi sarılı kaldı. Bu
gonca şeklinde sarılı 7 boyutlu yumaklar tüm evrenin her tarafına yayıldı.
Mistik anlayışa göre; melekler, ruhlar, cinler şeklinde ifade edilen
varlıklarda, bu 7 boyutlu evrenler içinde yaşıyor ve hareket ediyorlar.
Atomlar bizim yapı taşlarımızı oluşturuyor ise Takyonlarda bu varlıkların
yapı taşlarını oluşturuyorlar. Bu konularda artık mistik düşünürler ile S.
Hawking gibi bilim adamları da son yıllarda benzer konularda fikir birliği
içerisinde görünüyorlar. S. Hawking "Ceviz Kabuğundaki Evren" adlı
kitabında açıkladığı gibi daha da ileri gidiyor ve "Tüm uzayda sonsuz
sayıda eşiz (benzer) evrenler vardır" diyor. Bu evrenlerin varlığını ilk
iddia eden Albert Einstein'dir. Einstein'nın Genel Görelilik kuralına
göre, uzayda paralel evrenler vardır. Bu paralel evrenler birbirlerine
değmeden, sonsuz tabakalar halinde, bir kitabın sayfaları gibi üst üste
dizilirler. Bu evrenler birbirine kara delikler aracılığı ile Einstein -
Rosen Köprüsü ve diğer adıyla Solucan Delikleri denen çift huni şeklindeki
bir tünelle bağlanmaktadırlar.

Kara delik
Huni ağızlarının açıldığı iki ayrı evren birbirlerine paralel olup,
tamamen farklı boyutlardandırlar. (Dünya yaşamı, ahiret yaşamı gibi) S.
Hawking'e göre, bu evrenlerde diğer 7 boyuttan olan bizim eşizlerimiz
bulunmaktadır. Bu eşizlerimiz gölge insanlar olarak nitelendiriliyor.
Tıpkı bizim aynadaki yansımamız gibi. S. Hawking'in ifade ettiği üzere,
biz o evrenlerde yaşayanları göremiyoruz. Fakat o paralel evrenlerde
yaşayan bizim eşizlerimiz; bizim korkularımızı, becerilerimizi ve
özlemlerimizi etkiliyorlar. Bizim bu evrende yaptıklarımızın aynısını
yapıyorlar. Biz bir kitap okuyorsak, onlarda aynı kitabı okuyorlar. Ortada
bir neden yokken bazı şeyleri önceden sezinlememiz, ani korkularımız,
hayallerimiz, bir insanı çok önceden tanıyor gibi bir hisse kapılmamız,
ani aşklarımız, ön sezilerimiz ve benzeri şeylerin hepsi bir
parapsikolojik olay olmayıp, paralel evrende bizim eşizlerimizin yaşadığı
olayların beynimiz kanalıyla hissedilmesidir. "Mantıksal olarak beynimizde
hiçbir şey bir bütünden bağımsız olarak gerçekleşmemektedir," diyor S.
Hawking Teorisi. Bütün bunlar çılgınca gelse de hepside matematik
hesapların sonucudur. Görülebilen evrenimizin dışında iç içe geçmiş ve
tanışmadığımız eşizlerimizin bulunduğu, görülemeyen çok sayıda evren
vardır. Takyonlar bizim dışımızdaki bu evrenlerin yapı taşları ve
enerjileridir. Takyonlar Oresta Myron Bilaniuk'un başkanlığını yaptığı bir
grup tarafından ilk defa 1940'larda bulundu. Yunanca çok hızlı anlamındaki
Tacityon kelimesinden esinlenerek adını Tachyon koydular. Aslında
Arapçadaki hayal manasındaki TaHayyül ile aynı kökten gelmektedir.
Bilindiği gibi dünyadan, bir yıldızdan veya herhangi bir gezegenden
fırlatılan veya fırlayan bir maddenin veya nesnenin o gezegenden veya
ortamdan uzaklaşabilmesi için, o nesnenin hızının kaçış hızı denen bir
hızdan büyük olması gerekir. Kaçış hızının değeri o gezegenin veya
yıldızın kütlesi ile alakalıdır. Mesela dünyadan atılan bir top mermisi
belli bir yüksekliğe çıktıktan sonra, dünyanın yer çekimi gücünün etkisi
ile tekrar yere düşer. Çünkü merminin atılış hızı dünyanın kaçış hızından
daha düşüktür. Ama güneşten gelen ışık güneşten uzaklaşabilmektedir. Çünkü
bu ışığın hızı güneşin kaçış hızından büyüktür. Dünyanın kaçış hızı
12km/sn, güneşin kaçış hızı 618km/sn ve ışığın hızı 300.000km/sn'dir. Bu
nedenle de ışık güneşten kurtulabilmektedir. Kara delikler çok büyük
yoğunlukta olduğu ve bunların kaçış hızları, ışık hızından çok daha yüksek
olduğu için kara deliklerden ışık bile kaçamamaktadır. Fakat Takyonların
hızları ışık hızından milyonlarca daha büyük olduğundan ve kara deliklerin
kaçış hızından da büyük olmaları nedeni ile bunlar pekala kara deliklere
bağlı diğer evrenden bizim evrenimize geçebilmektedirler. Dolayısıyla
onların bizi etkilemesi doğaldır. Bizim ise onların evrenine yaşamımız
boyunca ulaşma imkanımız yoktur.
Burada bazı okurlarımın hoşuna gitmese bile yine Kuran'a dönmek
zorundayım. Çünkü Takyonların gerçek hızını günümüzden yaklaşık 1400 sene
önce indirilmeye başlanmış olan Kuran'dan hesaplayabileceğiz. Bunun
dışında net bir bulgu yok, bu da Kuran'ın başka bir mucizesi.
MEARİC SURESİ (70/79) Ayet - 4
Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl olan, bir günde yükselirler O'na.
Bu ayette ifade edilenin matematik olarak açıklamasını yaparsak;
Bu ayet meleklerin ve ruhların 50.000 dünya yılına karşılık gelen bir
melek ve ruh gününde Allah katına ulaştığını söylemektedir. Bu hesaplamayı
ışık hızı 300.000 km/sn. ‘ye göre yaparsak;
a) 50.000 / ışık yılı = 50.000 x 365 x 24 x 3.600 x 300.000 = 47.304 x
1013 km.
b) 1 ışık günü = 24 x 3.600 x 300.000 = 2.592 x 107 km.
a / b = 47.304 x 1013 / 2.592 x 107 = 18.250.000
Baştan beri belirttiğimiz gibi, Takyonlar başka boyutları yani melekleri,
ruhları,ve benzer varlıkları ifade ettiğine göre Kuran bazında Takyonların
hızı ışık hızından 18.250.000 defa daha büyüktür. Burada Kuran ve bilim
aynı noktada buluşmaktadır.
Böylece bizim evrensel boyutumuz ile diğer boyutlar arasındaki enerji
ve hız faktörlerindeki farklılıklar açıkça görülmektedir.
Adına atom dediğimiz, titreşen manyetik enerji paketlerinden ibaret
olan bizler, tüm diğer canlılar ve cansızlar üzerinde barındığımız Dünya
ve içinde bulunduğumuz 3+1 boyutlu evrenimizde sanki birilerinin
gözetimindeymişiz gibi belli limitler içinde yaşamaktayız. Beyinlerimiz,
görme yeteneğimiz ve diğer duyularımız belli bir kapasitede görev
yapmaktadır. Halen beyin kapasitemizin %10'dan azını kullanabiliyor,
evrende var olanların çok azını görebiliyoruz. Görebildiklerimiz sadece
güneş ışınlarının oluşturduğu 400nm. (nanometre) ile 700nm. arasındaki
dalga boylarına isabet eden renklerdir. Evrendeki diğer dalga boyları ile
mukayese edersek, gördüklerimiz göremediklerimizin yanında çok ufak bir
alana denk gelmektedir. Biz bir renk körü sayılırız. 100nm ile 400nm dalga
boylarını görebilen arılar ve diğer bazı canlıların görme yetenekleri
bizden çok daha iyidir.
Beyinlerimizin çok düşük kapasitede çalışması nedeni ile de geleceğe
yönelik algılamada pek çok canlıdan daha gerideyiz. Nasıl arılar bizim
görmediğimiz bazı şeyleri ve renkleri rahat görebiliyorlarsa, bazı
köpekler ve çeşitli hayvanlarda bizim önceden algılayamadığımız şeyleri
algılamaktadırlar.
Balinalar, göçmen kuşlar, sivri sinekler ve diğer bazı kanatlı ve
kanatsız canlılar dünyadaki manyetik enerjiyi ve manyetik alanları bizden
çok daha iyi, hatta bizim halen sırlarını çözemediğimiz bir şekilde
kullanmaktadırlar.
Teknolojimiz ne kadar gelişirse gelişsin hareket kabiliyetimize
getirilen limiti aşma şansımız yok. Einstein'in görelilik yasalarına göre,
en gelişmiş teknolojik araçlarla bile 300.000km/sn.'lik ışık hızını
aşamayız.
Çünkü o noktadan sonra atomlardan oluşan madde olan bizler ve en yüksek
teknolojilerle üreteceğimiz araçlarımız yok olup enerjiye dönüşüyoruz.
Daha burada saymakla bitiremeyeceğimiz pek çok sınırlamalar ve diğer
canlılar ile olan çeşitli farklılıklar içinde yaşamımızı sürdürüyoruz.
İçinde yaşadığımız 3+1 boyutlu evrende tüm varlıkların en güçlüsü, en
hakimi, en kudretlisi diye tarif edilen bizler hakikaten öyle miyiz?
