Yıldızlararası Filminin Bilimsel Arkaplanı

Kerem Cankoçak - 17 Kasım 2014

 

Değerli bilim insanı, Doç. Dr. Kerem Cankoçak, hem fizik alanındaki çalışmalarıyla, hem de bilimin ve bilimsel olanın popüler alana daha fazla sirayet etmesi için başta Alfa Bilim dizisi editörlüğü olmak üzere farklı platformlarda entelektüel uğraşlar veren bir aydın. Şimdi de muhteşem bir yapım olan Yıldızlararası adlı sinema filmini Delikasap okuraları için Kip Thorne'un eseri üzerinden bizlere aktarıyor... Keyifle okuyacağınızı düşündüğümüz bu makalede, dayandığı bilimsel gerçekler açısından epey tartışma konusu olan; Nolan kardeşlerin yarattığı 3 saatlik epik uzay serüveni Interstellar'ın kafalarda bıraktığı soru işaretlerine son noktayı koymayı hedeflemiş oluyoruz! İşte Kerem Cankoçak, işte Delikasap!

Yıldızlararası Filminin Bilimsel Arkaplanı

Geçtiğimiz hafta vizyona giren Yıldızlararası (Interstellar) filmi, izleyeciler tarafından büyük beğeni aldı. Ayrıca filmin gerek içeriği, gerekse görsel yapısı, bilime yaptığı katkılarıyla da ses getirdi. Bu yazıda filmin kurgusuna pek dokunmadan, filmin bilimsel arka planına göz atmaya çalışacağız.

Filmin bilim danışmanı (ve aynı zamanda yapımcılarından olan) Kip Thorne ünlü bir fizikçi. Filmle aynı tarihte piyasaya bir kitap çıkardı: The Science Of Interstellar (Yıldızlararası'nın Bilimi). Alfa Bilim dizisinden basıma hazırlanan bu kitapta filmdeki hemen her bir sahne anlatılmış ve açıklanmış. Yerimiz dar olduğundan kitaptaki önemli yerleri aktaracağımız bu yazıda, mümkün olduğunca filmi anlamamız için gereken fizik alt yapısı verilmeye çalışılacak. Bu yazıdaki görsellerin bir kısmı, ikisi de Alfa Bilim dizisinden çıkmış olan Stephen Hawking'in Zamanın Kısa Tarihi ve John Gribbin'in Çoklu Evrenler kitaplarından diğerleriyse Kip Thorne'un kitabından alınmıştır.

Öncelikle Kip Thorne'dan söz edelim biraz. Amerikan Bilimler Akademisi, Ulusal Bilimler Akademisi, Rus Bilimler Akademisi, Amerikan Felsefe Derneği gibi en önde gelen bilim ve felsefe gruplarına üyeliği bulunan Prof. Thorne'un aldığı birçok ödülden birisi de 2009 yılında aldığı Albert Einstein Madalyası'dır. Prof. Thorne kütleçekim ve astrofizik konularında çalışmış ve California Teknoloji Enstitüsünde 2009 yılına kadar Feynman Teorik Fizik Profesörlüğü unvanını taşımıştır. Genel Görelilik Teorisi üzerine yazdığı yüzlerce makale ve kitapla dünyanın önde gelen araştırmacılarından biri olmuştur.

Kip Thorne'un danışmanlığında kurgulanan film baştan sona bilimsel kuramlara dayanmakta. Fantezi öğeleri yok filmde. Ancak bu bilimsel kuramların hepsi aynı türden değil. Kip Thorne Yıldızlararası'nın Bilimi kitabında bilimsel kuramları üçe ayırıyor: İlki, kanıtlanmış bilimsel gerçekler (görelilik kuramı, kuantum kuramı vb gibi). İkincisi ise henüz kanıtlanmasa bile kanıtlanacağına kesin gözüyle bakılanlar (örneğin henüz Mars'a insan gönderemediysek de yakın bir zamanda göndereceğimiz kesin). Üçüncü tür bilimsel kuramlarsa, diğer bilimsel kuramlarla çelişmeyen ancak henüz kanıtlanmamış kuramlar (sicim kuramları, 5 veya 11 boyutlu uzay-zaman vb gibi). Bu kuramların doğrulanacağına dair bir kanıt yok elimizde. Ancak diğer kuramlarla uyum içinde olduklarından bunlara fantezi veya hayal ürünü olarak bakamayız. Belki ilerde yanlışlanacaklar ve yerlerini başka kuramlara bırakacaklar ama şu anda bunları kullanarak evrene ilişkin bazı olguları açıklamaya çalışmakta bir sakınca yok. Sonuçta bu bir film, eğlenceli ve ufuk açıcı olması gerekiyor.

Filmin önemli bir kısmı bu üçüncü türden henüz kanıtlanmamış bilimsel kuramlara dayanıyor. Bunları anlatmadan önce, günümüz fiziğinin temellerini oluşturan kanıtlanmış kuramlara hızlıca bir göz atmamız gerekiyor.

I) Kanıtlanmış bilimsel kuramlar

Görelilik

Einstein'ın 1905'te ortaya koyduğu özel görelilik kuramının temel postülası, fizik yasalarının serbest hareket eden tüm gözlemciler için hızları ne olursa olsun aynı olması gerektiğidir. Aslında Newton'ın hareket yasalarında da yer olan bu fikir Einstein tarafından Maxwell'in kuramını ve ışık hızını da kapsayacak şekilde genişletildi. Buna göre tüm gözlemciler ne hızla hareket ederlerse etsinler ışık hızını aynı ölçmelidirler. Bu basit fikir, kütle ile enerjinin denkliği (E=mc2) gibi çığır açıcı sonuçlara yol açmıştır. Işık hızının yüzde 90'ıyla yol alan cisim durgun kütlesinin iki katına ulaşır. Cisim asla ışık hızına ulaşamaz, çünkü ulaştığında kütlesinin de sonsuz olması gerekir. Göreliliğin bir diğer önemli sonucu da uzay ve zaman hakkında tamamen yeni bir yaklaşım getirmiş olmasıdır. Eşzamanlılık diye bir kavram yoktur artık. Görelilik kuramı mutlak zaman fikrine son vermektedir. Her gözlemci kendi ölçümüne sahiptir ve farklı gözlemcilerin taşıdığı özdeş saatler aynı sonucu vermek zorunda değildir. Örneğin aynı yaştaki ikizlerden biri bir uzay gemisine binip, ışık hızına yakın bir hızda başka bir gezegene gitse, dünyadaki ikizinden daha genç olarak geri gelir. Bütün bunlar deneylerle kanıtlanmış bilimsel gerçeklerdir.

Uzayda bir kaynaktan belirli bir zamanda yayılan ışık sinyali zaman geçtikçe, boyutu ve konumu kaynağın hızından bağımsız olarak bir ışık küresi biçimindedir. Işık dalgası zaman geçtikçe büyüyen bir çember şeklinde genişler. Bu durumu biri uzay (x-ekseni) diğeri zaman (y-ekseni) olmak üzere iki boyutlu bir grafikte gösterirsek, sıfır noktasında (kaynakta) birleşen ve yukarıya doğru genişleyen bir üçgen elde ederiz. 4-boyutta çizemeyeceğimiz için uzay boyutunu ikiye indirip 3-boyutta çizersek bir koni elde ederiz (Şekil 1).


Şekil 1

Koninin üst kısmına olayın gelecekteki ışık konisi adı verilir. Aynı şekilde, ışık sinyalinin şimdiki zamana ulaşmayı başardığı olayların kümesine de geçmişteki ışık konisi denir.

Evrendeki tüm olayları üç sınıfa ayırabiliriz. Şimdiki zamanda bir O olayı olmuş olsun; ışık hızında veya ışık hızının altında bir hızla hareket eden etkiler yoluyla elde edilebilen olaylar, şimdiki zamanın geleceğinde yer alır. Şimdiki zaman sadece gelecekteki olayları etkileyebilir çünkü hiçbir şey ışıktan daha hızlı hareket edemez.
Benzer biçimde geçmişteki etkiler de ışık hızında veya ışık hızının altında hareket ederek şimdiki olaya ulaşması mümkün olan tüm olayların kümesi olarak tanımlanabilir. Şimdiki zamanın geleceği veya geçmişinde yer almayan olaylarsa, O noktasının dışında bir yerde yer alan olaylardır. Bu tür olaylarda olan biten şeyler, ne O'da olanları etkiler ne de O'da olanlardan etkilenir. Örneğin güneşin birden ortadan kalksaydı, bu şimdiki zamanda dünyada olanları etkilemezdi, çünkü güneşin ışığı veya kütleçekim etkisinin dünyaya erişmesi 8 dakika alır. Aslında evrene baktığımızda onu geçmişteki haliyle görüyoruz.

Buraya kadar anlattıklarımız Özel Görelilik kuramının konularıydı. Öte yandan 1915'te Einstein göreliliği kütleçekime de uygulayarak çok daha genel bir kuram elde etti: Genel Görelilik Kuramı. Einstein kütleçekimin diğer kuvvetler gibi bir kuvvet olmadığını, uzayzaman bükülmesinin sonucu olduğunu gösterdi. Gezegenlerin güneş etrafında dönmelerinin nedeni, uzayzamanın içerisindeki kütle ve enerjinin dağılımı nedeniyle bükülmüş olmasıdır. Bu olayı anlamak için jeodezik kavramını incelemeliyiz. Düz uzayda iki nokta arasındaki en kısa yol düz bir çizgidir. Ama kürenin yüzeyi gibi eğri bir uzayda jeodezik en kısa yoldur. Dünyanın yüzeyini düşünürsek, bir geminin okyanusta yol alırken izleyeceği en kısa yol (jeodezik) bir çemberdir (Şekil 2)

 


Şekil 2


Aynı şekilde ışık da uzayzamanda en kısa yolu izler. Dolayısıyla bükülmüş uzayda ışık eğri bir çizgi izleyerek hareket eder. Işık kütleçekim alanları tarafından bükülür.
Einstein'ın bu öngörüsü 1919 yılındaki güneş tutulması sırasında Eddington tarafından sınanmış ve doğrulanmıştır (Şekil 3).


Şekil 3



Genel görelilik kuramı ayrıca zamanın kütleçekime göre faklı aktığını da ortaya koyar. Tıpkı birbirine göre farklı hızlarda hareket eden sistemlerde zamanın farklı akması gibi, farklı kütleçekim etkilerine maruz kalan sistemlerde de zaman farklı akar. Örneğin zamanın dünya gibi kütleli bir cismin yakınında daha yavaş akar. Dünyaya uzak bir insan için, olayların gerçekleşmesi için yakındakinden daha uzun zaman gerekir. Kullandığımız konum ölçme sistemleri (GPS'ler), dünya yüzeyinden değişik yüksekliklerdeki saatlerin hızlarındaki farklılık, ve uydulardan gelen sinyaller temelinde işleyen çok hassas navigasyon sistemleriyle çalışmaktadır. Aksi takdirde hesap edilen konum birkaç kilometre yanlış çıkar.


Filmde bu nokta çok önem kazanıyor. Uzay yolculuğundaki mürettebat, çok büyük kütleli bir kara deliğin (Gargantua) yakınında bulunan bir gezegene iniş yaptıklarında, tıpkı uzay gemisiyle ışık hızına yakın bir hızda seyrediyorlarmış gibi zaman yavaşlamasına maruz kalıyorlar. Ancak filmin senaryosu gereği gereken dakikada 7 yıllık zaman farkını yaratmak için Kip Thorne Gargantua'yı neredeyse ışık hızında döndürmek zorunda kalıyor. Bu çok eğlenceli ayrıntıyı Yıldızlararasının Bilimi'nde okuyabilirsiniz.

 

Kuantum

1900-1930 yılları arası dünyayı algılayışımızı kökten değiştirecek üç kuram ortaya çıktı: özel görelilik (1905), genel görelilik (1915) ve kuantum mekaniği (1900-1926). Kuantum fiziği, cep telefonlarından DNA'ya her şeyin nasıl çalıştığını açıklayabilse de, gerçekte neden böyle olduğunun cevabını veremiyor. Buradaki temel gizem, bir elektronun iki delikten aynı anda geçmesi (diğer bir deyişle Schrödinger'in kedisi) paradoksu. Hangi delikten geçtiğine baktığınızda, elektronlar ekranda girişim deseni oluşturmaz, belli bir duruma 'çökerler'. Kopenhag yorumuna göre elektron gibi kuantum varlıklarının siz onlara bakmıyorken ne yaptıklarını sormak anlamsızdır. Bu yoruma göre, uzaydaki bir noktada, örneğin iki delikten birinde, gerçek gözlemden bağımsız olarak, elektronun nesnel varlığına verilebilecek herhangi bir anlam yoktur. Elektron sadece biz onu gözlemlediğimizde varlığa kavuşur gibi görünür (Şekil 4).

 


Şekil 4: Basit bir çift yarık düzeneği. Eğer gözlemci hangi elektronun nereden geçtiğini gözlemezse girişim deseni oluşur (üstteki durum); ama hangi elektronun nereden geçtiğini gözlerse girişim deseni oluşmaz (alttaki durum).


Çevremizde gördüğümüz her şey, hava, su, ateş ve toprak bir metrenin on milyarda biri büyüklüğündeki atomlardan; atomlar kendilerinden on bin kat küçük çekirdek ile bir milyar kat küçük elektronlardan; çekirdek ise kendinden on kat daha küçük nötron ve protonlardan oluşmaktadır. Atom çekirdeğindeki proton ve nötronlar ise temel parçacık olan kuarklardan meydana gelmektedir. Böylesi küçük varlıkların (mikrokozmos) davranışlarının günlük hayatta (makrokozmos) gözlemlediğimiz cisimlerden farklı olduğunu varsayıyoruz. Çok küçük boyutlarda geçerli olan kuantum mekaniği yasalarına göre, atomaltı parçacıkların konumları ne kadar yüksek hassasiyetle ölçülürse, hızları o kadar az hassasiyetle bilinebilir (Heisenberg belirsizlik ilkesi); hem dalga hem parçacık özellikleri gösterirler; devinim sırasında belli bir yörünge izlemezler; verilen bir durumdan diğerine geçerken gözlenemeyen ara durumlar geçirirler. Özetle, mikrokozmosa uyguladığımız doğa yasalarıyla, makrokozmosu değerlendirirken ortaya attığımız doğa yasaları arasında ontolojik bir kopuş söz konusu. Çünkü beynimiz makrokozmosta evrimleşti. Çevremizdeki olaylara tepki vermeye yönelik olarak evrimleşen zihnimiz, atom altı dünyasındaki günlük hayatta alışkın olmadığımız olguları yorumlamakta yetersiz kalıyor.

Evrenimiz aslında temelinde kuantize olmuş durumda. Evrendeki her şey (biz dahil) az ya da çok, rastgele dalgalanmakta. Küçük nesnelerdeki dalgalanmaları hassas aletlerle tespit edebiliyoruz. Ama büyük cisimlerde dalgalanma çok çok az olduğundan tespiti mümkün değil. Ancak söz konusu kütleçekim olduğunda ve kara delik ya da Büyük patlama gibi tekillikler söz konusu olduğunda kuantum dalgalanmaları temel rol oynamakta.