Cidden sanıldığı kadar büyük bir güç ve yeteneğe sahip miyiz? Yoksa dünya
denen şu gezende sınırları, birileri tarafından çizilmiş tel çit benzeri
yarı kapalı bir alanda yaşamaya mahkum edilmiş, sınırları çizenlere göre
soyut (hayali) varlıklar mıyız? Bir nevi açık hava hapishanelerinde geniş
bir alanda belli kurallara göre yaşamaya mahkum edilmiş kişiler miyiz?
Yahut da Prof. David Bohm, Prof. Karl H. Pribram ve Prof. Stephen
Hawking'in dediği gibi "başka boyutlardan, uzay ve zamanın ötesindeki daha
derin bir var oluş düzenince yönetilen hologramın parçaları mıyız?"
Cidden, birer hayal miyiz? veya Prof. S. Hawking'in geliştirdiği, fakat
halen sonuçlandıramadığı M teorisine göre, başka boyutlarda var olduğu
söylenen eşizlerimizin çok az yetkilerle sınırlandırılmış kopyaları mıyız?
Bunların hepsini ancak bizi yaratan bilir. Benim görevim geliştirilen
ve yazılan bu teori ve fikirleri mümkün mertebe anlaşılır bir dille siz
okuyuculara aktarmaktır.
Büyük Hadron Çarpıştırıcısında Gözlemlemeyi Umduğumuz Yeni Fizik
Parçacık
fizikçileri, heyecanla, maddeyi şimdiye kadar erişilmemiş derinliklerinde
inceleme fırsatını yakalayacakları 2007 yılını bekliyorlar. 2007'de Cenevre
kenti yakınlarındaki Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN)'de hizmete
girecek olan Büyük Hadron Çarpıştırıcısı-BHÇ (Large Hadron Collider-LHC),
maddenin temel yapıtaşlarını ve bunların aralarındaki etkileşmeleri anlama
yolunda 20. yüzyıl boyunca süregelen keşifler zincirinin sürmesini
sağlayacak. Geçtiğimiz yüzyılın başında bilim adamları, x-ışınları, katod
ışınları, alfa ve beta ışınları gibi birtakım esrarengiz ışınlar
keşfettiler. Bunların nereden geldiğini ve nelerden yapıldığını çözmek için
gösterilen çabalar Evren'in daha iyi anlaşılmasını sağladığı gibi
transistor, radyo, televizyon, tıbbi görüntüleme cihazları ve
bilgisayarların geliştirilmesine yol açarak yaşamımızı da değiştirdi. BHÇ,
21. yüzyılın başında karşı karşıya olduğumuz yeni soruları yanıtlamak için
tasarlandı. Bulunacak yanıtların yol açacağı teknolojik gelişmeleri şimdiden
kestirmek mümkün değil.
BHÇ'nda iki
proton hüzmesi 14 TeV'lik, kurşun çekirdekleri ise 1150 TeV'lik bir çarpışma
enerjisiyle çarpışacaklar. 1 TeV yaklaşık olarak uçan bir sivrisineğin
kinetik enerjisine eşit. BHÇ'deki çarpışmalarda bu enerji sivrisineğin
trilyonda biri kadar bir hacim içine sıkıştırılmış, böylece Büyük
Patlama'dan bir saniyenin trilyonda biri kadar sonraki evrenin enerji
yoğunluğu laboratuarda yaratılmış olacak. Bilim adamları, bu çok yoğun
enerjiden Einstein'ın meşhur
E = mc2 bağıntısına uyan bir biçimde oluşacak
çok sayıda parçacığı inceleyerek doğanın sırlarını çözmeye çalışacaklar.
STANDART MODEL VE ÖTESİ
Etrafımızda
gördüğümüz maddenin, dört temel yapıtaşından yapıldığını biliyoruz. Bunlar
u-kuarkları, d-kuarkları elektronlar ve elektron nötrinolarıdır. u ve d-kuarkları
atom çekirdeğindeki proton ve nötronların içinde gömülüdürler. Elektronlar
çekirdeğin etrafındaki yörüngelerde dönerek atomları, atomlar bir araya
gelerek molekülleri oluştururlar. Nötrinolar beta bozunumu sırasında
elektronla birlikte atom çekirdeğinden salınan yüksüz parçacıklardır.
Maddeyle etkileşmeleri çok zayıf olduğu için algılanmaları çok zordur.
Kütlelerinin olup olmadığı henüz bilinmemektedir.
Maddeyi
oluşturmak üzere parçacıkları bir arada tutan kuvvetler yine parçacıklar
tarafından taşınmaktadır. Kuvvet taşıyıcı parçacıklar madde parçacıklarından
farklıdır. Parçacıkların kütle gibi ayırtedici bir özelliği olan spin (içsel
açısal momentum) madde parçacıkları için yarım tamsayı, kuvvet parçacıkları
için tamsayı değerlere sahiptir. Yani madde parçacıkları fermiyonlar, kuvvet
parçacıkları ise bozonlardır. Kuvvet parçacıkları, bir madde parçacığından
diğerine bilgi taşıdıkları çok kısa bir süre için varolurlar. Doğada dört
çeşit temel kuvvet bulunmaktadır. Bunlardan en bilineni ve en zayıfı
kütleçekimi kuvvetidir. Kütleçekimi kuvveti kütleyle orantılı olduğundan
gökcisimleri gibi büyük kütleli cisimlerin hareketlerinde belirleyici rol
oynar. Taşıyıcı parçacığı olduğu düşünülen graviton henüz bulunmamıştır.
Ölçeğin diğer ucunda bulunan yeğin kuvvet gluonlar tarafından taşınır ve
kuarkların bir araya gelip proton ve nötronları oluşturmasını sağlar. Proton
ve nötronları atom çekirdeği içinde bir arada tutan da yeğin kuvvettir.
Elektronları çekirdek etrafında yörüngede tutarak atomları ve atomları bir
arada tutarak molekülleri oluşturan elektromanyetik kuvvetin taşıyıcı
parçacığı fotondur. Elekromanyetik kuvvetten zayıf, fakat kütleçekimi
kuvvetinden kuvvetli olan zayıf kuvvetin taşıyıcı parçacıkları yüksek
kütleye sahip olan W ve Z bozonlarıdır. Zayıf kuvvet beta bozunumunda ve
yıldızların parlamasında rol oynar.
u ve d
kuarkları ile elektron ve elektron nötrinosunun oluşturduğu ilk madde
parçacığı ailesine aynen benzeyen yalnız daha ağır olan iki parçacık ailesi
daha vardır. Bunlar sadece yıldızların çok sıcak olan merkezleri gibi
ekzotik yerlerde bulunurlar ve parçacık hızlandırıcılarında oluşup, çok kısa
bir süre içinde daha hafif parçacıklara bozunurlar.
Doğada bir
de, madde parçacıklarının bir tür 'ayna görüntüsü' olan karşıtparçacıklar
vardır. Bugünkü evrende karşıtmadde bulunmamakta, ancak parçacık
etkileşmelerinde oluşmaktadır. Fakat Evren'in doğduğu Büyük Patlama
sırasında parçacıklarla hemen hemen eşit miktarda karşıtparçacığın bulunduğu
düşünülmektedir.
Madde ve
kuvvet parçacıkları hakkındaki yukarıdaki açıklamalar Standart Model (SM)'in
basit bir özetidir. 20 küsur yıldır yapılmakta olan deneysel testleri geçmiş
olmasına rağmen bugün SM bazı soruları yanıtsız bırakmaktadır: Parçacıkların
neden kütleleri vardır ve bu kütleler neden birbirinden farklıdır? Görünüşte
farklı olan dört temel kuvvet, tek bir kuvvetin farklı görünümleri midir?
Evrende bugün karşıtmadde kalmamış olmasının sebebi nedir?
Kütle gibi
çok kullandığımız bir kavramın çok az anlaşılmış olması şaşırtıcı bir
şeydir. SM'in kütle problemine getirdiği çözüm Higgs mekanizması olarak
anılır. Buna göre bütün uzay bir 'Higgs alanı'ile kaplıdır ve parçacıklar bu
alanla etkileşerek kütle kazanırlar. Parçacığın kütlesinin büyüklüğü bu
alanla etkileşmesinin şiddetine bağlıdır. Higgs alanının kuantumu olan hiç
değilse bir parçacık bulunmalıdır. Higgs bozonu olarak anılan bu parçacık
SM'in öngördüğü ve henüz gözlenmemiş olan tek parçacıktır. Bu parçacık eğer
varsa BHÇ'nda gözlenmesi beklenmektedir.
Yukarıda
bahsedildiği gibi bugün içinde yaşadığımız soğumuş evrende madde üzerine
etki eden dört farklı kuvvet vardır. Büyük Patlama'dan hemen sonra evren çok
daha sıcakken bunların tek bir kuvvet olarak davrandıklarına işaret eden
bulgular vardır.
 |
Parçacık fizikçileri,
bunu ispatlayacak bir kuramsal çerçeve bulmayı ümit etmektedirler ve
bu doğrultuda bir miktar başarı elde etmişlerdir. 1970'lerde
elektromanyetik kuvvetle zayıf kuvvet tek bir kuram içinde
birleştirilmiştir ve bu kuram birkaç yıl sonra bir CERN deneyinde
doğrulanmıştır. Kuvvetlerin birleştirilmesi için önerilen kuramlar
arasında en önde gelenlerden birisi süpersimetri veya kısaca SUSY'dir.
SUSY'ye göre her parçacığın bir süpersimetrik eşi vardır. SUSY'nin
öngörüleri doğruysa süpersimetrik parçacıklar BHÇ'nda gözlenecektir. |
Şekil 2: Fizikçiler farklı zannedilen
kuvvetleri birleştirme yolunda önemli adımlar atmışlardır.
Büyük
Patlama ile Evren doğduğunda, aynı miktarda yaratıldığı düşünülen madde ile
karşıtmaddeden bugün neden geriye sadece madde kalmıştır? Bir zamanlar
karşıtmaddenin maddenin mükemmel bir 'ayna yansıması' olduğu düşünülüyordu.
Yani, maddeyi karşıtmaddeyle değiştirip sonucu bir aynada gözlemlesek
maddeden ayırt edebilmemiz beklenmezdi. Fakat bugün bu simetrinin mükemmel
bir simetri olmadığını, yansımanın mükemmelden biraz farklı olduğunu
biliyoruz. İşte yansımadaki bu ufak bozulma evrendeki madde-karşıtmadde
dengesizliğinin sebebi olabilir. BHÇ, çok iyi bir 'karşıtmadde aynası'
olarak davranarak SM'in bu konuda duyarlı bir biçimde test edilmesini
sağlayacaktır.
Bunlar BHÇ'nda yanıtlanması beklenen
sorulardan sadece birkaçıdır. Tarihten biliyoruz ki, bilimdeki büyük
sıçramalar genellikle beklenmeyen bir biçimde gelişirler. Erişilecek yeni
enerji bölgesinde doğa bizim için yeni sürprizler saklıyor olabilir.
BÜYÜK HADRON ÇARPIŞTIRICISI
Yüklü
parçacıklara enerji aktarmanın tek yolu elektrik alanları uygulamaktır. Bu
iş, çizgisel veya dairesel yörüngeler boyunca yapılabilir. Çizgisel
hızlandırıcıların uzunluğu ne kadar fazlaysa, parçacığın erişebileceği
enerji de o kadar fazladır. BHÇ gibi dairesel hızlandırıcılarda ise
parçacıklar aynı yörüngede dönerler ve belli noktalarda uygulanan elektrik
alanlarıyla hızlandırılırlar. Parçacıkları dairesel yörünge üzerinde tutmak
ve hüzmeyi odaklamak için manyetik alanlar kullanılır. Parçacıkların
çıkabileceği enerji, yörüngenin yarıçapı ve uygulanan manyetik alanla artar.
BHÇ,
CERN'de 1989-2000 yılları arasında çalışıp SM'in olağanüstü bir duyarlıkla
test edilmesini sağlayan Büyük Elektron-Pozitron Çarpıştırıcısının (LEP)
tünelinde inşa edilmektedir. Bu tünel Cenevre kenti yakınında, İsviçre ve
Fransa topraklarında, ortalama yerin 100 m altında olup çevresi 27 km'dir.
BHÇ'nda her biri 7 TeV'e hızlandırılacak iki proton hüzmesini yörüngede
tutabilmek için 8,36 Teslalık bir manyetik alan gerekmektedir. Bu kadar
yüksek bir manyetik alan şimdiye kadar hiçbir hızlandırıcıda
kullanılmamıştır ve ancak süperiletken teknolojisinin gelişmesiyle elde
edilmesi mümkün olmuştur. Süperiletkenlik, bazı malzemelerin elektrik
akımını dirençsiz bir biçimde, enerji kaybı olmadan iletebilmesi demektir ve
ancak çok düşük sıcaklıklarda gerçekleşebilir. BHÇ'nın mıknatısları 1,9 K'de,
yani oda sıcaklığının 300 °C altında çalışacaktır. 27 km'lik çevresiyle BHÇ,
dünyada en büyük ölçekli süperiletken teknolojisi uygulaması olacaktır.
Protonlar, CERN'deki bir dizi hızlandırıcıda adım adım daha yüksek
enerjilere çıkarıldıktan sonra BHÇ'nın tüneline demetler halinde
yollanacaklar ve demetler saniyede 40 milyon kez birbirlerinin içinden
geçecekler. Dünyadaki en yüksek enerjili çarpıştırıcı olmanın yanında BHÇ
aynı zamanda dünyadaki en şiddetli hüzmelere de sahip olacak. Bir cm2'den
bir saniyede geçecek parçacık sayısı 1034 gibi çok yüksek bir değere
erişecek. Saniyede gerçekleşecek bir milyar proton-proton etkileşmesinin
ancak trilyonda biri fizik açısından ilginç olacak. Her etkileşmeden
ortalama 100 parçacık çıkacak. Bu kadar yüksek sayıda parçacığın algılanması
ve çok düşük orandaki ilginç olayların seçilmesi çıkacak parçacıkların
algılanacağı dedektörlerin ve bilgi işleme sisteminin tasarımında mevcut
teknolojiyi zorluyor. BHÇ'nda çalışacak olan dört büyük dedektör bu
zorlukları aşacak şekilde planlandılar. Şekil 3'te bir örnek olayın
simülasyonu görülüyor.
 |
 |
Şekil 3: Üst üste
bindirilmiş 18 p-p çarpışmasının CMS iz dedektöründeki görünümü. Higgs
bozunumundan çıkan 4 doğrusal müon izi hangileri? |
Uygun kinematik
koşulların uygulanmasından sonra geriye kalan izler arasında doğrusal
müon izleri kolaylıkla seçilebiliyor. |
BHÇ' NDAKİ DÖRT BÜYÜK DEDEKTÖR

Şekil 5: Dört büyük
deneyin BHÇ üzerindeki yerleşimleri |
BHÇ'nda
yeni fiziği keşfetmek için ikisi genel amaçlı olmak üzere dört büyük
dedektör kullanılacak. Bunların bilgi işleme hızı, bütün Avrupa
telekomünikasyon ağının bugünkü bilgi işleme hızına eşit olacak. Genel
amaçlı iki dedektör CMS (Compact Muon Solenoid) ve ATLAS (A Toroidal LHC
ApparatuS) çarpışmalardan çıkacak parçacıkların tümünü algılayabilecek
biçimde silindirik simetrili olarak tasarlandı.

Şekil 6: CMS dedektörü:
Uzunluk: 21,6 m, çap:30m, kütle:12500 ton

Şekil7:ATLAS dedektörü. Uzunluk:44m, çap=22m,kütle:7000 ton
Dedektörlerin ikisi de çarpıştırıcılarda kullanılan çoğu dedektörler gibi
soğansı bir yapıya sahip. En içte çarpışmadan çıkan yüklü parçacıların
izlerini belirleyen bir iz dedektörü, sonra elektronların ve fotonların
enerjilerini bırakacakları bir elektromanyetik kalorimetre, onun dışında
proton, nötron, piyonlar gibi kuvvetli etkileşen parçacıkların enerjilerini
bırakacakları bir hadron kalorimetresi ve en dışta zayıf etkileşen müonları
algılamak üzere müon odacıkları. İki deneyin tasarımındaki en büyük fark
kullandıkları manyetik alanın birinin solenoidal, diğerinin toroidal bir
yapıya sahip olması. ATLAS deneyinde 34 ülkenin 150 üniversite ve araştırma
kurumundan 2000 bilim adamı, CMS'te ise 31 ülkenin yine 150 üniversite ve
araştırma kurumundan 1870 bilim adamı çalışıyor. Türkiye'den Ankara ve
Boğaziçi Üniversitelerinden YEF grupları ATLAS deneyine; Boğaziçi, Çukurova
ve Orta Doğu Teknik Üniversitelerinden gruplar ise CMS deneyine katıldılar.
BHÇ'ndaki
özel amaçlı deneylerden LHCb'de, proton-proton çarpışmalarından çıkacak b
kuarkı içeren parçacıkları kullanarak evrendeki parçacık-karşıtparçacık
dengesizliğinin sebebinin araştırılması hedefleniyor. Diğer özel amaçlı
dedektör olan ALICE (A Large Ion Collider Experiment) protonlar yerine
kurşun atomlarının çekirdeklerinden oluşan hüzmelerle veri alacak ve maddeyi
Evren'in ilk anlarındaki koşullarda araştıracak.
SONUÇ
BHÇ'nın
çalışacağı 10 yıl boyunca 1017 civarında proton-proton çarpışması
gerçekleşecek. Yaklaşık 10 'ekzotik' olayın gözlenmesi "yeni fizik" keşfi
sayılabilir. Bu 10 ilginç olayın 1017 sıradan olay arasından seçilmesi
gerekiyor. Tipik bir iğnenin hacmi 5 mm3 ve tipik bir saman yığınının hacmi
50 m3 olarak alınırsa BHÇ'nda yeni fiziğin aranması bir milyon saman
yığınında bir iğnenin aranmasına benzetilebilir. BHÇ'nda veri alacak olan
deneyler bu işi başarabilecek şekilde tasarlandığından ilginç keşiflerin
bizi beklediğine inanıyoruz ve Türk YEF'çileri olarak bu heyecanlı maceranın
içinde yer aldığımız için büyük mutluluk duyuyoruz.
5/9/2008 - Bir Zaman Makinası Nasıl Yapılır?
Paul DAVIES - www.sciam.com
-
Zaman
yolculuğu, H. G. Wells’ in 1985 yılında ünlü romanı Zaman Makinesi’ni
yazmasından bu yana güncel bir bilim-kurgu temasıdır. Fakat acaba gerçekten
yapılabilir mi? Bir insanı geçmişe veya geleceğe taşıyacak bir makine inşa
etmek mümkün müdür ?