 

 
Şekil 5: Şekilde, farklı enerji seviyelerindeki atomlardaki elektron olasılıkları görülmekte.

Günlük hayatta yukarıda bahsettiğimiz etkileri gözlemleyemememizin nedeni, deneyimlediğimiz hızların ve kütleçekim alanlarının çok zayıf, boyutların ise çok büyük olmasıdır.

 

Karadelikler

Ama karadelikler için durum değişir. Kara deliklerde hem kütleçekim çok büyüktür ve karadelik tekilliklerinde kuantum mekaniğinin önemli etkileri olsa gerektir. Bu yüzden nasıl klasik fizik atomların sonsuz bir yoğunluk derecesinde çökmesi gerektiğini varsayarak kendi çöküşünü öngörüyorsa, klasik genel görelilik de karadeliklerdeki sonsuz yoğunlukta noktalar öngörerek bir anlamda kendi kendini çökertir. Bu nedenle fizikte yeni bir kurama, genel görelilikle kuantumu birleştiren bir kurama ihtiyaç vardır. Böyle bir kuramın sahip olması gereken bir dizi özelliği biliyoruz. Ama önce kara deliklerin özelliklerine göz atalım.

Aslında kara delik fikri genel görelilikten çok daha eskidir. İngiliz fizikçi John Michell 1783 yılında, yeterli ölçüde yoğun ve kütleli bir yıldızın ışığın kaçamayacağı yeğinlikte bir kütleçekim alanına sahip olacağını öngörmüştü.
Bugün bu tür cisimlere kara delik diyoruz, çünkü bu cisimlerden hiç bir şey kaçamaz. Şüphesiz o yıllarda ışığın kütleçekimden nasıl etkilendiğine dair bir fikir yoktu. Ama 1915'te Einstein'ın genel göreliliği ortaya koymasından bu yana kütleçekimin ışığı nasıl etkilediğine ilişkin tutarlı bir kuramımız var.

Bir kara deliğin nasıl oluştuğunu anlayabilmek için öncelikle bir yıldızın yaşam döngüsüne bakmamız gerekir. Bir yıldız, kütleçekim kuvveti nedeniyle çok büyük miktarda hidrojenin kendi üzerine doğru çökmeye başladığında biçimlenir ve atomlar birbirleriyle daha sık ve daha yüksek hızlarda çarpışmaya başlayarak yıldız ısınır. Sonunda öyle sıcak bir hale gelir ki, hidrojen atomları çarpıştıklarında artık birbirlerinden sekmez, bunun yerine helyumu oluşturacak şekilde kaynaşırlar. Füzyon adı verilen bu tepkimede serbest kalan ısı, yıldızın parlamasını sağlar. Bu ısı, gazın basıncını kütleçekim etkisini dengelemeye yeterli olana dek arttırır ve gazın büzüşmesi durur. Tıpkı bir balonu üfleyerek şişirmeye başladığımızda, balonu genişletmeye çalışan içerideki havanın basıncı ile balonu küçültmeye çalışan lastikteki gerilim arasındaki denge gibi, yıldız da bir süre sonra genişlemesini durdurur. Ancak en sonunda yıldız hidrojenini tüketir ve soğumaya, dolayısıyla da büzüşmeye başlar. Bir yıldızın kütlesi Chandrasekhar sınırından azsa, büzüşme durur ve beyaz cüceye dönüşür. Öte yandan Chandrasekhar sınırının üzerinde bir kütleye sahip olan yıldızlar, yakıtlarının sonuna geldiklerinde kara deliğe dönüşebilirler.

Güneş'in kütlesinin 5-10 katı kadar kütlesi olan bir yıldız düşünün. Birkaç milyar yıllık yaşam süresi boyunca hidrojeni helyuma dönüştüren yıldızın merkezinde üretile ısı yıldızı kendi kütleçekimine karşı desteklemeye yeterli basınç yaratacaktır. Ancak yıldız nükleer yakıtını bitirdiğinde, dışa doğru basıncı koruyacak hiçbir şey olmayacak ve yıldız kendi kütleçekimi nedeniyle çökmeye başlayacak, büzüldükçe yüzeydeki kütleçekim alanı güçlenecek ve kaçıp kurtulma hızı artacaktır. Yıldızın yarıçapı otuz kilometrenin altına inene kadar kaçıp kurtulma hızı saniyede 300.000 kilometreye, ışığın hızına kadar artmış olacaktır ve sonra yıldızdan yayılan herhangi bir ışık sonsuzluğa kaçamayacak, kütleçekim alanı tarafından çekilecektir. Böylelikle yıldız kara deliğe dönüşmüş olur. Kara deliğin sınırına olay ufku denir ki, yaklaşık on Güneş kütlesi kadar kütlesi olan bir yıldız için bu sınır yaklaşık otuz kilometredir (Şekil 6).

 


Şekil 6


Roger Penrose ve Stephen Hawking'in çalışmaları, genel görelilik uyarınca bir kara deliğin içerisinde sonsuz bir yoğunluğa ve uzayzaman bükülmesine sahip bir tekilliğin olmak zorunda olduğunu gösterdi. Bu Büyük Patlamadaki duruma benzer tekillikte bilimsel yasaların ve bizim geleceği öngörme becerimiz geçersizleşir. Ancak kara deliğin dışında kalan bir gözlemciye tekillikten ne ışık ne de başka bir sinyal ulaşabildiğinden bu durumdan etkilenmez. Kara deliğin dışında kalan gözlemciler tekillikte oluşan öngörülebilirlik kırılmasının sonuçlarından korunmaktadırlar. Olay ufku, kara deliği çevrelemiş tek yönlü bir filtre gibidir. Cisimler, olay ufkundan geçerek kara deliğe düşebilir, ama hiçbir şey kara delikten çıkıp olay ufkundan geçerek dışarı çıkamaz.


Kara delikler doğrudan gözlemlenemezler ama çevresindeki yıldızları içine çekerken oluşturdukları görüntüler saptanabilir. Kütleçekimsel mercek etkisi adı verilen bu durum da filmde isabetli bir şekilde veriliyor. Einstein'ın Görelilik kuramının ortaya koyduğu kara delik yapısının, gerçeğe en yakın gösterimi bu filmde yapılmış. Hatta bu film için hazırlanan görseller yeni bir bilimsel keşfe bile yol açmış.

 


II) Kanıtlanmamış bilimsel spekülasyonlar

Sicim kuramları ve zaman yolculuğu

İşte filmin ana teması da aslında kara deliğin içinde neler olup bittiğini bilmememize dayanmakta. Kara deliklere ilişkin alternatif fizik modelleri vardır. Bu modellerden bazıları kuantum kuramıyla kütleçekimi birleştiren kuantum kütleçekim kuramlarıdır ki, en popülerleri arasında sicim kuramları yer alır.
Sicim kuramına göre madde, titreşen sicim benzeri nesnelerden ve uzay da ekstra gizli boyutlardan oluşur; bilinen her parçacık aslında salınan küçük bir sicimdir ve sicimler farklı şekillerde salınarak farklı parçacıkları meydana getirirler. Ufak sicimlerin yanı sıra kozmik sicimlere benzeyen çok büyük sicimlerin de olması olasıdır. Bu kuram doğada gözlenen sayısız temel parçacığı tek bir nicelikle, sicimle açıklayabildiği için güzel bir kuramdır. Sicimler kesin, kuantize olmuş hareketlere sahip olarak titreşir ve dönerler; böylece her yeni kuantize durum kütle, yük ve spin gibi bir dizi fiziksel özellik ortaya çıkartır. Fotonları ya da gravitonları tanımlayan sicimlerin ufak parçaları yaklaşık olarak bir protonun çapının bir trilyonda birinden daha küçüktür ve o nedenle de günümüz teknolojileriyle saptanamazlar. Sicim kuramı kütleçekimi de açıklayabildiği için çok başarılı bir kuramdır ama henüz spekülasyon düzeyindedir, kanıtlanamamıştır. Yine de sicim kuramı, sonsuzlukları barındırmayan bir kuantum kütleçekim kuramını otomatik olarak kapsar. Sicimin iki parçası çarpıştığında, birleştiğinde ve parçalara ayrıldığında meydana gelen olayların hesapları sonlu değerler verir. Hiçbir tekillik ya da sonsuzluk yoktur.


Başlangıcı 1968'e dayanan sicim kuramının modern versiyonu Edward Witten'ın fikirlerine dayanır ve bu bize yeni bir kuantum kütleçekim kuramı sunar. Sicim kuramının bu versiyonunda sıradan üç boyutlu evren, deneyimlenemeyecek dördüncü bir boyut boyunca uzanan ince bir boşluk sayesinde birbirlerinden ayrılır. Atomlar ve ışık, içinde yaşadığımız uzayın yüksekliği, genişliği ve derinliği boyunca hareket edebilir ama ekstra boyutta hareket etmeleri sicim kuramı yasalarınca yasaklanmıştır. Diğer evren de ekstra boyutta hareketleri yasaklanmış kendine has madde ve ışığa sahiptir ve bu iki evren birbirleriyle kütleçekim sayesinde etkileşebilirler. İşte filmde de Cooper'ın geçmişiyle haberleşebilmesi bu sayede gerçekleşir.


Modern sicim kuramlarında (ya da M-kuramlarında) uzayzamanın alışıldık dört boyut yerine, on bir boyuta ihtiyaç vardır. Böylece ek uzayzaman boyutlarının varlığı bize bilimkurgusal bir malzeme sunar ve bu sayede genel göreliliğin normal sınırlaması olan ışıktan hızlı ve zamanda geriye doğru seyahat edilememesinin üstesinden gelinir. Zaman yolculuğunun ana fikri, bu fazladan boyutlardan geçen bir kestirme yoldan gitmektir. Bu durumu şöyle kafamızda canlandırabiliriz. İçerisinde yaşadığımız uzayın sadece iki boyutlu ve simit (torus) yüzeyi gibi olduğunu düşünün (Şekil 7). Simitin iç tarafındaysanız ve diğer taraftaki bir noktaya gitmek istiyorsanız, simitin iç kısmını dolaşarak gitmeniz gerekir. Oysa üçüncü boyutta yolculuk edebiliyor olsanız, doğrudan karşıya geçerdiniz.

                                                                          

Şekil 7

Yıldızlararası filminin bilim danışmanı Kip Thorne'un bilimkurguya kazandırdığı solucan deliği fikri de buna benzer. 1984'te Carl Sagan'a Mesaj romanı için verdiği solucan deliği fikri o günden bu yana bilimkurgunun vazgeçilmez unsuru haline gelmiştir. Gerek diğer bilimkurgu romanlarında ve filmlerinde gerekse Yıldızlararası'nda ışıktan hızlı seyahat için solucan deliği kullanılır. Bir solucan deliği, yukarıdaki simit örneğinde olduğu gibi, uzayzaman düzleminin bir noktasını tamamen ayrı bir bölgedeki bir diğer noktasına doğrudan bağlayan geçittir. Basitçe bir kağıdı elinize alıp, iki kenarını birbirine değecek şekilde katladığınızda, birbirine değen uçlar arasında seyahat edebilmeniz şeklinde görselleştirilebilir (Şekil 8). Şekilde görüldüğü gibi, normal de 25 ışık yılı mesafedeki Vega'ya gitmemiz için bir solucan deliği kullanırsak neredeyse Vega'ya anında ulaşırız.

 

                                    

Şekil 8

Elbette, bizi böyle bir yolculuğa çıkartabilecek bir makine inşa etmek oldukça zordur ve bunu sağlayacak teknoloji bugün var olan her şeyden çok daha farklı olacaktır.

Witten'ın M-teorisi titreşen sicimler yerine, titreşen zarları koyar. Bir nokta bir 0-zar'dır, bir çizgi (veya sicim) bir 1-zar'dır, bir tabaka bir 2-zar'dır, ve görsellemesi zor olsa da, daha yüksek boyutlarda özdeş yapılar bulunmaktadır: 3-zar, 4-zar, vs. İşte bu kuram evrenin başlangıcı sorununa da bir açıklama getirir. Ovrut, Steinhardt ve Turok bu kuramı evrenin başlangıç soruna bir çözüm olarak kullandılar ve Büyük Patlamanın birbirine çarpan zar evrenler ile başlamış olabileceğini önerdiler. Buna göre, sonsuz sayıda evren-zarlar birbirleriyle çarpıştıklarında (Şekil 9) bizim Büyük Patlama dediğimiz şey gerçekleşir ve içinde yaşadığımız evren genişlemeye başlar. Öte yandan başka yerlerde, başka boyutlarda da sonsuz sayıda Büyük Patlamalar gerçekleşmekte ve sonsuz sayıda başka evrenler de ortaya çıkmakta.


Şekil 9: Çarpışan zar-evrenler

Bütün bu bilgilerin ışığında filmin en zor anlaşılan kısmına gelebiliriz. Kara deliğin içinde ne var? Nasıl oluyor da filmin kahramanı başka bir boyuta (ve zamana) geçebiliyor ve bizim yaşadığımız boyutu (ve zamanı) etkileyebiliyor? Şüphesiz işin bu kısmı spekülatif bilime giriyor. Ancak bunun bilimsel bir spekülasyon olduğunu ve her ne kadar kanıtlanmasa da diğer bütün kanıtlanmış bilimsel kuramlarla uyum içinde olduğunu hatırlatalım. Uzayzamanın bükülebildiğini yukardaki paragraflarda anlatmıştık. Bu konuda kimsenin bir şüphesi yok. Ancak bu bükülme iki şekilde gerçekleşebilir. 1-) İçinde yaşadığımız 4-boyutlu uzayzamandan başka bir boyut yok ve bükülme uzayzamanın kendisinin bükülmesidir. Büyük Patlamadan bu yana genişleyen evren de, bütün uzayzamanın genişlemesi şeklinde gerçekleşiyor. Tıpkı bir balon gibi ama balondan başka bir şey yok. Klasik cevap bu ve bu cevap yakın zamana kadar bütün fizikçilerin ortak görüşüydü. 2-) Ancak bir açıklama daha var ki, özellikle 1980'lerden sonra kuantum kütleçekim kuramlarının çeşitlenmesiyle birlikte, sicim kuramları, M-kuramı gibi popüler kuramlar tarafından benimsenmekte. O da şu: içinde yaşadığımız uzayzaman, yığın [bulk] adı verilen bir beşinci boyut (diğer tüm boyutları 5. boyut gibi düşünelim) içinde bükülmekte. Dolayısıyla bu açıklamaya göre, "evrenimiz neyin içinde genişliyor?" sorusuna verilecek yanıt:, "yığının içinde ya da 5. boyutun içinde genişliyor" olacaktır. Bu yeni kuramlara göre bizim içinde yaşadığımız evren bu yığının için de bir zardır [brane] (Şekil 10).

 

Şekil 10: 4-boyutlu uzayzamanımızı 2-boyutta canlandırmaya çalışırsak elde edeceğimiz resim şekildeki gibi bir zar [brane] olacaktır. Yığın [bulk] ise buna dik bir 5. boyuttur. Şekildeki "dışarı-içeri" ["out-back"] yönü, zardan yığına olan yöndür.