On yıllar boyunca Zaman yolculuğu saygın bilimin sınırlarının dışında kaldı.
Fakat son yıllarda bu konu kuramsal fizikçiler arasında bir çeşit yan uğraş
haline gelmeye başladı. Çıkış noktası kısmen eğlence amaçlıydı; Zaman
yolculuğu üzerine düşünmek eğlenceliydi. Fakat bu araştırmanın ciddi bir
yanı da var: Neden ve sonuç arasındaki ilişkiyi anlamak. Bu, fizikte
birleştirici bir kuram oluşturma çabalarının ana öğelerinden bir tanesi.
Eğer, kuramsal olarak bile olsa, sınırsız Zaman yolculuğu mümkün ise, böyle
bir birleşik kuramın yapısı bundan büyük oranda etkilenecek demektir.
Zamana ilişkin en iyi kavrayışımız, Einstein’ in görelilik kuramları
sayesindedir. Bu kuramların öncesinde zaman kesin ve evrensel; fiziksel
koşulları ne olursa olsun herkes için aynı kabul ediliyordu. Einstein, özel
görelilik kuramında iki olay arasında ölçülen zaman aralığının gözlemcinin
nasıl hareket ettiğine bağlı olacağını söyler. Temel olarak, farklı
şekillerde hareket eden iki gözlemci, aynı iki olay arasında farklı zaman
aralıkları deneyimleyeceklerdir.
Bu etki genellikle “ikizler açmazı” kullanılarak açıklanır. Sally ve Sam’in
ikiz olduklarını düşünün. Sam evde otururken Sally bir rokete biner, yüksek
bir hızda yakındaki bir yıldıza gider, sonra dönüp dünyaya geri gelir. Sally
için yolculuğun süresi sözgelimi bir yıl olabilir; fakat geri dönüp de uzay
aracından indiği zaman, dünyada 10 yıl geçmiş olduğunu görür. Artık kardeşi
ondan 9 yaş daha yaşlıdır. Sally ve Sam, aynı günde doğmuş olmalarına karşın
artık aynı yaşta değildirler. Bu örnek zaman yolculuğunun sınırlı bir
çeşidini göstermekte. Sonuçta Sally dünyanın geleceğine doğru 9 yıllık bir
sıçrama yapmış oldu.
Jet Lag
Zaman genleşmesi olarak bilinen etki, iki gözlemcinin birbirlerine göre
hareket etmeleri durumunda meydana gelir. Günlük yaşantımızda bu tuhaf
zaman çarpılmalarını gözlemleyemeyiz, çünkü bu etki ancak, hareketin ışık
hızına yakın hızlarda olması sırasında belirgin hale gelir. Uçakların
ulaştığı hızlarda bile, tipik bir yolculukta meydana gelen zaman genleşmesi
birkaç nanosaniye kadardır. Bununla birlikte atom saatleri bu kaymayı
kaydedecek kadar hassastırlar ve hareket sonucunda zamanın gerçekten de
uzadığını onaylarlar. Dolayısıyla geleceğe yolculuk, şimdilik nispeten
heyecan vermekten uzak miktarlarda da olsa, kanıtlanmış bir gerçektir.
Gerçekten gözle görülür zaman çarpılmalarını gözlemleyebilmek için, günlük
deneyimler dünyasının ötelerine bakmak gerekir. Atomaltı parçacıklar, büyük
hızlandırıcı cihazlarla neredeyse ışık hızına yakın hızlara
ulaştırılabiliyorlar. Bu parçacıklardan muonlar gibi bazıları belli bir
yarılanma ömrü ile bozunduklarından içsel bir saate sahiptirler. Einstein’in
görelilik kuramına uygun olarak, hızlandırıcılar içinde yüksek hızlarda
hareket eden muonlar, sanki ağır çekimde bozunuyormuş gibi gözlemlenirler.
Bazı kozmik ışınlar da şaşırtıcı zaman çarpılmalarına maruz kalırlar. Bu
parçacıklar ışık hızına o kadar yakın seyrederler ki, onlar açısından
bakıldığında, dünya zamanına göre on binlerce yıl gibi gözükmesine rağmen,
dakikalar içinde galaksiyi kat ederler. Eğer zaman genişlemesi olmasaydı, bu
parçacıklar buraya hiçbir zaman varamazlardı.
Hız, zamanda ileri sıçramanın bir yoludur. Kütle çekimi ise bir diğer yolu.
Einstein genel görelik kuramında kütle çekiminin zamın yavaşlatacağı
öngörüsünde bulunmuştu. Saatler tavan arasında, dünyanın merkezine daha
yakın olan ve dolayısıyla daha derin bir kütle çekim alanı içinde bulunan
bodrum katına göre birazcık daha hızlı çalışırlar. Benzer şekilde, uzaydaki
saatler, yerdekilere göre daha hızlı çalışırlar. Yine bu etki de çok
küçüktür. Fakat, hassas saatler yardımıyla doğrudan ölçülmüştür. Hatta bu
zaman çarpıtma etkileri Küresel Konumlandırma Sistemleri’nde dikkate alınmak
zorundadır. Eğer dikkate alınmazsa, gemiciler, taksi sürücüleri ve uzun
menzilli füzeler kendilerini rotalarından kilometrelerce sapmış halde
bulabilirler.
Bir nötron yıldızının yüzeyinde kütle çekimi öyle güçlüdür ki, zaman burada,
dünyaya göre yaklaşık yüzde 30 daha yavaş akar. Böyle bir yıldızdan
bakıldığında buradaki olaylar hızlı biçimde ileri sarılan bir filmin
görüntüsüne benzer. Bir kara delik ise zaman çarpıklığının en uç noktasını
temsil eder. Deliğin yüzeyinde zaman, dünyaya göre durmuş haldedir. Yani bir
kenarından kara deliğe düşecek olursanız, sizi yüzeyine doğru çektiği o kısa
süre içerisinde evren tüm sonsuzluğunu yaşar ve bitirir. Dolayısıyla kara
deliğin içindeki bölge, dışarıdaki evren söz konusu olduğu sürece, zamanın
sonunun da ötesindedir. Eğer bir astronot bir kara deliğin çok yakınına
yaklaşıp parçalanmadan geri dönebilirse- ki bu çok uzak bir olasılıktır-
geleceğe oldukça uzun bir sıçrama gerçekleştirebilir.
Başım Dönüyor…
Şimdiye kadar zamanda ileri gitmekten bahsettik. Peki ya geriye doğru
seyahat? Bu konu çok daha sorunlu. 1945 yılında Princeton’daki ileri çalışma
enstitüsünde bulunan Kurt Gödel, Einstein’ in kütle çekim alanı
denklemlerinden, dönen bir evren tanımı ortaya koyan bir çözüm çıkartır. Bu
evrende bir astronot, kendi geçmişine ulaşacak şekilde uzayda seyahat
edebilmekteydi. Bu durum, kütle çekiminin ışığı etkileme şeklinde
kaynaklanıyordu. Dönen evren ışığı (ve dolayısıyla nesneler arasındaki
nedensel ilişkileri) sürükleyecek, maddesel bir nesnenin uzayda ve zamanda
kapalı bir döngü içinde, herhangi bir devrede yakın çevresindeki ışık hızını
aşmaksızın dönmesine izin verir. Gödel’in çözümü matematiksel bir merak
olarak bir kenara bırakıldı; sonuçta, evrenin bir bütün olarak döndüğünü
gösteren bir kanıt yoktu. Fakat bulduğu çözüm bir taraftan da, zamanda geri
gitmenin, görelilik kuramı tarafından yasaklanmadığını da ortaya koymuştur.
Zira Einstein de bu kuramın bazı durumlarda geçmişe yolculuğa izin
verebileceği düşüncesiyle başının dertte olduğunu itiraf etmişti.
Geçmişe yolculuk için başka senaryolar da bulundu, örneğin 1974 yılında
Tulane Üniversitesi’nden Frank J. Tipler, kocaman ve sonlu uzunluğa sahip
bir silindirin kendi ekseni etrafında ışık hızıyla dönmesinin, yine ışığı
bir ilmek gibi kendi etrafına çekerek, astronotların kendi geçmişlerini
ziyaret etmelerini sağlayabileceğini hesaplamıştır. 1991’ de ise Princeton
Üniversitesi’nden J. Richard Gott, evren bilimcilerinin Büyük Patlamanın
erken dönemlerinde yaratılan yapılar olarak bildikleri kozmik sicimlerin de
benzer sonuçlar verebileceğini öngörmüştü. Fakat 1980’lerin ortalarında,
“solucan deliği” kavramı temel alınarak, bir zaman makinesi için en gerçekçi
senaryo ortaya çıktı.
Bilim kurguda solucan delikleri kimi zaman yıldız geçitleri olarak
adlandırılırlar. Bunlar sayesinde, uzayda birbirinden çok uzak noktalar
arasında kestirme bir geçiş yapılabilir. Hipotetik bir solucan deliğinden
atladığınızda, galaksinin diğer bir yanına bir an içinde ulaşmak mümkündür.
Solucan delikleri, kütle çekiminin sadece zamanı değil uzayı da çarpıttığını
gösteren genel görelilik kuramına doğal olarak uygundurlar. Kuram, uzaydaki
iki noktayı birbirine bağlayan alternatif yol ve tünel geçişlerine benzer
yapılanmalara izin verir. Bir tepenin altından geçen bir tünelin, tepe
yüzeyini izleyen yoldan daha kısa olabilmesi gibi, bir solucan deliği de
bildiğimiz uzaydaki normal bir güzergâhtan daha kısa olabilir.
Solucan deliği bir bilim-kurgu aygıtı olarak 1985 yılında yayınlanan
“Contact” adlı romanında Carl Sagon tarafından kullanıldı. Sagon’ın da
vurguladığı gibi Kaliforniya Teknoloji Enstitüsünden Kip S. Thorne ve
arkadaşları, solucan deliklerinin bilinen fizikte uyumlu olup olmadığını
bulmak üzere yola çıkmışlardı. Başlangıç noktaları, bir solucan deliğinin
korkunç bir kütle çekimine sahip olması açısından bir karadeliğe benzemesi
gerektiği düşüncesidir. Fakat hiçliğe doğru tek yönlü bir yolculuk sunan
karadelikten farklı olarak, solucan deliklerinin girişleri gibi çıkışları da
olmalıydı.
Döngünün İçinde
Bir solucan deliğinin içinden geçilebilir özellikte olabilmesi için Thorne’
un “ekzotik madde” dediği şeye sahip olması gerekir. Bunun görevi, çok büyük
kütleli bir sistemin kendi yoğun ağırlığı altında bir kara deliğe çökmesi
yönündeki doğal eğilimle mücadele edecek bir karşıt kütle çekimi üretmektir.
Karşıt kütle çekimi veya kütle çekim itmesi, negatif enerji veya basınçla
üretilebilir. Negatif enerji durumlarının bazı Kuantum sistemlerinde mevcut
olduğu bilinmektedir ki, bu durum, yeterli miktarda karşıt kütle çekimi
malzemesinin bir araya toplanıp toplanamayacağı pek açık olmasa da, Thorne’
un ekzotik maddesinin fizik kurallarınca yasaklanmadığını düşündürmektedir.
(Bkz. “Negative Energy Wormholes and Warp Drive”, Lawrence H. Ford ve Thomas
A. Ramon: Scientific American, Ocak 2000).
Daha sonra Thorne ve meslektaşları, kararlı bir solucan deliği
oluşturulabilmesi halinde, bunun bir zaman makinesine de
dönüştürülebileceğini fark ettiler. Bunların birinden geçen bir astronot
sadece evrende başka bir yere değil, geçmişte veya gelecekte herhangi bir
zamana da çıkabilirdi.
Solucan deliğini zaman yolculuğuna uygun hale getirmek için ağızlarından
bir tanesi nötron yıldızına bağlanıp, yüzeyine yakın bir şekilde
konumlandırılabilirdi. Yıldızın kütle çekimi, solucan deliğinin ağzının
yakınlarındaki zamanı, solucan deliğinin uçları arasındaki zaman farkının
gittikçe artmasını sağlayacak şekilde yavaşlatacaktır. Daha sonra her iki uç
da uzayda uygun yerlere yerleştirildiğinde bu zaman farkı aynen
korunacaktır.
Bu zaman farkının 10 yıl olduğunu varsayalım. Bu deliği bir yönde geçen bir
astronot geleceğe doğru 10 yıllık bir sıçrama yaparken, ters yönde geçen bir
astronot geçmişe doğru 10 yıllık bir sıçrayış gerçekleştirecektir. Normal
uzay üzerinden yüksek bir hızla başlangıç noktasına dönen ikinci astronot,
“henüz ayrılmadan önce evine dönmüş” olacaktır. Diğer bir deyişle, uzaydaki
kapalı bir ilmek aynı şekilde zamanda da kapalı bir ilmek haline gelebilir.
Bunun kısıtlamalarından biri, astronotun, solucan deliğinin henüz yapılmamış
olduğu bir geçmiş zaman dilimine gidememesidir.
Solucan deliğinden bir zaman makinesi yapma konusunda aşılması en zor
sorunlardan birisi, öncelikle solucan deliğinin nasıl yapılacağıdır.
Muhtemelen uzay, Büyük Patlama’nın kalıntıları olan bu tip yapılarla doğal
olarak örülü durumdadır. Eğer öyleyse, üstün bir uygarlık bunlardan bir
tanesine hükmedebilir. Veya solucan delikleri Planck uzunluğu denen ve bir
atom çekirdeğinin 1020’de biri kadar minicik ölçeklerde doğal olarak meydana
çıkıyor olabilirler. Prensipte böyle minik bir solucan deliği bir enerji
itimiyle kararlı hale getirilip, bir şekilde kullanılabilir boyutlara
genişletilebilir.
Sansürlü !
Mühendislik sorunlarının çözüldüğünü kabul edersek, bir zaman makinesinin
üretilmesi, nedensel açmazlarla dolu bir Pandora Kutusu’nun açılmasına neden
olabilir. Geçmişe gidip kendi annesini henüz genç bir kızken öldüren zaman
yolcusunun durumunu düşünelim. Buna nasıl anlam verebiliriz ? Eğer kız
ölürse, gelecekte zaman gezginin annesi olamayacaktır. Öte yandan zaman
yolcusunun doğumu gerçekleşmezse, geri dönüp annesini de öldüremez.
Bu çeşit açmazlar, zaman gezgininin geçmişi değiştirmeye kalkıştığı
imkânsızlığı aşikâr durumlar da ortaya çıkar. Fakat bunlar, bir kişinin
geçmişin bir parçası olmasını da engellemez. Sözgelimi zaman gezgini geçmişe
gider, genç bir kızı ölümden kurtarır ve bu kız da büyüdüğünde onun annesi
olur. Nedensel döngü şimdi tutarlıdır ve artık açmazlara neden olmaz.
Nedensel tutarlılık, bir zaman gezgininin neler yapabileceği konusunda bazı
kısıtlamalar getirebilir. Fakat, zaman yolculuğunu hepten yasaklamaz.
Zaman yolculuğu tamamen açmazlarla dolu olmasa da, oldukça acayip olacağı
kesin. Bir yıl ileriye sıçrayıp Scientific American’ın ileriki bir
sayısındaki bir matematik teoremini okuyan bir zaman yolcusu düşünün.
Ayrıntıları not alsın, kendi zamanına dönsün, bir öğrenciye bu teoremi
anlatsın ve öğrenci de bunu Scientific American’ a yazsın. Çıkan makale
elbette zaman yolcusunun okuduğu makalenin ta kendisidir. Dolayısıyla
karşımıza bir soru çıkıyor: Teoreme ilişkin bilgi nereden geldi ?
Gezginimizden değil, çünkü o sadece bir yerde okudu; öğrenciden de değil,
çünkü o da bunu gezginimizden öğrenmişti. Dolayısıyla bilgi, mantıksız bir
şekilde hiçbir yerden gelip var olmuş gibi gözüküyor!
Zaman yolculuğuyla ilgili garip sonuçlar bazı bilimcileri, bu fikri tamamen
reddetmeye itiyor. Cambridge Üniversitesi’nden Stephen W. Hawking, nedensel
döngüleri devre dışı bırakacak bir “tarihsel sırayı koruma varsayımı”
öneriyor. Görelilik kuramı nedensel döngülerin oluşmasına izin verdiğinden
tarihsel sıranın korunması, geçmişe yolculuğu engelleyecek bir başka etmenin
ise karışmasını gerektirmekte. Peki bu etmen ne olabilir ? Bir öneriye göre
durumu kurtaran, kuantum süreçleri olabilir. Bir zaman makinesinin varlığı,
parçacıkların kendi geçmişleri ile döngüsel ilişkilere girmesini mümkün
kılacaktır. Hesaplamalardan edinilen ip uçlarına göre, meydana gelecek
karışıklık, kendi kendini besleyerek, solucan deliğinin dağılmasına yol
açacak bir enerji kaçağına neden olabilir.
Tarihsel sıra koruması halen bir varsayımdan ibarettir ve Zaman yolculuğu
da halen bir ihtimal olarak durmakta. Konunun nihai çözümü, sicim kuramı
veya onun bir uzantısı olan M-kuramı gibi bir kuram aracılığıyla, Kuantum
mekaniği ile kütle çekiminin başarılı bir birleşiminin ortaya konmasını
beklemek zorunda olabilir. Hatta gelecek nesil parçacık hızlandırıcılarının
yakındaki parçacıkları kısa ömürlü nedensel döngülere sokabilecek kadar uzun
ömürlü atom altı solucan delikleri oluşturabilmeleri de mümkün gözüküyor. Bu
olay Wells’in Zaman Makinesi hayali yanında çok cılız bir çaba olarak kalsa
da, fiziksel gerçeklik görüşümüzü ebediyen değiştirecektir.
Fiziğin Ötesindeki Boyutlar
Prof.Dr. Osman ÇAKMAK
İnsan anne karnına düştüğü andan ölünceye dek, devamlı bir değişim içinde
olmakla birlikte, değişmeyen bir insanî mâhiyete sahiptir ve kendi olarak
kalır. Bu durum, varlığın; beş duyuyla idrak edilemeyen, lâboratuvarda
incelemeye alınamayan, değişmeyen bir yanı olduğuna işaret eder. Zîrâ şu
durmadan değişen, fakat değişmez bir gerçek üzerinde değiştiği için kararlı
görünen kâinatın arka plânında metafizikî yorumlara açık bir ara âlem
(berzah ve misâl gibi) vardır. Fizikî boyut, fizik ötesi boyuta tenteneli
bir perde olur. İnsanın zihin ve kalb dünyası, varlıkta iç içe âlemler
olduğunu ispatlayan reddedilmez birer delildir.