Ayrıca bu kuramlara göre, kütleçekimi hariç diğer bütün kuvvetler (elektromanyetizma, zayıf ve yeğin nükleer kuvvetler) bizim zarımız içine hapsolmuş durumdalar. Sadece kütleçekim boyutlararası geçiş yapabilmekte.

Yıldızlararası filmi, yığının [bulk] var olduğu varsayımına göre kurgulanmış. Öte yandan eğer yığın varsa o zaman kurama göre mutlaka "bükülmüş" olmalıdır. Teknik olarak söylersek, eğer yığın (5. boyut) bükülmüş olmasaydı, kütleçekim ters kare yasasına değil ters-küp yasasına göre davranırdı. Diğer bir ifadeyle, güneşle gezegenler arasındaki kütleçekim kuvveti mesafenin küpüyle ters orantılı olurdu ve bu durumda gezegenler güneşin etrafında dolanmak yerine uzaya dağılıp giderlerdi.
Şimdi 2-boyutta gösterdiğimiz 4 uzayzaman boyutlu zarımızdaki boyutları 1-boyuta indirelim (Kuzey-Güney) ve ortadaki kalın çizgiyle ifade edelim (Şekil 11).

 


Şekil 11


Şekil 11'in ortasındaki mavi diskte küçük bir parçacığın kütleçekim alanı betimlenmekte. Kırmızı çizgiler kuvvet çizgilerinin "dışarı-içeri" [out-back] yönünde yığına sızmasını gösteriyor. Mavi diskin içinden yayılan kütleçekim kuvvet çizgileri, diskin dışına çıktıklarında Kuzey-Güney [North-south] yönüne paralel olurlar ve "dışarı-içeri" yününe gitmezler. Böylelikle Newton'ın ters kare yasası da tekrar sağlanmış olur.
Kuantum kütleçekimi anlamaya çalışan fizikçiler, ekstra boyutların mikroskobik boyutlarda olduklarını ve kendi üzerlerine katlandıklarını düşünürler. Bu da kütleçekimin çok hızlı yayılmasını engeller. Ancak Yıldızlararası filminde bir spekülatif adım daha atılmış ve bu boyutlardan en az birinin kendi üzerine katlanmadığı varsayılmış. Bunun nedeni de filmin kahramanına yer açmak. Cooper filmin sonunda teserakt adı verilen 4-boyutlu bir küpün içine düşüyor.

1999 yılında Lisa Randall ve Raman Sundrum kütleçekimin yığının içine yayılmasını önleyen bir yol buldular. Randall'ın Warped Passage [Bükülmüş Geçitler] kitabında (Alfa Bilim dizisinden basıma hazırlanmakta) anlatılan teknik detaylara değinmeden, buna Anti-deSitter bükülmesi adı verildiğini söyleyelim. Özetle belirtirsek, Anti-deSitter bükülmesi kuantum dalgalanmalarından kaynaklanmakta.
Şimdi, mikroskopik bir tesearkta yaşayan iki mikrobu gözümüzde canlandıralım. Bunlar birbirlerinden 1 km mesafede olsunlar ve dik açılarla kendi zarları terk edip yığının [5. boyut] içine girsinler (Şekil 12).

 


Şekil 12

Bu mikroplar 1 mm yol aldıklarında, Anti-deSitter (AdS) bükülmesi nedeniyle aralarındaki mesafe 10 kat küçülür, 100 m'ye iner ve yol almaya devam ettiklerinde aralarında mesafe de küçülür. Bu küçülme nedeniyle de, zarımızın dışındaki 5. boyutta kütleçekimin yayılacağı fazla bir yer kalmaz.
Bu nedenle, aslında Cooper'ın teserakta gezinebileceği pek yer yoktur. Ama Kip Thorne bu problemi kendi zarımızı AdS bükülmesinin içinde bir sandviç gibi tasarlayarak çözer. Sandviçin içinde ortadaki bizimki olmak üzere üç zar vardır ve sandviçin dışında yığın bükülmüş değildir. Dolayısıyla sandviçin dışında her türlü bilimkurgusal senaryoya izin verecek bir alan kalır. Sandviçin kalınlığının 3 santimetre olması bütün gözlemlenir evreni kapsaması için yeterlidir!


Şekil 13


Cooper'ın içinde gezindiği 4 boyutlu küp [teserakt] hakkındaki teknik detayları Kip Thorne'un kitabında okuyabilirsiniz. Burada kütleçekim dalgalanmaları önemli bir yer tutmakta. Filmde de kütleçekim anomalileri olarak karşımıza çıkıyorlar.

Aslında kütleçekim anomalileri çok eski bir kavram. Newton kuramına uymayan Merkür'deki anomali Einstein kuramıyla halledilmişti. Daha modern bir anomali kara madde kavramını kattı bilim dünyasına. Henüz kara maddenin ne olduğu çözülebilmiş değil. 1998'de çok daha çığır açıcı bir anomali evrenin hızlanarak genişlediğini göstererek kara enerji ismini aldı. Kara enerjinin de ne olduğunu bilmiyoruz. Filmdeki anomalilerse zaten varlığını bildiğimiz gelgitsel kütleçekimdeki açıklanamayan farklılıklar. NASA'daki profesör bunlara 5. boyuttakilerin yol açtığından şüpheleniyor. 5. boyuttaki yığın alanının böylesine gelgitsel kütleçekim anomalilerine yol açması mümkün.

 

Tekillik

Kuantum dalgalanmalarını bir kenara bırakırsak, Einstein'ın çok iyi anlaşılmış görelilik yasalarını elde ederiz. Bu yasalar uzayzamanın örneğin bir kara delik etrafında nasıl büküldüğünü betimler. Ancak kuantum dalgalanmalarını işin içine katmadan doğru bir kuantum kütleçekim kuramı elde etmek de mümkün değildir. Çünkü Einstein yasaları Büyük Patlamanın başlangıcı ya da kara deliğin içi gibi yerlerde çalışmaz. Tekillik, uzayın ve zamanın bükülmesinin sınırsız olduğu yerdir.

 

                                                                                     

Şekil 14: kuantum köpüğü


Tekillik, Einstein yasalarıyla kuantum kuramının birleştiği yerdir. İşte o nedenle kara deliğin içinde neler olup bittiğini anlamak, kuantum kütleçekim kuramını kurtaracak olan bir bilgidir. Filmde de bu bilgiye erişmek için kahramanlarımız kara deliğin içine dalmaktalar.

1990'lardan bu yana fizikçiler kara delikler hakkında daha çok şey bildiklerini düşünüyorlar. Her ne kadar bu kuramlar doğrudan deneylerle veya gözlemlerle kanıtlanmamış olsa da, diğer kuramlar ve gözlemlerle uyum içindeler. Eskiden sadece BKL tipi tekillikler bilinirdi. Belinsky, Khalatnikov, ve Lifshitz isimli Rus fizikçilerin adını verdiği BKL tipi tekillikler yüksek düzeyde kaotiktir. Böyle bir kara deliğin içine girmeniz tavsiye edilmez. Eğer kazara böyle bir kara deliğin içine düşerseniz atomlarınıza ayrılırsınız. Rus fizikçiler kara deliğe düşen birinin kaderini öngörebiliyorlar ancak tek bir konuyu bilemiyorlar: atomların kaderi. Ne onlar ne de başka hiç kimse günümüzde kara deliğe düşüp de parçalanan bir cismin atomlarının ne olacağını öngöremiyor.

 


Şekil 15

1991 yılında Eric Poisson ve Werner Israel, Einstein denklemleri üzerine çalışırken ikinci tipte bir tekillik keşfettiler. Bu tekillik kara delik yaşlandıkça büyüyordu. Nedeniyse, kara deliğin içinde zamanın olağanüstü yaşlanmasıydı. Eğer Gargantua gibi kara deliğin içine düşerseniz, sizinle birlikte gaz, toz, ışık vb gibi birçok başka şey de girer. Bütün bunların kara deliğe girmesi, dışarıdan bakan bir gözlemci için milyarlarca yıl alır. Ama kara deliğin içindeki biri için bir saniyeden kısa bir süredir bu. Dolayısıyla böyle bir kara deliğin içine girerseniz, bütün bu maddelerin ışık hızına yakın bir hızla, ince bir tabaka halinde üzerinize doğru düştüğünü görürsünüz. Bu tabaka uzayzamanı bozan yoğun gelgitsel kütleçekim kuvvetleri yaratır. Gelgit kuvvetleri sonsuza kadar büyürken tekillik oluştururlar. Sonuçta "içeri doğru tekillik" meydana gelir (Şekil 16).

 


Şekil 16

Gelgit kuvvetleri bir yandan çekip bir yandan sıkıştırdığından, tekilliğe ulaştığınızda net kuvvet sonsuz değil sonlu olur ve hayatta kalma şansınız olabilir (Şekil 17).

 


Şekil 17


2012'de Donald Marolf ve Amos Ori üçüncü tipte bir tekillik keşfettiler. Sizden önce kara deliğe düzen gaz, toz, ışık, kütleçekim dalgaları vb gibi şeylerin yarattığı "dışarı doğru tekillik" adı verilen bu tekillik de kara delik yaşlandıkça büyür. Bunların küçük bir bölümü kara deliğin içindeki uzay ve zaman bükülmeleri sonucu size doğru yansır. Bu yansıma, zaman yavaşlaması yüzünden bir şok cephesi gibi sıkıştırılmıştır Yine gelgit kuvvetleri oluşturur ve sonsuzluğa doğru büyüyerek tekillik oluştururlar. Ama bu defa söz konusu olan "dışarı doğru tekillik"tir. Bu tür bir tekillik içinde de sağ kalma şansınız vardır (Şekil 18).

 


Şekil 18

Sonuç olarak, filmin kahramanı yarattığı "dışarı doğru tekillik" tipindeki bir tekillik içine düşerek dört boyutlu küp olan teserakta girer ve kütleçekim anomalileri yaratarak geçmişe haber gönderir. Bütün bunlar fantezi değil, şu anki bilimsel bilgilerimizle olası senaryolar. Ama şüphesiz kanıtlanmış bilgiler değil bunlar. Filmden zevk almanız dileğiyle.

----------------------------------------------------------------------------------------

 [ Yıldızlar Arası (Interstellar) isimli film üzerinde çalışırken baş yapımcı Kip Thorne, aynı zamanda kurgunun kalbinde yer alan bir kara deliği yaratmaktan sorumluydu. Kendisi de bir teorik fizikçi olduğu için, tam olarak gerçekçi olmasını ve filme gideceklerin de gerçek bir karadeliğe yakın hissetmelerini sağlamaya çalıştı. Öte yandan film yönetmeni Christopher Nolan, karadeliğin görsel açıdan baş döndürücü olmasını istiyordu. Ana görselden de görebileceğiniz gibi, estetik söz konusuysa ekibin amaçlarına ulaştığını söyleyebiliriz. Ancak daha ilginç olanı, bu karadeliğin yaratılmasının gerçekten de bilimsel bir keşfin önünü açtığıdır!

 
Kısaca özetlemek gerekirse, konu edinilen karadeliği isabetli bir şekilde üretmek isteyen Kip Thorne, görsel efekt ekibinin kullandığı veri işleme yazılımının hesaplamak için kullanacağı yepyeni bir set denklem çıkarmak zorunda kaldı. Sonuç ise, bir solucan deliğinin (veya karadeliğin) uzayda neye benzeyeciğini gerçekten de yansıtabilen bir denklem dizisiydi!

 
Bunu yapmak kolay değildir. Çünkü karadelikler etraflarındaki tüm ışığı emerler, uzay-zamanı bükerler ve X-Işını teleskopları haricinde tüm teleskoplar için görünmezdirler. X-Işını teleskopları da, onların periyodik olarak saçtığı enerjiyi yakalayabilmektedir. Ancak 30 kişilik ekibiyle yıllar boyunca binlerce bilgisayarla çalışmış olan Thorne ve özel efekt takımı, tamamen gerçekçi bir sonuca ulaşmayı başardı.

 
Tamamen bilimsel prensiplere dayanacak olursak, bir karedelik ışık hızına yakın bir hızda dönmektedir ve Evren'in parçalarını da kendisiyle birlikte sürüklemektedir. Bir zamanlar yıldız olan bir gök cisminin tekillik yaratacak şekilde kendi üzerine çökmesiyle oluştuğu düşünüldüğünde, bir karadeliğin etrafında onu sarmalayan bir ışık ağı bulunur. Bu ışık, karadeliğin üstünde ve altında simetrik bir şekilde dağılıyor gibi gözükür.

 
Bu ışık diskini yaratmak isteyen ekip, öncelikle düz ve çok renkli bir halka yarattılar ve onu, tasarladıkları hızla dönen karadeliğin etrafına yerleştirdiler. Sonrasındaysa, oldukça garip ve ilham verici bir şey yaşandı. Oscar Ödüllü Double Negative efekt firmasından kıdemli yönetici Paul Franklin, şöyle anlatıyor:

 
"Karadeliğin, etrafındaki uzayı bükerken, birikim diskini de büktüğünü gördük. Dolayısıyla kara bir deliğin etrafında Satürn'ün halkaları gibi gözükmektense, ışık fotoğrafta gördüğünüz gibi bir hale yaratıyor."

 
Thorne Diyagramı

 

 
Double Negative ekibi bunun yazılımdaki bir hatadan kaynaklandığını düşündü. Ancak Thorne, onlara sunduğu matematiksel denklemlerin yapısı gereği bunun oluştuğunu ve modellerinin doğru olduğunu keşfetti. Şöyle söylüyor:

 
"Bu bizim gözlemsel verimizdir. Bu, doğanın nasıl davrandığıdır. O kadar... Sadece bu veriden yola çıkarak en az 2 makale yazabileceğimi düşünüyorum."

 
Ancak bundan da önemlisi, uzun zamandır bilimle uğraşan ve uzay ile fiziğin sırlarına aşık olan Thorne, büyük bir kitleye gerçek ve isabetli bir bilimsel olgudan bahsedebilecek olmanın heyecanını yaşıyor. Film, Türkiye'de 7 Kasım 2014'te vizyona girdi.

Çeviren: ÇMB (Evrim Ağacı)  / Kaynak: Universe Today] 

--------------------------------------------------------------------------------------



Tarih: 12 Kasım 2014 | Yazar: Seçil Çetinkaya

Interstellar (Yıldızlararası)

Bu film çarpık uzay-zaman, gerçekliğin kumaşındaki delikler ve yer çekiminin ışığı nasıl büktüğü ile ilgili. Aynı zamanda insan doğası, bağlılık, umut ve vazgeçmeme ile de ilgili.
 


Yakın gelecekte dünya artık yaşaması zor bir yerdir. Küf adı verilen belirtiler gösteren ve tarımı öldüren bir salgın sebebiyle kıtlık yaşanmaktadır. İklim değişikliği sebebiyle de dünya eskisi kadar yağış almamakta sürekli toz fırtınaları oluşmaktadır.