Matematiğin penceresinden metafizik
Cebir ilminin kurucusu el-Câbir, eksi (negatif) sayıları bulana kadar
karekök işlemleri yolunda gidiyordu. Meselâ karekök içindeki 9 sayısı kökten
çıkarılınca 3 olur. Fakat bu kök içine eksi sayılardan biri konduğunda,
yepyeni bir cebir karşımıza çıkar. Kök içindeki -9 dışarıya 3 olarak çıkmaz.
Çünkü hem artı üçün, hem eksi üçün karesi 9'dur. Eksi veya artı dokuzun
karekökü -3 değildir. Karekök içinde -9 gibi bir sayı bulunmaktadır. Ne var
ki kök dışına alma güçlüğü olan bu sayıya, tıpkı beşten on çıkmaz diyen ilk
matematikçiler gibi yanlış bir isim verdiler: sanal (soyut, hayalî,
imaginary) sayı.
Sanal matematik sayıları uzun bir süre kullanılmamıştı, mânâsız
zannediliyordu. Hâlbuki rasyonel sayıların ihtiyaca cevap vermediği
alanlarda sanal sayılar kullanılarak çözüme ulaşılır. Bugün kuantum
fiziğindeki tünelleme* hâdisesinden uzaya gönderdiğimiz araçlara kadar
birçok denklemde sanal sayılar kullanılıyor.
Bir kısım matematik denklemlerinin çözümlerinin sanal sayıları ihtiva
etmesi, sanal uzayları dikkate almadan yapılan hesaplamaları yanlış
çıkarması, farkına varmasak da, madde ötesine ait metafizik unsurların
günlük hayatımızda kullandığımız teknolojinin içinde yer aldığını
göstermektedir. Bütün bunları, maddenin hakikatte madde-mânâ karışımı
olduğunu gösteren işaretler olarak düşünmek mümkün müdür? Başka bir
ifadeyle, acaba sanal sayılar maddedeki gizli mânâ habercileri olarak
yorumlanabilir mi? Meselâ Bediüzzaman Hazretleri'nin, Mektubat adlı
eserindeki 1. Mektup'ta, hayat mertebelerinin sayısını beş olarak ifade
etmesi, iç içe geçmiş; fakat bizim fiziğin kavramlarıyla ifade edemediğimiz
âlemlerin varlığına bir misâldir. Başka bir örnek olarak, ikinci dereceden
bir denklem olan X2+l=0 eşitliğini ele alalım. Bu denklemi çözersek, X2=-1
bulur ve her iki tarafın karekökünü alarak iki sanal kök elde ederiz. Bu
kökler '+' veya '–' gibi özellikler göstermezler.
Işık hızı aşılıyor
Kütleli bir cismi, ışık hızına eriştirdiğimizde nelerle karşılaşırız? Bu
düşünceden yola çıkan bilim adamları hesaplamalarını yaptılar: Meselâ,
Einstein'in İzafiyet Teorisi, böyle bir hıza erişen bir cismin kütlesinin
sonsuz olacağını söylüyordu. Sonsuz kütleli bir cisim, bu kâinatımızla
bağdaşmayan bir özellikti. Denklemler, ışık hızının aşılması hâlinde
kütlenin sonsuz değil, sanal olacağını gösteriyordu.
Ne demekti sanal (hayalî) kütle? Meselâ -60 kilo ağırlığında bir insanın
varlığını düşünmek gibi bir şeydi bu. Hâlbuki Dünya'mızda -60 kilo ağırlığı
tartacak bir terazi bulunmuyor. Einstein'a göre, ışık hızına erişmek mümkün
değildi. Bu, bir kesin hükme dönüşmüştü. Ne var ki, bilimin sınır tanımayan
ufuklarını düşünen bilim adamları, ışığın ötesinde bir şeylerin bulunduğunu
sezmeye başlamışlardı. Meselâ, cismin hızı ışık hızını aştığında, matematikî
olarak, ışık hızı değerinde cismin kütlesi kaybolur, kütle sanal hâle gelir
(kök içinde eksi değer). Konuyu bu defa matematik açısından irdeleyen
uzmanlar, Einstein'ın denklemlerini (E= mc2 gibi) kullanarak çok garip bir
çözüme ulaştılar. Işık hızından da yüksek hızlar olduğunu gösteren neticeler
elde edildi. Eğer bir hareketli nesne, ışık hızı ile değil, ışıktan da hızlı
hareket ederse; kütle, uzunluk, enerji hattâ zaman gibi fizikî birimlerin
sanal (hayalî, soyut) mahiyete bürüneceği anlaşıldı. Meselâ, hızlar arttıkça
enerjiler de azalıyor, sıfır-enerjili bir durumda ise, sonsuz hıza
ulaşılıyordu. Dahası, elektrik yüklü oldukları kabul edildiğinde, kendi
etraflarında bir radyasyon (her türlü ışık) oluşturacakları ve bu
radyasyonun enerjilerini azaltacağı; enerjiler azaldıkça ise nesnelerin daha
da hızlanacağı görüldü. Işık hızının aşılması demek, kütlenin negatif
(hayalî, sanal) olması demektir. Negatif kütlenin fizikî mânâsı ne olabilir?
Yaşadığımız, alıştığımız ve bildiğimiz çevrede her cismin bir pozitif
kütlesi vardır. Terazi, sıfırdan küçük kütleyi gösteremez ve ölçemez.
"Mademki matematik olarak negatif kütle vardır, o hâlde bu kâinatın negatifi
(sanal olanı) vardır." şeklinde düşünmek niye mümkün olmasın?
Bugüne kadarki tecrübelerden biliyoruz ki, matematik denklemler yoluyla elde
edilenlerin, biz henüz tespit edemesek de, fizikî dünyada bir karşılığı
bulunmaktadır (istisnaî durumlar olabilir). Sayıları, boyut geometrisiyle
ortaya koyduğumuzda, daha sonra bu boyutlar belli bir fizikî durumla ifade
edildiğinde, kâinat bir fiziko-matematik mahiyet kazanmaktadır. Geometriyle
çizilip, fizikle işleyen kâinatın 'duvarlarına' benzeyen ışık hızı
engelleri, 'katı' özellikler içinde yaşadığımız bu âlem için geçerliyse, "Bu
duvarların ötesinde ne vardır?" sorusu ister istemez akla gelmektedir. Cevap
olarak "Hiçbir şey yoktur!" dememiz ise, bir mânâ ifade etmez.
Işık hızı yıllardır maddenin temel hızı ve evrensel sabit olarak kabul
edildi. Işık hızının aşıldığı, ilk defa, bir kısım kozmik ışınlar üzerinde
yapılan denemelerle ortaya kondu. 1974'te Clay ve Crouch gibi fizikçilerin
kozmik ışınlar üzerinde sürdürdükleri çalışmalar, ışıktan hızlı ışınların
varlığını gösterdi (Nature, c. 248, s. 28, 1974). Lijun Wang ve
arkadaşlarının Princeton Üniversitesi'nde yaptıkları bir deneyde, ışığın
normal hızından (saniyede 300 bin kilometre) 300 kat daha hızlı
gidilebileceği gösterildi (Nature, c. 406, s. 277, 2000).
Takyonlar
Tartışmalara yol açan sanal parçacıkların varlığı ise lâboratuvar
deneylerinde fark edildi. Garip karakterli bir atomaltı parçacık kendisini
hissettirdi. Sanal karakterli bu parçacığa Lâtince 'çok hızlı' mânâsındaki 'takyon'
(tachyons) ismi verildi. Konuyu bu defa matematik açısından irdeleyen
uzmanlar, Einstein'ın denklemlerini kullanarak çok enteresan bir çözüme
ulaştılar. Işık hızından da yüksek hızlara, harika yorumlar getiren
neticeler ortaya çıktı. Eğer hareket eden bir nesne, ışıktan da hızlı
hareket ederse; kütle, uzunluk, enerji, hattâ zaman gibi fizikî birimler
sanal mahiyete bürünüyordu.
'Takyon' denilen, madde-ötesi özelliklere ve ışık hızından binlerce,
milyonlarca defa yüksek hızlara sahip bir parçacığın, elbette ki günlük
hayatta, elimizin altında bulunması beklenemez. Bu parçacıkların
özellikleri, bu kâinatın fizikî ve matematikî yapısına uyum sağlamadığına
göre, bir başka âlem, bir başka zaman ve bir başka çeşit enerjinin hükümran
olduğu uzay düşünülmelidir.
Sanal kütle
Takyonların keşfedildiği deneylerde -yukarıdaki Princeton deneyi- detektöre
yollanan ışık daha kaynağından çıkmadan detektörde kendini hissettirmişti.
Bu garip durum bazı kozmik ışınlarda da kendini göstermektedir. "Yola
çıkmadan önce hedefine ulaşmak" şeklinde özetlenen bu garip hâdisede,
ışıktan hızlı bir yolculuk gerçekleşmektedir. Meselâ bir astronot, daha yola
çıkmadan hedefine erişecek ve yola çıkarken, kendisinin dönüşü ile
karşılaşacaktır.
Sanal kütle ne demektir? Takyonlar teorisine göre, ışıktan hızlı, kütlesi,
uzunluğu ve boyutları eksi, yani sıfırdan küçük (sanal) ne varsa hepsi
takyon türünde mütalâa edilebilir. Hassas spektroskopi cihazlarının ölçüm
sahasının dışında kalmalarından dolayı, bunları kâinatımızın dışındaki bir
başka kâinatın veya âlemlerin elemanları olarak düşünemez miyiz?!..