Hayatta kalmaya çalışan insan ırkı kıtlığı yenmek için yeniden tarım toplumu haline dönüşmüştür. Teknolojik gelişim ve diğer gezegenlerde yaşam aramak artık bir lükstür. Çoğunluk umudunu geriye kalan tohumlara bağlamıştır. Eski bir NASA test pilotu olan Cooper da hayallerinden vazgeçip iki çocuğu ve kayın pederi ile mısır yetiştirmek zorundadır. Cooper’ın kızı Murph odasındaki hayaletin ona bir şeyler anlatmaya çalıştığına kimseyi inandıramaz. Babası gibi bilime meraklı olduğundan hayaletin varlığını bilimsel yollarla kanıtlamaya çalışır. Artık halktan destek göremediği için çalışmalarını gizli yürüten NASA Satürn yakınlarında keşfettiği bir solucan deliği sayesinde Lazarus projesini başlatır. NASA 12 gönüllü bilim insanını başka bir galaksiye yaşanabilir dünyalar aramak için göndermiştir. Yaşanabilir olması muhtemel 3 gezegen keşfi NASA’yı umutlandırır. Şimdi yapılması gereken bu üç gezegene gidip verilerin doğruluğunu kontrol etmektir. A planı dünyadaki insanları yaşanabilir gezegene taşımak B planı ise bu gezegende yeniden yaşam başlatmaktır. NASA’nın pilotluk teklifini kabul eden Cooper A planının gerçekleşmesini ve çocuklarını kurtarmayı ümit etmektedir.

Carl Sagan’ın romanından uyarlanan Mesaj filminin de yapımcılığını üstlenen Lynda Obst ve teorik fizikçi Kip Thorne’un beraber çalışması ile ortaya çıkan fikir önce Steven Spielberg’in elinden geçmiş. Daha sonra Christopher Nolan ve kardeşi Jonathan’ın projeyi devralmasıyla çalışmalar başlamış. Jonathan senaryoyu yazabilmek için üniversitede izafiyet dersleri almış. Christopher da boş durmayıp NASA’yı ziyaret etmiş. Çalışmaları filme ilham kaynağî olan teorik fizikçi Kip Thorne hem bilimsel danışman hem de yapımcı rolünü üstlenmiş. Interstellar’ın çekimleri 2013 son çeyreğinde Kanada, İzlanda ve Los Angeles’da gerçekleşmiş.




Çalışmaları filme ilham kaynağı olan teorik fizikçi Kip Thorne hem bilimsel danışman hem de yapımcı rolünü üstlenmiş.

Çılgın bir Christopher Nolan hayranı değilim. Ne Batman serisi ne de Inception favori filmlerim arasında değil. Bu yüzden tarafsız olarak söyleyebilirim ki Interstellar bu sene izlediğim en iyi film olmanın yanında uzun zamandır izlediğim en iyi bilim kurgu filmiydi. Bilim kurgu, dram ve yeri geldiğinde komediyi de tam dozunda kullanıp beklentimi boşa çıkarmadı.

Toz Kovası (Dust Bowl)

Dünya’daki insanların zor durumda olduğunun göstergesi sadece bir kasaba hatta bir aile üzerinden anlatılmış. Filmle ilgili eleştirilerde bu duruma çok fazla yüklenilmiş. Bence buhranı, filme konu olan tek bir aile üzerinden anlatmak oldukça mantıklı. Çünkü bu bir distopya filmi değildi. Çeşitli insanların acılarını ve dünyanın gelmiş olduğu durumun sonuçlarını farklı gözlerden görmek bize bir şey kazandırmayacaktı. Kişi sayısı azaltılarak onların aralarındaki ilişki ve bağlılık ön plana çıkarılmış.

Filmde yer alan toz fırtınaları Amerika’nın Büyük Buhran döneminde yaşanan kuraklıktan ilham alınmış. 1930’larda ekonomik kriz yaşanırken bir yandan da kuraklık ve rüzgar erozyonunun önlenememesi sebebiyle toprak toza dönüşmüş. Kirli 30’lar olarak da anılan bu dönemde yaşayan insanlarla çekilen 2012 tarihli The Dust Bowl belgeseli Christopher Nolan’a ilham olmuş. Interstellar’da kullanılan röportaj sahneleri de bu belgeselden alınmış.
interstellar-dust

Tozlu Dünya
Murphy’nın Kanunları


Filmde Cooper’ın kızını canlandıran Murph adını mühendislerin çok iyi bildiği Murphy kanunlarının sahibi Edward Murphy’den almış. Filmde önemli karakterlerden biri hatta belki de en önemlisi olan Muprh’e bu isim öylesine verilmemiş. Murphy Kanunları filmin vermek istediği mesajlarla çok iyi uyum sağlıyor. Filmi izledikten sonra kanunların her birini okuyup filmden bazı karelerle eleştirebilirsiniz.

Murph hem karakter olarak hem de görünüşü itibariyle Mesaj filmindeki Eleanor Arroway’e benziyor. Ellie daha kendinden emin ve duygusal yanı zayıf bir karakter olmasına rağmen bilime olan tutkuları ve inatları çok benziyor. Murph’ın büyümüş haline filmde yeterince yer verilmediğini düşünüyorum. Babasına olan özlemi ve kırgınlığı dışında özel hayatından ve alışkanlıklarından biraz daha ipucu verilebilirdi. Bunun yanında zaten filmdeki hiçbir karakteri bireysel olarak inceleme fırsatı verilmese de aralarındaki sevgi ve bağlılık üzerine yüklenilmiş.
murph

Jessica Chastain, Murph’ü canlandırıyor
Dylan Thomas’ın Şiiri


Profesör Brand’ın film boyunca ağzından düşürmediği Dylan Thomas şiiri de tıpkı Murphy Kanunları’nda olduğu gibi filmin farklı öğeleri ile uyuşuyor. “Öfkelen ışığın ölümünün karşısında” dizesi bana hem sonu gelen dünyayı hatırlatırken hem de kara delik içinde kaybolan ışığı hatırlattı. Ayrıca şiirin son dizesi ile Murph’ün babası ile vedalaşması da uyum içerisinde. Zaten Dylan Thomas da bu şiiri babası için yazmış. Filmde Profesör Brand’ı canlandıran Michael Caine’in şairi yakından tanığını da belirtmek gerekir. Michael Caine çok sevdiği bu şiiri filmin senaryosunda olmamasına rağmen yönetmenin isteği üzerine okumuş.

Gitme o güzel geceye kibarlıkla
İhtiyarlık yanmalı ve söylenmeli gün kapandığında;
Öfkelen, öfkelen ışığın ölümünün karşısında.


Büyük Filtre

Filmin vermek istediği önemli mesajlardan biri fragmanda da Cooper’ın sesinden duyduğumuz aşağıdaki cümle ile özetleniyordu. Cooper’ın beklentisi ve filmin mesajı Robin Hanson’ın Büyük Filtre hipotezine de bir cevap gibi olmuş. Hanson’a göre insanlığın gözlemlenebilir evrende kolonileşmesi için önünde büyük bir engel var. Bu engel aşılmış da olabilir henüz aşılmamış da olabilir. Kolonileşme için evrimsel yolu 9 adımda listeleyen Hanson’a göre şu an bulunduğumuz konumdan önce büyük beyinli ve araç kullanabilen hayvanlardık. İnsanlığın çağımızdaki başarıları ise geleceği şekillendirecek. Ya da varsayılan 9 adımda bir yanlışlık var. Eğer ki aştığımız 7 adımın doğru olduğunu var sayarsak önümüzdeki engel 3 boyut dışındaki boyutları keşfetmek olabilir. Interstellar filminde solucan deliğini açık tutmayı başaranlar 4. ve 5. boyutun sırrını çözmüşler.

“Hala öncüyüz, daha yeni başladık. En büyük başarılarımız arkamızda olamaz çünkü kaderimiz yukarıda bekliyor.”


Uzay Araçları ve Robotlar

Filmde üç farklı uzay aracı görüyoruz. Ranger, Endurance ve Lander. Ana gemi Endurance Uluslararası Uzay İstasyonu’ndan ilham alınarak tasarlanmış. Dairesel bir yapıya sahip olan Endurance farklı amaçlara sahip 12 kapsülden oluşuyor. Kapsüllerde kolonizasyon ekipmanları, motorlar ve kontrol kabini gibi kısımlar bulunuyor. İçinde hiper uyku odaları bulunuyor. Endurance dakikada 5.6 kez dönerek dünyadakine benzer bir yer çekimi oluşturuyor. Ranger gezegen atmosferine girip çıkabilmek için kullanılan bir uzay mekiği. Lander ise ağır yükleri gezegen yüzeyine taşımak için kullanılıyor. 2 adet Lander ve Ranger’dan oluşan bölüm kenetlenme parçası ile Endurance’la birleşiyor.


Interstellar’ın robotları TARS, CASE ve KIPP eski bahriyeliler. Nolan filmdeki robotların özellikle insana benzemesini istememiş. Bu yüzden dörtgen bir yapıya sahip karmaşık dizaynı ile bu robotlar ortaya çıkmış. Üç farklı şekilde birleşip üç farklı kombinasyona sahip dört bloktan oluşan yapı ayrıca blok çizgileri görülen diğer birleşim yerlerinden de farklı şekiller alabiliyor.

Endurance ekibinden olan robotlar TARS ve CASE diğer ekip üyelerinden daha fazla olaya dahil oldu sanki. Köşeli uzuvları ve iğneleyici tavrıyla TARS filmdeki en cana yakın ve esprili karakter.



TARS Cooper’a eşlik ederken


Kara Delik ve Solucan Delikleri

Adını François Rabelais’ın felsefi eserindeki dev Gargantua‘dan alan kara delik filmin önemli noktalarından biri. Einstein’ın genel izafiyet kuramıyla tanımlanan kara delikler gibi teoride bir zamanlar parlak bir yıldız olan Gargantua da zamanı dolduğunda patlamayıp çökmüş ve neredeyse ışık hızından hızlı dönen ışık yutan dev bir canavara dönüşmüş.

Endurance’ın Samanyolu galaksisinden yaşanabilir gezegenlerin bulunduğu diğer galaksiye geçiş için kullandığı solucan deliği yine Einstein’ın genel izafiyet kuramına göre mümkün. Ancak şu ana kadar bilim insanları bir solucan deliği keşfetmiş değil. Bunun sebebi solucan deliğinin uzun süre açık kalamayıp hızlı bir çöküş yaşaması olabilir. Filmde de belirtildiği üzere solucan deliğinin açık kalabilmesi için dışarıdan ciddi mühendislik gerektiren negatif enerjiye ihtiyaç duyuluyor. Filmdeki solucan deliği evreni yansıtan kristal bir küreye benziyor.
 



Gargantua’nın filmdeki görüntüsü

Solucan deliği ve kara delik görsellerinin gerçekliğini sağlamak amacıyla Kip Thorne’un denklemlerinden faydalanılmış. Filmin görsel ekibi bu denklemleri kullanarak çıplak gözle görülebilecek bu muhteşem oluşumlar nasıl olabilirdiyse ona en yakınını yakalamaya çalışmışlar. Kip Thorne bir Hollywood filminde bu oluşumların ilk kez bu kadar gerçekçi betimlendiğini belirtiyor. Ona göre filmde gördüğümüz şey bir solucan deliği ve kara deliğin neye benzediğine dair metafor değil, filmde gördüğümüz şey gerçek hayatta mümkün olsaydı gözlemleyebileceğimiz görüntülerin ta kendisi. Film için yapılan simülasyon çalışmasından astrofizik ve bilgisayar grafiği konularında makale çıkarılacağı da yine Kip Thorne tarafından belirtilmiş. Ne de olsa kara deliğin betimlenmesi için ışığın düz bir çizgi halinde ilerlemediği yeni bir renderer programlanmak zorunda kalınmış.

Bilimsel Açıdan Interstellar

Interstellar’da Endurance ekibinin seyahat sırasındaki bilimsel muhabbetleri seyirciyi sıktı mı deseniz bence hiç sıkmadı. Bilim kurgu seven insanlar olsak da astrofizik profesörü değiliz. Fizikçilerin tuhaf açıklamalarını anlamamız ve bunları yorumlamamız pek kolay değil. Her gün bu konuları konuşmuyoruz. Ama buna rağmen sinemadan çıktığımızda insanlar kara delikler hakkında konuşup birbirlerine bildikleri kadarını anlatmaya çalışıyorlardı. Bence bir filmin bunu yaptırabilmesi inanılmaz güzel bir şey. Carl Sagan’ın Mesaj romanında da galaksiler arası seyahat sırasında bilim insanları kendi aralarında Interstellar’dakine benzer konuşmalar yapıyorlar ve fizikçi olmayan biri bu konuşmaları duysa hepsinin deli olduklarını düşüneceklerini söylüyorlardı. Tabii filmde Ellie tek başına yolculuk yaptığı için bu tarz konuşmaları pek duymadık.

Şu ana kadar yayınlanan eleştirilere bakılırsa Interstellar’dan beklentinin büyük olması hep bilimsel yanının ne kadar kuvvetli olacağına bağlanmış. Konunun orijinalliği ve bütünlüğünün yanı sıra bilimsel açıdan tutarlı olması da seyirci için çok önemliydi. Anlaşılan o ki film bu konuda herkesi tatmin edemedi. Interstellar sonuçta bir belgesel değil. Kurguyu tamamlayabilmek ve tüm sinema sevenlere erişebilmek adına kapsamı genişletip işin içine romantizm ve aile dramı sokulması kaçınılmazdı bunu da kabul ediyorum. Filmi izlerken ve sonrasında benim de aklıma takılan bir çok nokta olmasına rağmen ortaya çıkan emeği görmezden gelmek imkansız. Eğer ki bu film çekilirken bilimsel açıdan tüm kurguyu doğrulamak mümkün olsaydı, yani bunu başarmak için Insterstellar film ekibi, kara deliklerin sırrını çözmüş olsa ya da 4. ve 5. boyutları keşfetmiş olsaydı CERN’deki bilim insanları herhalde işi gücü bırakıp kendilerini sinemaya adarlardı.

Filmle ilgili bilimsel yorumları duymak isterseniz Neil deGrasse Tyson’ın twitter hesabını takip etmenizi öneririm. Hem iyi hem kötü yönleriyle güzel eleştiriler yapıyor. Ayrıca Dr.Roberto Trotta’nın Guardian’daki yazısında sizlerin de aklınıza takılan noktaları bulabilirsiniz.
Interstellar’ın Karşılaştırıldığı Filmler

Interstellar’ın en çok karşılaştırma yapıldığı film elbette benzer şekilde galaksiler arası seyahat fikrini kullanan Mesaj oluyor. Mesaj inanılmaz güzellikte ve izlerken zamanın nasıl geçtiğini hissetirmeyen bir filmdi benim için. Mesaj bir 90’lar filmi. 90’lar bilim kurgu açısından çok bereketli bir dönemdi. O harika bilim kurgu filmleri zamane teknolojisi ile yeniden çekildiğinde bile aynı havayı veremiyor. Ne olursa olsun milenyum filmlerinde Hollywood klişeleri daha fazla hissediliyor.

Mesaj filminin yanı sıra 2001: Bir Uzay Macerası ve Gravity de karşılaştırma yapılan filmler arasında. 2001 gerek kurgu gerekse hitap edilen kitle olarak bakıldığında çok farklıydı. Öyle bir filmi herkese sevdirmek kolay değil. Gravity’de karakterler daha ön plandaydı. Ayrıca bilimsel açıdan bu iki filmi karşılaştırmak da pek doğru olmaz herhalde. Gravity’de sadece dünya yörüngesindeki fizik söz konusuydu.

IMDB’de solucan deliği ve kara delik içerikli filmlere bakıldığında çıkan az sayıda sonuçtan sadece 3-4 tanesi film olup geri kalanı belgesel iken kurgu açısından karşılaştırma yapılacak pek de film yok aslında. Nolan antipatisi ile bazı eleştirmenler filmin birçok filmden alıntı ile ortaya çıktığını ve aslında orijinallikten yoksun olduğunu söylese de şu anda kara delik ve solucan deliği tag li sıralamada puan açısından bakıldığında Cosmos belgeselinden sonra geliyor. Ya gerçekten bir orjinallik ve öncülük söz konusu ya da filmi bir senedir heyecanla beklediğimizden kıyamıyoruz :)


Peki Ya Son?

Filmin sonu benim için büyük bir sürpriz oldu. Böyle bir son beklemiyordum. İlk izlenimde son beni hayal kırıklığına uğrattı fakat biraz düşününce başka türlü olsaydı benzerlerinden pek farkı olmazdı diye düşünüyorum. Baştan sona yeniden bakıldığında kendi içinde bütünlüğü vardı ve vermek istediği mesajların dışına çıkmadan bitti. Neredeyse üç saat süren filmin sonuç bölümü biraz daha genişletilebilirdi. Bir devam filmi çekilip olayların Romilly açısından anlatılması seyircinin ilgisini çekebilirdi diye düşünüyorum.



Kaynaklar
http://www.space.com/27694-interstellar-movie-spaceships-infographic.html
http://www.wired.com/2014/10/astrophysics-interstellar-black-hole/
http://m.hollywoodreporter.com/entry/view/id/827185
http://www.digitaltrends.com/movies/interstellar-review/
http://www.vulture.com/2014/11/michael-caine-interstellar-interview.html
http://www.imdb.com/search/keyword?keywords=black-hol%2Cwormhole&sort=user_rating,desc&mode=advanced&page=1&ref_=kw_ref_key

 

[ Kurt Delikleri ile Olası Bir Yolculuk Mümkün mü?

yazan: Gökhan Atmaca, MSc.

Evren muazzam büyüklüğünün yanı sıra, inanılmaz derecede bir yayılma hızına sahiptir ki birbirlerine komşu diyebileceğimiz gezegenler, yıldızlar ve galaksiler arasındaki mesafeler çok büyük. Örneğin Dünya’ya en yakın yıldız Proxima Centauri 4.22 ışık yılı kadar bizden uzaktadır. Eğer Voyager uzay aracının Proxima Centauri’ye ulaşmasını beklersek, bu 80 bin yıldan fazla bir süre alacak demektir.

Evreni keşfetmenin binlerce nesil sürmesini istemiyorsak, ne yapmalıyız? Araştırmacıların üzerinde durduğu pek çok kavram arasında bir teknik oldukça popüler oldu, özellikle de bilim-kurgu dünyasında: bu teknik kurt delikleri olarak bilinen kuramsal tünellerdir.

Teoride, kurt delikleri uzay-zamandan oluşan tünel benzeri bağlantılardır ve evrenin iki çok uzak noktasını birbirine bağlamaktadır. Bu düşünce uzay yolculuklarını binlerce yıldan çok daha kısa bir zamanda bu tünellerle yapılabileceği anlamına gelir. Sayısız kitap, televizyon dizisi ve filmler derin uzay yolculuğu için kurt deliği kavramını kullanmıştır. Contact filminde Dr. Arroway’in gizemli uzaylı dolu macerası ya da Star Trek: Deep Space Nine‘da keşfedilmemiş Gamma Quadrent’e erişim sağlayan Bajoran kurt deliği’ne kadar pek çok popüler öge bulunmaktadır.

Hatta 7 Kasım 2014’te vizyona girecek olan Interstellar isimli filmde bu konu tekrar işlenmiş olacak. Filmde, bir grup astronotun yeni bir dünya bulmak için yeni keşfedilen bir kurt deliği ile uzay-zamandaki arayışları konu ediniliyor. Kulağa inanılmaz geliyor, tüm bu uzay yolculuğu fantezileri gerçekmiş gibi düşünüldüğünde. Ama bu mümkün mü? İnsanlar başka bir galaksiye ya da daha ötesine yolculuk için bir kurt deliği kullanabilir mi?


Bilime göre bu olasılık son derece düşük ve henüz mümkün değil. Ancak, bir aykırı kurt deliği yapmak için bizim bazı belirli koşullara ve bu inanılmaz gizli geçitlerin nereden geldiğine dair bir anlayışa ihtiyacımız olacak.

Kurt Deliği Nedir?

1900’lü yılların başına kadar, Newton’un kütleçekim teorisi yeterince bir açıklama sunuyordu insanlara. Evrendeki tüm cisimlerin diğer nesneleri çeken bir iç kuvvete sahip olması düşüncesine dayanıyordu ve bu teoriye göre daha büyük bir cisim daha büyük içsel kütleçekimsel çekime sahiptir. Bu bizim neden uzayda uçmak yerine Dünya’ya “saplandığımızı” açıklıyordu.


Fakat 1915 yılında, Albert Einstein bu düşünceyi tamamen parçaladı. Einstein kütleçekimin aslında uzayzamanda bir eğrilmenin sonucu olduğunu kuramsallaştırmıştı. Esasen, bir cismin varlığı kendi etrafındaki uzay ve zamanı bozmakta, şekillendirmekte ve evren üzerinde bir iz oluşturmaktadır.

Uzay-zamandaki bu deformasyon ya da bozulma kütleçekiminin etkilerini ortaya çıkarmaktadır. Carnegie Mellon Üniversitesi’nde fizik profesörü olan Richard Holman, bunu şöyle açıklamıştır,


“Sizin ve bir başkasının kütlesinin varlığını düşünelim. Siz kendi etrafınızdaki uzayzamanı bozarsınız ve başka biri de kendi etrafındaki uzay-zamanı bozar. Sonuçta her ikisi de bir diğerinin kuyusuna düşer.”

Einstein ve onun çalışma arkadaşı Nathan Rosen’a göre bir kurtdeliği aslında uzay-zamanda iki farklı noktayı birbirine bağlayan bir eğrilikle uzayı bozar. Sonuç inanılmaz derecede birbirine uzak olan evrenin iki alanını birbirine bağlayan, düz veya kavisli olan bir tünel benzeri yapıdır.

Einstein ile başlayan matematiksel modeller kurt deliklerinin var olduğunu öngörse de henüz hiçbirine rastlanmadı. Nagoya Üniversitesi’nde bir astrofizikçi olan Fumio Abe bir uzay gemisinin sığabileceği kadar büyüklükte büyük kurt deliklerini aramak için bir yol önerdi. Bir tünelin önünde yıldız hareket ettiğinde, tüneli yıldızın parlaklığına bakarak eğer yeterince büyükse farkına varabiliriz. Kütleçekimsel mercek denilen bu etki eşsiz bir şekilde yıldızın parlaklığında dalgalanmaya neden olur.

Ancak, büyük ihtimalle yakın bir zamanda böyle büyük bir kurt deliği bulmak pek de mümkün değil.

Kurtdelikleri ile ilgili problemler

Şimdiye kadar, fizikçiler kurt deliklerinin evrende doğal olarak oluştuklarını tespit etmiş değiller. Ancak teorik fizikçi John Wheeler’in kuantum köpük tezine göre kurt deliklerinin kendiliğinden görünmesinin ya da görünmemesi mümkün olabilir. Yani her an ve herhangi bir yerde kurt delikleri oluşuyor olabilir.

Ne yazık ki, Wheeler bu doğaçlama kurt deliklerinin süper küçük olacağını yani Planck ölçeğinde görüneceğini kuramsallaştırdı. Bu da yaklaşık 10-33 santimetre uzunluğunda demektir. Başka bir deyişle, kurt deliği algılanması neredeyse imkansız olacak derecede küçüktür.

Varsayalım ki, biz küçük kurt delikleri ortaya çıktıklarında onları bulabilmiş olalım: biz onları daha büyük hale getirebiliriz belki de. Ve bunu yapmak için de egzotik madde denilen bir malzemeye ihtiyaç duyarız.

Austin’de İleri Araştırmalar Enstitüsü’nden Eric Davis evrendeki sıradan maddenin pozitif enerji yoğunluğuna ve pozitif basınca sahip olduğunu ve egzotik maddenin de biraz daha farklı olduğunu söylüyor: Negatif enerji yoğunluğu ve negatif basınç. Negatif enerji ve pozitif basınç ya da tam tersi pozitif enerji ve negatif basınç ile bir maddeyi yığın hale getirebilirsiniz.

Egzotik maddenin negatif özellikleri bir kurt deliğinin kenarlarını dışa doğru bastırabilir, onu yeterince büyük ve kararlı hâle getirebilir; bir kişinin ya da uzay gemisinin sığabileceği kadar. Ancak burada bir sorun daha var! Egzotik madde kolaylıkla elde edilen bir şey mi? Hatta bunu bırakalım teoride, biz bu maddenin neye benzediğini ve nerede bulacağımızı da bilmiyoruz.

Tüm bu düşünceleri teorik olarak ele alıyoruz. Biz küçük bir kurt deliği bulduk, biraz da egzotik madde elde ettik. Sonunda biz bir uzay gemisi sığacak kadar bu tüneli genişletip kararlı hâle getirdik. Yine teori ile devam edelim. Holman’a göre egzotik madde bu defa kurt deliğini tamamen kararsız hale getirebilir. Başka bir deyişle, böyle bir kurt deliğine girmek sizi hemen öldürebilir.

Problemler bitmiyor… Kurt delikleri tamamen farklı iki uzay-zamana çok iyi bağlantı kurabilir, giriş noktası tamamen farklı bir çağda olabilir. Dolayısıyla bir kurt deliği ile evren tarihinde farklı bir zamanda ortaya çıkma riski de var. Hatta kurt deliklerinin tamamen farklı bir evrenle bağlantı kurabileceği üzerine bazı teoriler bile var.

Tüm bu kurt deliklerin baş döndürücü teorik varsayımların yanı sıra gerçekçi bir yaklaşımla, eğer kurt delikleri ile bir yolculuk yapılabilir olsaydı, tüm bu ötegezegenler ve yıldızlar ile, o hâlde birisi bunu zaten yapmış olurdu. Holman’ın deyişiyle “Bildiğimiz kadarıyla, evrenin çözebildiğimiz kısmından bakarak biz bununla ilgili herhangi bir kanıt göremiyoruz. Yani evreni keşfetmek için meşakkatli uzun bir yolculuğu sürdürmek zorunda kalabiliriz.” ]
 

Kaynak:
http://www.popsci.com/article/will-we-ever-be-able-use-wormholes-deep-space-travel?src=SOC&dom=tw
------------------------------------------------------------------------------

Nolan’ın en duygusal filmi

Viktor APALAÇİ

[Bilim-kurgu, fantastik ve gerilim türlerini birleştiren ‘yıldızlararası’

Kariyerinin bu en iddialı ve narsistik filminde Christopher Nolan, dünyadan umudunu kesen insanlığın uzay boşluğunda yeni yerleşim yerleri aramasını anlatıyor. Filmi izlerken kendini fizik dersinde hissetmekten şikâyet edenler, ‘Yıldızlararası’nın görkemli görselliği ile avunma fırsatını buluyorlar. Bu teknolojik ve görsel zenginliği, Oscarlı besteci Hans Zimmer’in müthiş müzik partisyonu tamamlıyor. Aile ilişkileri ve aile bağları temalarını film içimizi ısıtan bir duygusallıkla anlatıyor. Filmin kullandığı argümanların çoğu klişe, bu çok uzun filmin son bölümünde tempo düşüyor. Oyuncu kadrosunun başarısına rağmen, ‘Yıldızlararası’ ‘Başlangıç’ın seviyesinde değil.

Bilim-kurgu türündeki ustalığını ‘Başlangıç/Inception’ (2010) ile kanıtlayan İngiliz yönetmen Christopher Nolan, ‘Yıldızlararası/Interstellar’da bilim-kurguya fantastik gerilim türlerini ekliyor.

Kariyerinin bu en gösterişli ve en duygusal filminde, dünyadan umudunu kesen insanlığın uzayın boşluğunda yeni yerler aramasını anlatıyor.

Kardeşi Jonathan ile müştereken yazdıkları iddialı senaryo, insanoğlunun merak duygusuna hitap eden zengin ayrıntılar ve çarpıcı öğelerle dolu.

Filmi izlerken her ne kadar kendimizi fizik dersinde hissediyorsak da bu iyi işlenmiş senaryo, fizikçi Kip Thorne’un uzmanlığından yararlanarak, bilimsel verilere uygun olarak yazılmış.

Kuantum fiziğinin modern bilim tezleri ve Einstein’ın ‘İzafiyet Teorisi’ne sırtını dayayan bu senaryo, metafizik, zaman mevhumu ve insanlığın geleceği gibi temaları da işlemek iddiasını taşıyor. Filmin bu yönüyle narsistik bir bilim-kurgu olduğunu söylemek mümkün.

İnsanlığın kaderini değiştirmek üzere uzayın derinliklerinde arayışa çıkan dört astronotun uzayda geçirdikleri her bir saatin dünyamızdaki yedi yıla bedel olduğunu öğreniyoruz.

Satürn gezegeni yakınlarındaki bir ‘Solucan Deliği’nden geçen kahramanlarımız başka bir galaksiye gidiyor. ‘Solucan Deliği’ modern fizikte kabul gören bir teori.

Zorlu fizik teorileri üzerindeki bu fikir jimnastiği, bu uzun filmde(2 saat 50 dakika) izleyiciyi yoruyor, ama Christopher Nolan filmin görkemli görselliği ile kendini affettiriyor.

IMAX sisteminin yarattığı teknolojik ve görsel zenginlik, görüntü yönetmeni Hoyte Van Hoytema’nın nefes kesici fotoğrafları ve nefis kadrajları izleyiciyi etkiliyor.

Christopher Nolan ile evvelce ‘Başlangıç’.’Kara Şövalye’ ve ‘Batman Başlıyor’ filmlerinde çalışan Oscarlı Alman besteci Hans Zimmer’in müzik partisyonu filme çok şey katıyor.

Nolan Kardeşler 2-3 filme yetecek malzemesi olan senaryolarında aile ilişkileri ve aile bağlarını da inceleme konusu ediyorlar. Kızının muhalefetine rağmen NASA’nın teklifi ile uzay yolculuğuna çıkan eski pilot Cooper ile dünyada kalan kızı Murph arasındaki sevgi ilişkisini film duygusal bir tonda işliyor.

Nolan’ın kariyerindeki en duygusal film diyebileceğimiz ‘Yıldızlararası’ evlatlarla anne-babanın sürekli çekişmesinin ardında sevgi bağlarının yattığını yineliyor.


SEVGİ VE FEDAKÂRLIK DOLU BİR BABA-KIZ ÖYKÜSÜ

Geleceğin dünyasını kurmak için uzayın boşluğunda uzun bir yolculuğa çıkan deneyimli bir pilotun yeryüzünde bıraktığı dargın kızıyla olan bağlarını hep sıcak tutması içimizi ısıtan bir duygusallıkla anlatılıyor.