Neticede, enerjinin ışıktan hızlı gidebileceğinin tecrübe edilmesi, bilim
için önemli bir adım kabul edilmektedir. Bu durum, zihinlerimizde
sabitleşmiş fikirleri kökten değiştirecek gibi görünmektedir. Yeni keşifler
sayesinde, başka âlemler ve hayat mertebeleri hakkında daha kolay fikir
yürütebiliriz.
* Tünelleme, enerjisi küçük bir parçacığın, daha büyük enerji değerine sahip
bir potansiyel engelini geçebilmesidir. Klâsik fiziğe göre, parçacık
potansiyel engelini geçememesine rağmen, kuantum fiziğine göre
geçebilmektedir ve parçacığa eşlik eden dalga fonksiyonu (sanal)
olabilmektedir.
Işık Hızı
Bundan birkaç yıl önce bilim dünyası
ilginç bir haberle çalkalanmıştı. Bu habere göre, bir grup bilim
adamı laboratuvarda “soğuk fizyon olayını” gerçekleştirmeyi
başarmışlardı
Bilindiği gibi füzyon
(kaynaşma); (Hidrojen gibi) bazı hafif atom türleri çekirdeklerinin,
milyonlarca derece sıcaklıklar altında birleştirilerek (Helyum gibi)
daha ağır atom çekirdeklerinin meydana getirilmesi olayına verilen
isimdir. Burada, olay öncesi reaksiyona giren atom çekirdeklerinin
toplam kütlesi, reaksiyon sonrası oluşan atom çekirdeğinin
kütlesinden bir miktar fazla olmakta ve bu kütleler farkı E=m.c2
denklemine uygun olarak enerjiye dönüşmektedir. Açığa çıkan bu
enerji, atom çekirdeklerini oluşturan parçacıkları bir arada tutan
kuvvetlerle ilgili olduğundan, bu enerjiye bağlama enerjisi adı
verilmektedir. (Güneşin merkezinde her saniye 657 milyon ton
Hidrojen, 652,5 milyon ton Helyuma dönüşmekte, bu esnada 4,5 milyon
ton kütle, enerji olarak açığa çıkmaktadır.) Güneşin ve diğer
yıldızların merkezlerinde doğal olarak gerçekleşen ve bunların
yaymakta oldukları enerjinin kaynağını teşkil eden füzyon olayının
reaktörlerde
kontrollü
olarak gerçekleştirilip dünyamızın gelecekteki enerji ihtiyacının
çok büyük ölçüde karşılanabilmesi için yoğun çabalar
sarfedilmektedir. Ancak, elektronlarını kaybetmiş atom
çekirdeklerinden oluşan ve plazma adı verilen, elektrik yönünden
aktif milyonlarca derece sıcaklıktaki reaksiyon kütlesini, manyetik
alanlar yardımıyla, içinde bulunduğu kabın çeperlerine değmeyecek
şekilde uzun süre boşlukta tutulabilmenin yarattığı teknik sorunlar
henüz aşılamadığından, şimdilik füzyon enerjisinden istifademiz
mümkün olamamaktadır. İşte bu nedenle, füzyon olayının yüksek
ısılara ihtiyaç duyulmadan gerçekleştirilebildiği haberi bilim
çevrelerinde büyük yankılar yaratmıştır. Aslında, bilinen fizik
kanunlarına ters düşen bu iddia üzerine, bu konuda daha sonra
yapılan detaylı incelemeler, deney sonuçlarının yanlış
yorumlandığını ortaya koymuş ve konu gündemden kalkmıştır.
İçinde bulunduğumuz günlerde de, bilim aleminde, yine çok ilginç bir
konu gündeme getirilmiş bulunmaktadır. Medyada yer alan bir habere
göre; bir laboratuvarda, evrende limit hız olan ışık hızının 300
katı hızlara ulaşılmıştır. Deney sonuçları, eğer bu şekliyle gerçek
ise, mutlak şekilde, insanlık tarihinin (dünya görüşümüzü temelden
etkileyecek) en büyük buluşu olmaya adaydır. Ancak, çok büyük bir
ihtimalle, yine bir yerde, bir şey yanlış yapılmakta, yanlış
ölçülmekte, ya da yanlış yorumlanmaktadır. Zira, varıldığı ileri
sürülen sonuç, fizik biliminin deneylerle büyük ölçüde doğrulanmakta
olan günümüz evren görüşüne taban tabana zıt bulunmaktadır. Buna
rağmen, zayıf bir ihtimal de olsa (bu deneyi yapanlar da bilim adamı
olduklarına göre, çalışırlarken kılı kırk yarmış olmalıdırlar.)
önümüzdeki günlerde, belki deney sonuçlarını bu gün genel kabul
görmekte olan teorilerle telif etmek te mümkün olabilecektir.
Işıkla ilgili konularda gerçekten garip olan, modern bilim
tarafından ışığın hızının evrende aşılamayacak en büyük hız olarak
kabul edilmiş olmasıdır. Boş uzayda, saniyede yaklaşık 300.000 km.
olan ışık hızı ilk defa, 1849 yılında Fransız fizikçisi Fizeau
tarafından, bir ayna/dişli çark sistemi kullanılarak ölçülmüştür.
(Daha sonra yapılan hassas ölçmelerin sonucunda; ışığın boşluktaki
hızı saniyede 299.792,5 km. olarak bulunmuştur. Işığın yayılma hızı,
içinden geçtiği ortama göre farkıllık gösterir.) Buna göre mesela,
ışık güneşten dünyamıza yaklaşık 8 dakikada ulaşır. Yani, güneş
herhangi bir nedenle bir anda genişlemeye başlasa (hiç bir etki
ışıktan hızlı yayılamayacağına göre) biz bunu ancak 8 dakika sonra
fark edebileceğiz. Sistemimize en yakın yıldız olan Kentaurus
Burcu’nun Alfa’sından şu anda yola çıkan bir güçlü patlama ışığı,
saniyede 300.000km. katetmek suretiyle yaklaşık 4.5 sene sonra
tarafımızdan görülebilecektir. Halen, çok güçlü teleskoplarla, ışığı
bize 11 milyar yılda ulaşabilen gök cisimleri tesbit ediliyor. Bir
başka ifadeyle biz bu cisimleri 11 milyar yıl önceki halleri ile
görüyoruz, belki onlar şu anda orada değiller, oradalarsa da
görünümleri herhalde çok değişmiş olmalıdır. Onlardan bize haber
taşıyan ışığın hızının sonlu ve limitli olması nedeniyle, evrende
“şu an” diye bir kavramın hiç bir pratik değeri de bulunmuyor.
Geceleri çıplak gözle görebildiğimiz bütün yıldızlar, samanyolu
içinde yer alırlar. Yan yana duran iki yıldız (şayet biri biri
etrafında dönen ikili bir sistem değilseler) dünyamıza farklı
uzaklıktadırlar. Dolayısıyla biz aslında onlardan birinin mesela 10
yıl, diğerinin 1000 yıl önceki görüntülerine bakıyoruz demektir. Bir
başka ifade ile samanyolu’nun çapı 100.000 ışık yılı olduğuna göre
(1 ışık yılı, ışığın 1 yılda aldığı yolun km. cinsinden değeridir),
biz geceleri bir zaman tüneline bakmaktayız denilebilir. (Bu arada,
bilim adamları daha büyük teleskoplar yaparak evrenin 14 milyar yıl
önceki doğum anını görebilmeyi ümid ediyorlar.)
Aslında, ışıkla ilgili olarak bu yazıya vesile teşkil eden söz
konusu deneydeki gibi (fizikte devrim yaratacak şekilde) daha
enteresan bir sonuçlar veren bir başka deney de 1880’li yıllarda
Michelson ve Morley adlarında iki fizikçi tarafından yapıldı. Bilim
tarihine Michelson-Morley deneyi olarak geçen bu çalışmanın amacı,
uzayda (o yıllarda, bütün evreni doldurarak ışık dalgalarını
ilettiği kabul edilen ve ‘esir’ adı verilen ortama göre) dünyanın
hızını saptamaktı. Yine bir dizi ayna kullanılarak yapılan bu deney
sırasında uzayda, uzayda dünyanın hareketi yönünde yer alan bir
kaynaktan gelen ışığın hızı ölçülecek ve saniyede 300.000 km.’nin
üzerinde bulunacak (+) değer, dünyanın uzaydaki hızına tekabül
edecekti. Gerçekten de, günlük hayatımızda kazandığımız tecrübeler,
bunun böyle olmasının gerektiği sonucunu verir. Örneğin,
karayollarında karşıdan gelen bir araca göre hızımız, içinde
bulunduğumuz aracın hızı ile gelen aracın hızının toplamına eşit
olmalıdır. Önümüzde giden bir araca göre hızımızı bulmak için ise,
her iki aracın hızlarının farkı alınmalıdır.
Deneyde kullanılan aygıtlar son derece hassastı ve ölçümler ışık
dalgalarının girişim özelliğinden yararlanılarak yapılacağından,
normal olarak sağlıklı bir sonuç alınması bekleniyordu. Ancak deney
çok olağan dışı bir sonuç verdi. Defalarca tekrarlandı, sonuç
değişmedi; ışığın hızı her seferinde saniyede 300.000 km. olarak
bulunuyordu. Bundan çıkan sonuç; dünyanın hareket etmediği anlamına
gelmekteydi ki, bu sağduyuya ve dünyanın en azından güneşin
etrafında dönmekte olduğu gerçeğine aykırıydı. Olaya izah
getirebilmek üzere çeşitli yorumlar yapıldı. Dünyanın çevresindeki
esir tabakasını beraberinde sürüklediği, dolayısıyla uzaydan gelip
bu tabakaya ulaşan ışığın hızının izafi olarak 300.000km./saniyede
kalmasının doğal olduğu ileri sürüldü, ışık hızına yakın büyük
hızlarda ölçü çubuklarının boylarının hareket doğrultusunda mekanik
olarak kısaldığı iddia edildi. Fakat bunların hiç biri doyurucu
bulunmadı. Konu tam bir çıkmaza girmişken Einstein farklı bir
yaklaşımla ortaya çıktı ve deneyin neresinde yanlış yapıldığı
sorusuna takılmadan, sağ duyuya aykırı olmasına rağmen sonucun
kesinlikle doğru olduğunu kabul etti. Bu kabulden yola çıkan
Einstein, önce özel ve daha sonraları genel görecelik teorilerini
vaz etti. Einstein’a göre günlük ortamda karşılaştığımız hızlar için
pratik olarak doğru kabul edilebilecek hızların toplamı prensibi,
ışık hızına yakın hızlara uygulanamaz. Işık hızı evrende
ulaşılabilecek en büyük hızdır. Bir ışık kaynağına doğru saniyede
200.000 km. hızla gitseniz dahi, yapacağımız ölçümlerde karşıdan
gelen ışığın hızını yine saniyede 300.000 km. olarak bulursunuz.
Bunun neden böyle olduğunu ise, Einstein dahil kimse izah edemez.
Ancak bu böyle kabul edildiği takdirde bir çok doğa olayını
açıklamak imkanı doğar. Işık hızının limit hız olmasının kabulü ile
şu sonuçlara varılmıştır; hareket eden bir cismin kütlesi (çok büyük
hızlar söz konusu olduğunda fark edilebilecek şekilde) hıza bağlı
olarak artmaktadır. Kütle ile hız arasındaki ilişkiyi veren
rölativistik denklemde hareket eden cismin hızının hanesine ışık
hızını yazdığımızda denklemdeki payda sıfır olmakta, pay’daki
değerin sıfıra bölümü sonsuz edeceği için, ışık hızında hareket
edecek bir cismin kütlesinin sonsuz olması gerektiği ortaya
çıkmaktadır. Kütlesi sonsuz büyük olan bir cismi hareket ettirmek
için sonsuz enerji gerekeceğinden, ışık hızının neden aşılamayacağı
kolaylıkla anlaşılmaktadır. Öte yandan hız çok büyük değerlere
ulaştığında zamanın akış hızı yavaşlamaktadır. Bu konuda vaz edilen
rölativistik denkleme göre, ışık hızında hareket etmeye çalışacak
hayali bir uzay gemisinde zaman akmayacaktır. Bir cismin ışık
hızında seyahat yapması imkansız olsa da gelecekte uzay gemileriyle,
bu hıza çok yaklaşılacağı muhakkaktır. Bu takdirde zaman akış
hızının azalmasının ilginç bir sonucu olarak, böyle bir gemiyle
yolculuğa çıkacak astronotlar, dünyada kalan akrabalarına göre daha
geç yaşlanacaklardır. Bu gerçek daha şimdiden, yerde kalan ve uzaya
gönderilen atom saatleriyle yapılan deneylerle doğrulanmıştır. Şu
anda yeryüzünde de rölativistik hızlara ulaşılmaktadır. Atomik
parçacıkların bilimsel amaçlarla hızlandırılarak biri biriyle
çarpıştırıldığı akseleratörlerde, çok büyük hızlara varılmaktadır.
Bu hızlarda ortaya çıkan rölativistik etkileri dikkate almadan, bu
tip parça hızlandırıcılarını gerçekleştirip çalıştırmak mümkün
değildir. (Son günlerde bu konuda ilginç bir görüş ortaya atılmış
bulunmaktadır; bu tip deneyler sırasında ışık hızına çok yakın
değerlerde sonsuz kütle artımına yaklaşılabileceği, bu takdirde
dünyanın dengesinin bundan etkileneceği iddia edilmekte ve bu
deneylerin çok ileri ***ürülmemesi tavsiye edilmektedir.)
Rölativistik evren anlayışının en önemli sonuçlarından biri de kütle
ile enerji arasındaki ilişkinin sade bir denklemle tarif edilmiş
olmasıdır. Kütle tümüyle çözülüp enerjiye dönüşebilir. Bu takdirde
açığa çıkan enerji miktarı; söz konusu kütle miktarının, ışığın
hızının karesi ile çarpımına eşittir ki bunun örneğini yukarıda
füzyon bahsinde görmüştük.
Son olarak varsayalım ki herhangi bir şekilde ışıktan hızlı
gidebilen bir uzay gemisine sahibiz. Bu gemi yerdeyken, bizim
bilgimiz haricinde, bir kaç dakika arayla üç atom bombası
patlatılmış olsun. Bunun hemen akabinde bu aracımızla biz de uzaya
yükselelim. Hızımız ışık hızından büyük olduğu için önce en son
patlamış olan bombanın ışığını görür, yanından geçeriz, sonraki
ikinci bombanın ve en sonunda ilk patlayan bombanın ışıklarını
yakalar, geçeriz. Artık bize göre bombaların patlama sırası 3, 2, 1
olacaktır. Bir başka ifade ile bizim için zaman tersine çevrilmiş
demektir ki, bunun bilimsel bir mantığı olamaz.
Neticede görülmektedir ki ışık hızının sabit olduğu kabulünden yola
çıkılarak çizilen evren resmi (şimdilik bilinenlerin çerçevesi
içinde) tutarlı bir resimdir. Şayet bir laboratuvarda yapılan
deneylerde ışık hızı gerçekten aşılmış ise, şimdi bu resmi yeniden
çimek gerekecektir.
Ancak mevcut resim o kadar tutarlı ki, şayet Tanrı doğa kanunlarını
değiştirmemiş ise, insan yine de söz konusu deneyde mutlaka bir
şeylerin yanlış olduğunu düşünmeden edemiyor.
Işık Hızı
Işığın
boşlukta bir saniyede aldığı yola ışık hızı denir. Işık hızı
299.793
km/saniyedir. Yaklaşık değer olarak 300.000 km/saniye olarak kabul edilir.
Albert EINSTEIN tarafından yapılan deneyde ışık hızı tam olarak
hesaplanarak fizik kanunlarına geçmişti.
Işık yoğun bir ortama girdiğinde hızı ortam yoğunluğuna göre
azalır.
İlginç bir gelişme...
Amerikalı bilim adamlarının modern cihazlarla yaptıkları deneyler
neticesinde ışık hızının bilinen 299.793 km/saniyeden yaklaşık 30 kat
daha hızlı olduğu öne sürüldü. Fizik kanunlarını değiştirebilecek bu
açıklamanın onay alması ve yayınlanması bekleniyor.
Einstein ünlü İzafiyet Teorileri'nde (Genel ve Özel) zamanın maddeye bağlı
olduğunu onsuz bir anlam ifade etmeyeceğini açıkladı. Örneğin eğer ışık hızında
yakın bir hızda hareket eden bir roket içinde iseniz sizin için daha yavaş
geçecektir zaman... Zamanın izafiyeti makalesinde bu konu daha detaylı işlendiği
için burada es geçiyorum. Bu örneği belirtmemdeki sebep-ül esas zamanın her
şeyden bağımsız kendi halinde akıp giden bir olgu olmadığı aksine tamamen
maddeye ve mekana bağımlı olduğudur...
Bu noktada insanın aklına şöyle bir soru geliyor: "Zaman
yavaşlatılabiliyor ise durdurulamaz ve hatta geriye doğru hareket ettirilemez
mi?"
Teorik olarak zamanın durdurulması mümkün. Eğer hızınızı ışık hızına
çıkarabilirseniz sizin için artık zaman işlemeyecektir.
Teorik formül relativistik zaman formülüdür. Formüldeki v cismin hızı, c ise
artık kundaktaki bebeğin dahi bildiği ışık hızı, tr relativistik zaman, t ise
durgun haldeki zamandır. Eğer cismin hızı c ye eşit olur ise kök içi 1-1=0 olur.
t/0 ise matematiksel olarak tanımsızdır. Yani formül bize ışık hızında
zamanın tanımsız olacağını söylüyor. Diğer bir deyişle zaman mevhumu artık
ortadan kalkar o hıza ulaşıldığı zaman...
Ancak madde için ışık hızına ulaşmaktan söz
edemeyiz. Madde hızı için üst sınır ışık hızıdır.
Işık hızı
Işığın ve tüm diğer elektromanyetik
dalgaların boşluktaki hızı 299.792 kilometre\saniye dir. Latince celeritas
(hız) ismine adden "c" ile ifade edilir. Işığın hızı sadece vakum
ortamdayken c 'ye eşittir. Herhangi bir maddenin içinden geçerken (örneğin
su, cam vb.) hızı c 'den küçüktür. Işık hızının boşluk için formülü :

ki burada,
,
boşluğun manyetik geçirgenliği ve
,
boşluğun elektrik geçirgenliği
olarak alınır. Buradan boşluktaki ışık hızı hesaplanmış olunur. Diğer
ortamlar için ışık hızı şu şekilde formüle edilmektedir:

ki burada, μr ortamın bağıl manyetik geçirgenliği ve εr ortamın bağıl
elektrik geçirgenliği olarak gösterilmiştir.
Ana Sayfa /
Index /
Roket Bilimi /
E-Mail /
Astronomy /
Kuantum
Fiziği
/
UFO
Galerisi /
UFO Technology
|
|