Kalbe dokunan bu sevgi ve fedakârlık dolu baba-kız öyküsü, kuantum fiziğinden anlamayan, ama duygusal filmlerden tat alan benim gibi izleyicilere ilaç gibi geliyor.

Christopher Nolan’ın parlak kariyerinde ‘Akıl Defteri/Memento’, Başlangıç/Inception,’Takip/ Following’, ‘Uykusuz/Insomnia’, ‘Prestij/The Prestige’, ‘Batman’ üçlemesi gibi başarılar var.

Bilim-kurgu türünde mükemmeli yakalamak iddiasıyla yola çıkan ‘Yıldızlararası’nın Nolan’ın en iyi filmlerinden biri olduğunu söylemek güç. Sinemada kilometre taşı değerindeki, yenilikçi ‘Başlangıç’ ile ‘Akıl Defteri’ başyapıtları çok daha olgun ve başarılı filmlerdi.

‘Yıldızlararası’nın kullandığı argümanların çoğu klişe; hem bu çok uzun filmin son bölümünde tempo düşüyor.

Yine de film, Stanley Kubrick’in ‘2001: Uzay Macerası’, Andrei Tarkovski’nin ‘Solaris’, Alfonso Cuaron’un ‘Yerçekimi/Gravity’, Robert Zemeckis’in ‘Mission to Mars’, Paul Anderson’un ‘Ufuk Faciası/Event Horizon’ gibi bilim-kurgu klasikleri zincirine son bir halka olarak eklenecek.

Filmin konusuna gelince: Yakın bir gelecekte Amerikan kırsalında, bir çiftlik evinde açılan filmde, teknik becerisi yüksek bir eski pilot olan Cooper’ın(Matthew Mc Conaughey) iki çocuğu ve yaşlı babasıyla (John Lithgow) yaşadığını ve geniş mısır tarlalarında çiftçilik yaparak geçindiğini görüyoruz.

Babasını taparcasına seven 10 yaşındaki Murph(Mac Kenzie Fox) şaşırtıcı bir zekâya sahiptir. Dünyanın sunacağı nimetler tükenirken bilim adamları uzayda yeni yerleşim yerleri bulmanın peşindedir. Zira insanlar toz bulutları ve kuruyan ürünlerle gelen açlık tehdidi altındadır.

Mısır tarlalarında çalışan baba-kızın yolu uzay araştırmaları yapan NASA yetkilileriyle kesişiyor. Araştırmanın başındaki Profesör Brand(Michael Caine) Cooper’a bir uzay mekiğiyle dünyadan uzaklaşmasını teklif eder.



DOKUNAKLI BİR AİLE DRAMASI

Kızının muhalefetine rağmen teklifi kabul eden Cooper, içlerinde Brand’ın fizikçi kızı Amelia’nın(Anne Hathaway) da bulunduğu üç kişilik bir ekiple yola çıkar.

Dörtlü önce uzay istasyonu Endurance’a ulaşıyor, sonra adını Rabelais’nin dev görünümündeki şişman kahramanı Gargantua’dan alan kara delikli dev bir uçurumdan geçiyor.

Bir önceki araştırma projesinin pilotu Dr. Mann(Matt Damon) ile yolları kesişen grubun iki elemanı önlerine çıkan engellerde hayatını kaybeder.

Amelia iyice yaşlanan babasıyla, Cooper da büyüyen kızı Murph (Jessica Chastain) ile sürekli temas halindedir. Uzay mekiği ile yeryüzü arasındaki görüntülü temaslar filmi bir aile dramasına dönüştürür.

Baba-kızı oynayan Matthew Mc Conaughey-Jessica Chastain canlandırdıkları karakterleri mükemmel yorumlarıyla inandırıcı kılıyorlar. Bu yıl ‘Dallas Buyer’s Club’daki kompozisyonuyla En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ına uzanan Mc Conaughey, Altın Küre ve Emmy ödüllerini hak ettiğini gösteriyor. ‘Miss Julie’ ve ‘Aşkın Halleri’ndeki başarılarından sonra Jessica Chastain, Hollywood’un yükselen değeri olduğunu kanıtlıyor.

Anne Hatheway son derece yumuşak başlı, uysal bir uzay yolcusu olmuş. Kısa rolünde Matt Damon, eski tüfeklerden Michael Caine oyuncu kadrosunun başarısını tamamlıyorlar. ]


 Interstellar: Yıldızlararası Bir Başyapıt

21 Kasım 2014

[ Aylardır merakla beklenen ve hakkında olumlu – olumsuz tartışmaların başladığı Interstellar nihayet vizyona girdi. En son 2012’de The Dark Knight Rises ile Batman üçlemesini sona erdiren Nolan’ın yeni filminin yılın “sinema olayı” olması bekleniyordu. Beklenildiği gibi de oldu. Interstellar, şimdiden bilim kurgu türünün zirvesi olan 2001: A Space Odyssey (1968) ve geçen yılın en dikkat çekici filmi olan Gravity (2013) ile karşılaştırılmaya başlandı bile. Christopher Nolan’ın yine kardeşi Jonathan Nolan’la beraber senaryosuna imza attığı yapımda Amerikalı teorik fizikçi Kip Thorne senaryo danışmanı ve yürütücü yapımcı olarak yer alıyor. Interstellar’ın bilim insanlarından övgüler toplaması ise bu işbirliğinin başarıya ulaştığını kanıtlıyor, zira geçen yıl Gravity bilimsel gerçeklerle bağdaşmadığı gerekçesiyle bazı önemli bilim insanlarından veto yemişti. Cuaron’un deyimiyle “düşüncelerle dolu bir eğlence treni” olan Gravity’e kıyasla Interstellar’ın eğlenceyle hiç ama hiç işi yok! Bu yüzden Inception (2010) ve Gravity’e kıyasla popüler izleyici kitlesi nezdinde aynı oranda beğenilmeme riskini de içinde barındırıyor.




Nolan, bilimsel metotları, fiziksel teorileri ve düşünsel yapıyı birleştirerek paralel evren, kuantum fiziği, zaman kayması, beşinci boyut, solucan deliği ve yerçekimi gibi kavramlar üzerinden destansı bir uzay yolculuğu hikayesi tasarlıyor. 169 dakikalık süresinin ilk 45 dakikasını taşrada konumlandırarak finale doğru daha da anlam kazanacak olan dramatik hikaye şablonunu oluşturuyor. Normalde Nolan’ın tarzı olmayan ve bu kısımlara belgeselvari bir şekilde ara ara iliştirilen konuşma görüntüleri de finale doğru epik bir anlam kazanıyor. Bu 45 dakikalık “dünya” sürecinden sonra Cooper (Matthew McConaughey) haricinde uzay yolculuğuna çıkacak diğer karakterlerin tanıtılmaması, uzay aracına biniş, hazırlanma vs. gibi eylemlerin gösterilmemesi ve dünya – uzay arası geçişin aniden gerçekleşmesi ilginç ve klişelere yaslanmayan, radikal bir karar olmuş.

Interstellar için Nolan’ın en duygusal filmi demek doğru tabir olacaktır. Bu duygusallığını da büyük oranda baba – kız arasındaki dramatik omurgadan ve Hans Zimmer’ın adeta filmin duygusuna yeni bir boyut kazandıran etkileyicilikteki müziklerinden alıyor. Nolan, görecelik kavramı üzerinden dünya ve başka gezegenler arasındaki yıllara yayılan zaman farklılığını odak noktasında tutarak yarattığı çatışmanın derinleşmesine olanak sağlıyor. Dr. Mann (Matt Damon) karakterinin dahil olduğu bölüm hikaye içinde hikaye oluştururken farklı katmanlara kapı aralayan kurgusu ekseninde bir nevi başrol içinde farklı bir başrol daha yaratmış oluyor.


Nolan, Memento (2000)’dan beri beraber çalıştığı Oscar ödüllü görüntü yönetmeni Wally Pfister’ın bu yıl Transcendence (2014)’i yönetmesi üzerine Tinker Tailor Soldier Spy (2011) ve Her (2013) filmlerinin görüntü yönetmenliğini yapan Hoyte van Hoytema ile çalışmış. Bu iki filmle atmosfer yaratma başarısını kanıtlayan ve aksiyondan uzak, daha minimalist bir sinematografi anlayışı olan Hoytema, Interstellar’a çok fazla şey katmış. Pfister’in Inception’da görsel şaşaaya ve biraz da popüler izleyiciyi mest etme üzerine dayanan görsel yapısı Interstellar’da yerini Hoytema’nın IMAX ve Panavision kameralarla yarattığı sade ama iddialı, hiçbir anında şov yaptığı hissedilmeyen , güçlü bir gerçekçilik duygusuna kapıldığımız tercihlerine bırakmış. Neredeyse içinden geçtiğimizi hissettirecek kadar gerçekçi “kara delik” yaratımları, yıldızlararası yolculuk yaptığımıza inandıran uzay görüntüleri, farklı coğrafi özelliklere sahip gezegen tasvirleri ve özellikle “beşinci boyut” sekansındaki hipnotik etki yaratan muazzam tasarımıyla görsel efektler çok başarılı.

Nolan’ın özellikle Inception’da son 45 dakikasını katmanlı bir paralel kurgu şaheserine çevirdiği formül, Interstellar için de geçerlilik kazanıyor. Nolan filmlerinin vazgeçilmezi olan “bellek – kurgu ilişkisi” özellikle ‘beşinci boyut’ sekansında kendini gösterirken, Zimmer’ın müzikleri eşliğinde hipnotik bir etki yaratıyor. Duygusal derinliğiyle Spielberg’in Artificial Intelligence (2001)’ının etkisini yakalarken, düşünsel yapısıyla ve uzay gerçekliği konusundaki teorileriyle Kubrick’in başyapıtı 2001: A Space Odyssey ile aynı kanaldan gidiyor. Kubrick’in 2001’i vizyona girdiğinde epey eleştiri almış fakat ilerleyen yıllarda filmin bilime ve insanlığa dair günümüz gerçeklerini çok önceden gözler önüne sermesiyle “zamanının ötesinde” bir filme dönüşmüştü. Bu bağlamda Interstellar’ın sunduğu gelecek tasviri ve teorilerin ilerleyen yıllarda nasıl bir gerçekliğe dönüşeceği bilinmez ama zamanla çok daha değer kazanacağı aşikar.


Son 3 yılda birbirinden iyi performanslara imza atarak kariyerinin zirvesini yaşayan Matthew McConaughey yine çok başarılı ve kesinlikle film için doğru bir başrol tercihi. Filmin duygusunu çok iyi yakalıyor ve dramatik sahnelerde oyunculuğu iyice yükseliyor. Anne Hathaway, Matthew’ın yanında iyi bir partner olarak üzerine düşeni yaparken, Jessica Chastain ve Casey Affleck kendilerine ayrılan süre içerisinde tutarlı bir performans sergiliyorlar. Belki McConaughey gibi yükselmelerine olanak tanıyacak sahneleri yok fakat filme yakışıyorlar. Michael Caine ve Ellen Burstyn kısa rolleriyle yıllar geçse de etkileyiciliklerden hiçbir şey kaybetmediklerini yine kanıtlıyorlar. Filmin oyuncu kadrosunda adı yazmasına rağmen varlığı karşımıza çıktığı anda sürpriz hissiyatı yaratan Matt Damon ise bildiğimiz Matt Damon. Oyunculuğundan ziyade ismiyle ve karizmasıyla filmdeki “sürpriz karakter” işlevini başarıyla yerine getirmiş oluyor.

Christopher Nolan, Inception gibi bir başyapıtın ardından Batman serisine yakışmayan bir final olan The Dark Knight Rises’a imza atarak hayranlarını üzmüştü. Interstellar ise Nolan’ın yeni başyapıtı olarak hem kendini affettirmesini sağlıyor hem de sinema tarihinin en iyi bilim kurgu filmleri arasına adını yazdıran özel bir film olmayı başarıyor. Dehasını bir kez daha kanıtlayan Nolan’dan yeni başyapıtlar bekliyoruz!]


Interstellar filminin  eleştirisi


Kerem Akça - 7 KASIM 2014

“Akıl Defteri” ve “Başlangıç” gibi şimdiden sinema tarihindeki yerini kabul ettiren başyapıtlarla sevip saydığımız Christopher Nolan’ın en zayıf filmi bu yıla nasipmiş… “Yıldızlararası”, sadece bilimkurgu sinemasıyla “Matrix”le tanışan, türün öncesini bilmeyen kitle tarafından ‘mucizevi bir başyapıt’ ya da ‘yaratıcı bir film’ olarak yorumlanabilir. Ama sinema tarihinin geçmişini takip edenlerde sürpriz son hedefleyen vasat, kolaycı ve klişe bir uzay boşluğu filmi ya da teorileriyle kafa şişiren didaktik/destansı bir uzay yolculuğu etkisi yaratacak. Nolan’ın uzay boşluğu bilimkurgusunun “2001: Uzay Yolu Macerası” esintili sersemletici başyapıt “Hayat Ağacı”nın üretildiği çağda ne işi olduğunu çözmek güç.

“Takip” (“Following”, 1998), “Akıl Defteri” (“Memento”, 2000) derken bir ustanın sinyalleri verilmişti. En azından ‘kara film’ uygulamalarında ve ‘bilinçaltı’ tasvirinde onun adını anacak gibiydik. Ancak zamanla polisiyelerden sıyrılmak farz oldu. Bellek de bir arka plan nesnesine dönüştü. İki ‘Kara Şövalye’ (‘The Dark Knight’) filminin, meselesinin endamı, destansılığı, Shakespeareyen yapısı derken, ciddiye alınmayan şeyleri entelektüel zeminlere kavuşturma arzusunun sakilliğiyle akılda kaldı. Ama Nolan eski Nolan mıydı?

BÜTÇELERİ GÖRMEK NOLAN’I DEĞİŞTİRDİ

Açıkçası herkes “Prestij”in (“The Prestige”, 2006), o sürpriz sonu kovalarken hikaye kurgusuna ince bir ayar verebilen ve izleyeni diken üstünde tutabilen kıvrak formülünü arıyor. “Akıl Defteri”nin sondan başa doğru kurgulanmış radikal yapısı aşırı gelecek olsa da, bu şablon çok mantıklı bir stüdyo işi sunabilir. Ama yönetmen, polisiyede de bilinçaltının üzerine giden bir kimlik oldu (bkz. “Insomnia”). Her daim, hafızayı, kabusları, rüyaları kullandı.

Ama mesele ‘Batman’ üçlemesine geldiğinde tıkandı, artık değişim zamanıydı. Nolan, ciddi olmak, bilinçaltındaki saçmalıkları, seyirciye aşırı gelebilecek şeyleri devre dışı bırakmak istiyordu. Çizgi roman uyarlamasından bir terör/gangster öyküsü, Amerikan milliyetçiliğine uygun bir anti-kahraman çıkartmak istiyordu. Destansılıkla sınavını Hollywood’un orta damarında verirken, biraz Paul Thomas Anderson ile bağdaştırılabilecek anlatı metotlarını izliyor, Kubrick’e göz kırpıyordu.

BİLİMKURGU SİNEMASI TAKİPÇİLERİ İÇİN TEKDÜZE KAVRAMLAR

Fakat işin rüya inşaatı bilimkurgusu konseptini yaratan serbest ve özgün “Başlangıç”tan (“Inception”, 2010) buralara gelebileceğini kimse bilemezdi. En azından orada da 150 dakikaya dayanan süreye karşın son 45 dakikada dört farklı katmana eşine benzerine zor rastlanacak ustalıklı bir paralel kurgu eşlik etmişti. Onun kenarlarıysa Oscar’lı ses miksajı ve ses kurgusunun, değişken ortam seslerini es vermeden bir araya getirme gücüyle örülmüştü. Burada ise ‘günümüz’, ‘uzay gemisinin içi’ ve ‘uzayın derinlikleri’ gibi katmanlar var. Ama bunları karman çorman hale getiren, yer yer ‘uyumlu’ gözükse de genelde üç saate bağlamak için kendini paralayan bir yönetmenlik geleneği mevcut. Tempo ayarında ciddi sıkıntılar göze çarpıyor. Formatla oynama arzusu dışında yaratıcı bir hamle göremiyoruz.

Nolan neyin peşinde? Çözmek zor. Ama zamanla Hollywood’un arzuladığı Tanrıcı bakışa, didaktik meselelere, kör kör parmağım gözüne mesajlara giriyor. İyiden iyiye klasikleşip bellek-kurgu ilişkisindeki net tavırlarını bir kenara bırakarak bayat fikirlerin malzemesi olmaya başladı. Açıkçası “Yıldızlararası”nda (“Interstellar”, 2014) Kip Thorne’dan, Einstein’ın izafiyet teorisine yüklenen bir fizikçiden yola çıktığı söylenen kavramlar çok mu yeni, hayır.

NOLAN HANGİ ÇAĞDA YAŞIYOR?

Ne uzayın derinliklerine yolculuk yapmak, orada bir yaşam formu ve dönüşüm aramak, ne ‘kara delik’, ne ‘quantum fiziği’, ne ‘paralel evren’, ne ‘yerçekimi’, ne de ‘solucan deliği’ görmediğimiz şeyler değil. Üstelik günümüzde bir “Matrix” (“The Matrix”, 1999) çağı atlattıktan sonra “Kaynak” (“The Fountain”, 2006), “Bunraku” (2010), “Bay Hiçkimse” (“Mr. Nobody”, 2009) gibi türe başyapıtlar armağan edilmişti. “Avatar” (2009) ve “Başlangıç”ın açtığı A sınıfı bilimkurgunun altın çağında ise şu sıralar üretim çeşitliliğine adapte olma dönemindeyiz.

“Bulut Atlası” (“Cloud Atlas”, 2012), “Tetikçiler” (“Looper”, 2012), “Elysium: Yeni Cennet” (“Elysium”, 2013), “Snowpiercer” (2013), “Labirent: Ölümcül Kaçış” (“The Maze Runner”, 2014) gibi çok sağlam bilimkurgu filmleri üretiliyor. Bunlara radikal bilimkurgu animasyonları ve melez tür örnekleri de ekleniyor. Artık 1968’de “2001: Uzay Yolu Macerası”nın (“2001: A Space Odyssey”) yaptığı gibi, sıkıcı uzay boşluğu portrelerine felsefe katmak, uzayın derinliklerinden bir vizyon aşılamak, devrimci bir üslup inşa etmek gerekmiyor. Üstelik onun izinde ilk olarak “Doppelgänger” (1969), “The Andromeda Strain” (1971), “The Black Hole” (1979) gibi eserler üredi. Bu belirgin etki “Görev: Mars” (“Mission to Mars”, 2010), “Uzaydaki Dehşet” (“Pandorum”, 2009), “Ay” (“Moon”, 2009), “Hayat Ağacı” (“The Tree Of Life”, 2011) gibi filmlere kadar uzandı.



DESTANSI FİLMLERDEN HARD BİLİMKURGUYA

Açıkçası yeni milenyumda uzay boşluğu tanımı da, bilim adamı tanımı da, astronot tanımı da değişti. Sözgelimi, bir teknisyenin elinde bilgisayarla çeşitli teorilerin peşine düşmesi çoktan klişeleşti. İşin ‘hard bilimkurgu’ ambalajına yedirilmesi ise çok manalı değil.

“Solaris” (“Solyaris”, 1972), “Mesaj” (“Contact”, 1997) ile “İşaretler”i (“Signs”, 2002) akla getiren ilk bölüm Büyük Bunalım dönemindeki Toz Çanağı felaketinden esinlenmiş. Ama buradaki etkileyici portre ve katmanlı renkler Hoyte Van Hoytema vizyonuyla sunuluyor. Spielberg usulü muhafazakar aile tablosu, baba-kız ilişkisinden besleniyor.

FİLMİN SÜRPRİZLERİNİ ‘MESAJ’I İZLEYENLER KOLAYLIKLA ÇÖZECEK

Açıkçası fizik uzmanı Kip Thorne’un da itiraf ettiği gibi filmin ‘solucan deliklerinden yapılan zaman yolculuğu’ ya da ‘yıldızlararası yolculuk’ fikri 1997’de çekilen “Mesaj”dan alınmış. Carl Sagan’ın o filme kaynaklık eden 1985 tarihli romanı, uzaylı bir yaşam kaynağı olduğunu iddia eden bir bilim kadınının (ona aşık olan Hıristiyan filozofu da Matthew McConaughey canlandırıyordu) izini sürmüştür. Finaldeki ‘uzayın derinliklerinde zaman buradakinden daha yavaş geçiyor, böylece dünyada insanlar çabuk yaşlanıyor’ hamlesiyle iz bırakmıştı.

Nolan, filmin çatısını bu numaranın üzerine kuruyor. Açıkçası McConaughey’nin canlandırdığı Cooper’ın uzay görevine aceleci bir şekilde çıkması sonrası, kızıyla yaşayacağı etkileşimi “Mesaj”ı izleyenler kolaylıkla çözüyor. Bu noktada uzay gemisinde yolculuk sırasında devreye ‘kara delik’, ‘yerçekimi’, ‘quantum fiziği’, ‘izafiyet teorisi’ gibi kavramları inceleyen ders seansları giriyor. Christopher ve Jonathan Nolan belli ki meseleyi kolaylaştırmak ve düşünsel bir tanım yaratmak için bu kolaycı yolu seçmiş. Seyirciyi ilkokul öğrencisi yerine koymuş.

O HANTAL ROBOTUN NE İŞİ VAR ORADA?

İşin doğrusu bu orta bölüm “Yerçekimi”nin (“Gravity”, 2013) üç boyutu kaldırınca manasız duran uzay portresinden daha zayıf. Zamanla “2001: Uzay Yolu Macerası”ndaki evrenin derinliklerine yolculuk edip oradaki paralel evrenleri, farklı boyutları görme algısı canlanıyor. “2001: Uzay Yolu Macerası”nda Keir Dullea’nın sonsuzluğa doğru yaptığı seyahat ve onun sonuçları akla geliyor. Baştan itibaren beliren TARS adlı gelişmiş konuşan robot, tasarım şekliyle Kubrick’in filmindeki monolit TMA-1’yı konuşan bilgisayar HAL 9000 ile birleştiriyor sanki.

Ama fazlasıyla hantal çizilmesi bilimkurgu filminin yetişkin kitleyi yakalama arzusunu ortaya koyuyor. Açıkçası derinliklere ilerlerken de çok görmediğimiz şeyler olmuyor. Elbette “Aya Seyahat” (“Destination Moon”, 1950), “First Men on the Moon” (1964) gibi ay yolculukları canlanmıyor. “Esrarengiz Yolculuk”un (“Fantastic Voyage”, 1966) uzay gemisinde küçülüp kaybolan astronotlarının trajik durumu yer yer akla geliyor. Ama esasen “Boşluktaki Kahramanlar” (“The Right Stuff”, 1983), “Apollo 13” (1995) gibi uzaya yapılan gerçekçi astronot yolculuklarının dokunaklı temsilleri, sevgiyi her şeyin önünde tutmaları Nolan’ı etkisi altına almış belli ki.

‘THE BLACK HOLE’ 1979’DA ÇEKİLMEMİŞ MİYDİ?

Kara delik deyince ise Gary Nelson imzalı, Maximilian Schell’in korkutuculuğundan beslenen uzay kabusu “The Black Hole” hatırlanıyor. Uzayın derinliklerinde kaybolan, kara deliğe düşen bir uzay gemisini ele alan eser “2001: Uzay Yolu Macerası”nın geleneğinden eli yüzü düzgün bir iştir.

Final bölümünde ise sanki evrim teorisi üzerine “Görev: Mars”ta (“Mission to Mars”, 2000) gördüğümüz klişe De Palma hamlesi, her şeyi açıklayıcı sona bağlama kolaycılığı 14 sene sonra hiç kaybolmamış gibi canlanıyor. ‘Önceki iki saat civarı kısımda neler oluyor?’ sorusu cevaplanamıyor. İçimizden ‘De Palma yapınca kötü, Nolan yapınca mı iyi?’ demek geliyor.

NOLAN’IN EN ZAYIF FİLMİ

“Yıldızlararası”nın eksiği Wally Pfister midir bilinmez. Ama Hans Zimmer’ın yaylı çalgılardan beslenen ve hiç durmayan ezgileri filme bir ruh katıyor. Jessica Chastain, az gözükmesine karşın iz bırakırken, Matthew McConaughey de fena değil. Film, Oscar’da ‘En İyi Müzik’ başta olmak üzere ‘En İyi Ses Miksajı’ ve ‘En iyi Ses Kurgusu’ dallarında da favori. ‘En İyi Kurgu’da ise heykelcik için önemli rekabetçilerden biri.

Ama bir şekilde 160 milyon dolarlık bir hayal kırıklığına dönüşüyor. “Hayat Ağacı” gibi ‘2001’ modelini yeryüzüne transfer eden bir dahiliği, “Uzayda Dehşet” ve “Ay” gibi o kaynağı hakkıyla kullanan eserleri mumla aratıyor. “2001: Uzay Yolu Macerası”, “Maymunlar Cehennemi”, “Solaris” gibi uzayda kaybolan, yaşam mücadelesi veren astronot klişesini özgün bir yaklaşımla kavrayıp formül ya da alt tür yaratan yapıtlar aklımızın ucundan bile geçmiyor.

“Yıldızlararası”, tekdüze kavramlarla ilerleyip geçen seneki “Yerçekimi”nin üç boyutlu Disneyland gösterisi kıvamının bir benzerini canlandırıyor. Nolan’ın en zayıf filmi iki ‘Kara Şövalye’ (‘The Dark Knight’) uyarlamasının hemen altına yerleşiyor. Yönetmenin “Başlangıç”tan sonra bir daha toparlanamayacağına dikkat çekiyor.
-----------------------------------------------------------------------------------------

Christopher Nolan’ın Ustalık Eseri  –

 

Interstellar/Yıldızlararası


Interstellar… Fonetik olarak etkileyici ve anlamsal olarak iddialı bir isim olmakla birlikte farklı bir isim daha uygun olabilirdi sanki. Peki ne?

Christopher Nolan’ın iddialı filmografisinin son ve sanırım bu en başarılı öğesi bünyesinde barındırdığı pek çok özelliği ile bir başyapıt sunuyor izleyicilere.

Yakın gelecekte geçen öykü, besin kaynaklarının tükenmesi ile karşı karşıya olan insanlığın yaşayacak yeni bir gezegen bulup oraya göç etmek için giriştiği büyük bir macerayı, çok çeşitli yönleri ile anlatırken insanlığın birikimine ve günümüzde içinde bulunduğu duruma paralel olarak öyle bir senaryo kurguluyor ki etkilenmemek zor.

Bir noktada bu filmi izleyip eleştirisini yapmanın filmin senaryosunu yazmak kadar zor olduğundan bahsetmekte fayda var. Çünkü Christopher ve Jonathan Nolan ikilisi, kendi kuralları içinde kurdukları evrende akıllarına gelen tüm konu başlıklarını senaryoya kesin bir formülasyon ile özümsetmeyi başarmışlar. Ve hemen belirtelim kendi kurdukları evrenleri günümüz biliminin teorize ettiği evrenin kurallarına da oldukça bağlı bir şekilde tasarlanmış.
 


Bilim başlığında devam etmek gerekirse filmin ana öğesi olan zamanın –özellikle uzay zaman- mahiyeti etrafında dolaşan olay örgüsü, yabancılaştırma etkisini olabilecek en uç sınırlarda vermeyi başarmış. Örneğin bir kara deliğin etki alanının hemen dışındaki bir gezegende geçen her 1 saatin 7 yıla tekabül ettiğinin dile getirilişi bilimsel bir keyif olarak algılanabilecekken; sadece ayak bilekleri seviyesinde su ile kaplı bu masalsı gezegenin yüzeyinde birden ortaya çıkan dağ gibi dalgalardan kaçıp gemilerine geri dönen mürettebatın nöbetteki arkadaşlarını 23 yıl yaşlanmış olarak görmesini izlemek, normallik algısını alt üst edebiliyor. Yine günümüzde teorik olarak anılsalar da gelecekteki rotamızı belirlediğini rahatlıkla söyleyebileceğimiz birçok bilimsel olgunun filmde başarıyla cisimleştirildiğini ifade etmek gerekli.

Çekim kuvvetinin zaman üzerindeki etkisinin bir başka çekim kuvveti olan sevgiyle eşleştirildiği duygusal dünyasıyla da, Yıldızlararası benzerlerinden ayrılıyor. Burada aslında ciddi bir görecelilik sözkonusu. Şöyle ki, bu türün başat eseri olan “2001 Bir Uzay Macerası”’nın hissettirdiği yabancılaşmayı aynıyla hissettirebilen filmin duygusal olay örgüsü; bir tür gişe hilesi, popülerleştirme veya ilgiyi yayma olarak tanımlanabileceği gibi, filmin ana konsepti içindeki yerçekimi/sevgi konsepti bağlamında da değerlendirilebilir. Bir başka deyişle film, bilinçli olarak bu yabancı dünyayı insan olarak algılatmayı seçmiş olabilir.

Yıldızlararası, zamanın göreceliği ve insan ruhu ile ilgili bu özellikleri ile dini ve felsefi okumalara da oldukça açık. İzleyicilerin okumasına göre değişebilecekse de, Christopher Nolan’ın filminde hissettirmek istediği insan üstü bir hava var. Temelde kurgudan ziyade ambiyansa dayalı bilimkurgu eserleri iki eserin görsel geleneğini izlerler. 2001 Bir Uzay Macerası ve Bıçak Sırtı. Felsefik ve yüce temalar ilk filmin bakış açısından anlatılmaya çalışılırken, daha güdüsel, egosal ve erotizme kayan insan bazlı senaryolar Bıçak Sırtı perspektifinde gösterirler kendilerini. Yıldızlarası açık şekilde 2001 Uzay Macerası’nın izinden yürüyerek seçimini belli ediyor.

Bir film olarak bilimsel konseptler kadar uzay cisimleri ve astro fizik yasalarının görselleştirilmesi sorumluluğunu da taşıyan Yıldızlararası’nın bu sorumluluğu, bir şölene çevirerek taşıdığını da ifade etmek gerekiyor. Satürn’ü izlerken Venüs’ün hak etmediği bir ismi taşıdığını hissetmemek mümkün değil örneğin. Üç boyutlu solucan deliği, yabancı gezegenler ve karadelik Gargantua hep bu başlık altında irdelenebilir. Zalimce simetrisiyle kütüphane sekansları da sinema tarihinde unutulmaz bir yer edinecektir kuşkusuz.



interstellar-saturn

Filmin; bilim, din ve felsefe gibi, konu ile ilgilenen tüm ana disiplinlerin uzunca bir süredir zaten konu edindiği birçok bilgiyi tekrar ifade ediyor olması sebebiyle de, yukarıdaki iki paragrafta incelediğimiz kurgusal ve görsel başarısının yine film açısından ne kadar önemli olduğunu, daha doğrusu filmi film yapan öğe olduğunu belirtmemize gerek yok. Sonuçta ne kadar başarılı olsa da bu bir film ve yeni bir şey keşfetmiyor.

Yine filmde B Planı olarak adlandırılan bir tür genetik kolonileşme ile paralel olarak; filmin bugüne kadar konu hakkında derlenmiş bilimkurgu edebiyatı, sineması ve popüler tarih külliyatından da bilinçli bir şekilde beslendiğini görebiliyoruz. Kısaca ifade etmek gerekirse ciddi bir birikim konuluyor izleyicinin önüne. Yukarıda bahsi geçen iki filmin yanında Solaris, 2010, Event Horizon, Contact gibi filmler ile Wells ve Clarke’ın bazı konseptlerinden de öğeler taşıdığı görülebiliyor.

Oyuncular genelde filmin atmosferinin önüne geçmeyen başarılı performanslar ortaya koyarken, özellikle Matt Damon’un kendi küçük parçasında karakteriyle özdeşleşmiş üstün bir performans gösterdiğinden söz etmemiz faydalı olacaktır. Filmin atmosferinin kurulması açısından değerlendirilmesi gereken en önemli bir katkı da kompozitör Hans Zimmer’den gelmiş. Yönetmen Nolan’ın amaçladığı yücelik duygusunu adeta bilinçaltımıza veren temalarıyla Zimmer bir kez daha çağımızın en iyisi olduğunu kanıtlamış.

Filmin mutlu sonu da nasıl değerlendirmek istenirse öyle değerlendirilebilecek öğelerden. Klasik bir gişe numarası olarak algılanabilecekse de, ben şahsen eğlenceli ama sığ Man Of Steel’in istese bunu tekrarlayabilecek yapımcı/yazarından bu sefer farklı bir mesaj aldığımı ifade etmeliyim. Şahsi fikrim, filmin bir tür dünya/ahiret alegorisi ile bilinçli olarak böyle kotarıldığı yönünde. Ölmekte olan dünyadan ayrılan Cooper’ın kara delikte sona eren macerasının yeniden başladığı yerin bir tür cennet olması, filmin içinde sürekli olarak vurgulanan Lazarus teması ve daha düşük profilde 2001’den farklı bir film olduğunu görevde kendilerine eşlik eden iki yapay zekanın sadakati ile belli etmesi; filmin motivasyonunun en başından beri insanı hayrete düşüren, yüce ama her halükarda insani bir macera sunmak olduğunu gösteriyor.

Bu tezi kuvvetlendiren ve yönetmenin burada aldığı bir risk paketi de dile getirilmeye değer. Christopher Nolan, oldukça uzun olmakla birlikte temposunu gayet başarıyla kotardığı bu filmde birbirine bağlı iki kritik karar vermiş gibi görünüyor. Birincisi filminde, izleyicileri avlayacak klasik bir climax sekansı olmaması ve ikincisi de climax yerine seçtiği sekansın eleştirmenleri ya da tarihi avlayacak derecede görkemli bir yabancılığa büründürülmeyerek, bunun yerine platonik denebilecek bir sevgiyi yerleştirmesi. Bu durumu şifreli şekilde, gargantua’nın monolith epiğinden uzak resmedilişi ve yıldız bebeğinin yerine tokalaşmanın ikame edilmesi şeklinde ifade edebiliriz.

Bununla birlikte başta da belirttiğim üzere; aylarca düşünülmüş, uzmanlara danışılmış, büyük maddi risk taşıyan böyle bir projenin arkasında tam olarak nasıl bir düşünce olduğunu speküle etmek filme olduğu kadar eleştiren kişiye de haksızlık olur. Bu haksızlığı yapmadan kısaca özetlemem gerekirse; kendi içinde olduğu kadar bilinen fizik kuralları içinde de oldukça tutarlı, bir meselesi olan, büyük bir zanaat ve bence özellikle yönetmen açısından en önemli öğe olmak üzere egodan arınmaya çalışmış yüksek bir sanat eseri ile, yani bir başyapıt ile karşı karşıyayız. Bu, “özetlediğim” üzere benim fikrim, diğer konudaki fikrim ise şöyle;

Örneğin Relativity olsaydı daha iyi olmaz mıydı?


Gerçekçi Bir Bilim Kurgu

Christopher Nolan’ın finansörlüğü ve yönetmenliğini yaptığı film Terstellar son yıllardaki en iyi bilim kurgu filmlerinden birisi lanse ediliyor. Çünkü film diğer yapımlara göre teknolojiden yararlanılmasına karşın kesinlikle sırıtmayan efektler ve kurgu.

J. G. Ballard bilimkurgunun tanımını yaparken tekno tapıcılıktan kaçınılması gerektiğinden bahseder. Çünkü bilimkurgu sadece teknolojiyle, uzaylılarla, uzayla alakalı değildir. Bilimkurgu gücünü bizzat içinde bulunduğumuz ve bilimle açıklanabilecek derecede gerçekçi ortam ve durum değişimlerinden alır. Alfonso Cuaron senenin en önemli filmlerinden biri olan ‘Yer Çekimi’nden bahsederken içinde uzay ve astronotlar olmasına rağmen bu filmin bir bilimkurgu olmadığından ısrarla bahsetmişti.

Yıldızlararası saf bir bilimkurgu, onu söylemek gerekir. Bilimkurgu sık sık fantastik türlerle iç içe geçer. Interstellar’da bu geçişlilik oranı da çok düşük. Gücünü tamamen olası bir senaryodan alıyor; Belli olmayan bir zamanda dünyada toz fırtınaları boy göstermeye başlıyor. Bu fırtınalar ekinleri kurutuyor. İnsanlık sonuna doğru ilerlerken, birçok kurum da değerini kaybediyor. Örneğin yıllardır asker yok.

Başkahramanımız Cooper (Matthew McConaughey) eski bir mekik pilotu, yeni bir tarımcı. Mısır ekerek geçimlerini sağlamak zorunda. Cooper durumdan memnun değil ama yeni dünyada mesleğinin yeri yok.

Kıtlık var ve uzay hiç kimsenin umurunda değil. Bilmediğimiz bazı felaketler sırasında bir şehre bomba atmayı reddettiği için NASA kapatılmış.

Fakat Cooper’ın kızı Murphy’nin odasında bir anomali gerçekleşmekte. İkili bu anomalinin peşinden giderken birden kendilerini insanlığın son umudu olacak ekibin arasında buluyor…

Yıldızlararası bu konu etrafında dönerken aslında daha önemli bir şey yapıyor. Odağına insanı alıyor ve insan hakkında bir bilimkurgu olmayı başarıyor. Pek çok yerde gözleriniz yaşarabilir mesela. Bilimkurgu teması altında insan hırsına, insan fedakârlığına ve insan ruhuna göndermeler yapıyor.

Filmin yönetmenlik tarzıysa ister istemez 2001 ve Gravity gibi filmleri akla getiriyor. Yönetmen Christopher Nolan 170 dakikalık süresine rağmen filmi akıcı kılmayı becerebilmiş yine de. Bilime sıkı sıkı bağlı, mantıksız bir nokta bırakmak istemiyor. Kuantum fiziği, yer çekimi kanunu, zamanın izafiliği hepsi içinde… Bu tarz filmler ucuz edebiyat diye bir zamanlar kenara fırlatılan bilimkurgu türüne dahil olsa da sık sık sanat filmi muamelesi görür seyirci tarafından. Bu kimileri için bir avantaj olduğu gibi, kimileri içinse bir dezavantajdır. Aksiyon dozu düşüktür, anlatım üzerine kuruludur. Ama karakterler daha derindir. Mesela Yıldızlararası’nda karakterlerin birbirleriyle olan bağları çok hissedilebilir durumda. Özellikle de Cooper ile Murphy arasındaki. Hans Zimmer’ın müzikleriyse ayrı olay!

Uzun lafın kısası Yıldızlararası bir Arthur C. Clarke bilimkurgusu tarzında bilimkurgunun hem bilim hem de kurgu kısmının hakkını vermeye çalışarak yolunu çizen bir film. Görsel efektleri iyi ama görsel efekti bir heybet aracı olarak kullanmıyor. Hikâye anlatımı açısından Nolan için cesur bir adım. Ama gayet iyi bir adım!

   
 Interstellar (Yıldızlararası) Film Eleştirisi - 2014

Yıldızlararası - Interstellar filmi 07 Kasım 2014 tarihi itibariyle vizyona girdi. Biz de ilk günden filmi izledik ve görüşlerimizi bu yazımızda açıklayacağız.

Öncelikle filmi genel olarak beğendiğimizi ama bazı eleştirilerimiz olduğunu belirtelim.

Çok uzun olan filmin senaryosu genel olarak başarılı ama yönetmen Nolan'ın daha önceki yapıtlarına göre daha zayıf. Filmin başındaki olayların sonundaki olaylarla bağlantısının olması (ve bu bağlantının sonlarda açıklanması) yine klasik olarak işlenmiş. Filmin akışı ise belirgin bir tempoda ilerlemiyor. Kimi yerlerde çok hızlı gelişen olaylar kimi zaman sıkıcı olmaktan kurtulamıyor.

Uzay meraklıları için filmde hemen her şey mevcut. Solucan deliğinden kara deliklere, öte gezegenlerden göreceliğe, dördüncü beşinci boyutlara kadar hemen tüm ilgi çekici uzay konuları filmde işlenmiş.
 


Filmde yer yer çok ciddi bilimsel tartışmalar var. Eğer belirli bir bilgi seviyesinin üzerinde değilseniz tartışmaları takip etmekte zorlanabileceğinizi hatırlatalım.

Uzay-zaman, zamanın bükülmesi, karadeliklerin zamana etkileri gibi her biri çok ciddi bilimsel tartışmaların filmde kendisine yer bulması (ve neredeyse hepsinin iç içe olması) oldukça ilginç. Ama kimi zaman bu tartışmalar filmin akıcılığını ciddi anlamda sekteye uğratıyor. Bir çok şey anlatmak isteyen film çoğu zaman bunu başaramıyor bizce.

Christopher Nolan'ın Başlangıç'ta kullandığı ve büyük tartışmalara yol açan topaç benzeri bir obje bu filmde de mevcut. Filmin başında oldukça sıkıcı gibi görünen küçük ayrıntılar sona doğru anlam kazanıyor (her zaman kazanamıyor, bazıları havada kalıyor).

Filmin aksiyon sahneleri için de temkinli bir yorum yapmak zorundayız. Film Gravity gibi müthiş bir gerçeklik algısıyla sizi baş başa bırakamıyor. Ama ortalamanın üzerinde bir görselliğe sahip olduğunu da belirtmeliyiz.

Filmin kimi zaman ağırlaşan anlatımı, finali vs. 2001: Bir Uzay Destanı filmini anımsatıyor. Yine konusu itibariyle Mesaj (Contact) filmiyle de benzerlikler var. Ama ikisinden de birçok açıdan farklılaşıyor.

Filmin müziklerinin ise oldukça başarılı olduğunu söyleyelim. Ama kimi zaman müzikle sahnelerin uyumsuzluğu olduğu düşüncesindeyiz.

Sonuç itibariyle başarılı sayılabilecek bir uzay filmiyle karşı karşıyayız. Ama bir başyapıtla değil.



 

Yıldızlararası (Interstellar): Yeni Dünya’nın kâşifi olmak..

Sezai Ozan Zeybek

 [ Bu yazı filmin bilimsel içeriği, mühendislik boyutu hakkında değil. Daha ziyade ekoloji politik ve kolonyalizm çerçevesinde eleştirel bir değerlendirme sunuyor. Filmin kısa hikâye örgüsü şöyle: Dünyanın yakın geleceği anlatılıyor. Söylenmiyor ama muhtemelen iklim değişikliğinden ötürü büyük bir dönüşüm yaşanmış. Bir anda bastıran büyük toz fırtınaları evlere-tarlalara zarar veriyor. Gıda üretimi insanlığın en büyük meselesi hâline gelmiş. Okullarda 20. yüzyıl, “insanlığın felaket çağı/ müsriflik” olarak anlatılır olmuş. Amerika Birleşik Devletleri’nin bu süreçte çözüldüğünü anlıyoruz. (Ama bir tür devlet yapısı belli ki muhafaza edilmiş.) Geçmişi inkâr eden (misal aya aslında gidilmediğini telkin eden) yeni bir müfredat-tarih kaleme alınmış. Çiftçilik (en saygın değilse de) en yaygın meslek hâline gelmiş.

Filmin ilk kısmı antropolojik bir deneysellik, pek çok farklı noktaya açılabilecek bir kurmaca potansiyeli içeriyor. Ancak bir macera filmi olarak “kurtuluş”, “umut” temalı ikinci kısım, bilindik mitolojik öğelere, bir klasik Amerikan hikâyesine dönüşüyor. Amerikan bayrakları (biraz değişmiş olmasına rağmen sembolü tanıyabiliyorduk) gözümüze sokuluyor; ama mesele bunla sınırlı değil. Filmin temel hikâye örgüsü Amerika’nın icat ettiği bir hayli problemli bir geçmiş anlatısına dayanıyor. Buna keşfedilmemiş toprak/frontier hikâyesi diyeceğim. Şöyle özetlenebilir: Geçtiğimiz 500 sene boyunca Avrupa’yı kasıp kavuran vebadan, savaşlardan, baskıdan kaçan milyonlarca insan, yeni (ve boş!) topraklar bulmuş ve Amerika’da kendilerine “beyaz” bir sayfa açmıştır. (Beyaz, evet, çünkü Siyahlara açılan sayfa bu değildir.) Bu esnada on milyonlarca yerli kılıçtan geçirilmiş, telef edilmiştir; ama tarih kitaplarında bunlar hâlâ bir detay olarak anlatılır. Hattâ kâşiflere övgüler düzülür, Kolomb’un anısı yad edilir, Amerika’nın kendine uydurduğu “Yeni Dünya” masallarına inanılır. Amerikan muhayyilesinin en derinlerine sinmiş bu yeni hayat arayışı, geçmişten kopuş, Yeni Dünya ütopyası vs. filmde de hemen her yerde vurgulanmış. Bu tarz filmlerin Amerika’dan çıkması, orada anlatılagelen tarih kurgusuna dayanması elbette tesadüf değil.

Yeni ve boş bir dünya hayali, sömürgeci yayılmanın mitolojisi olarak da düşünülebilir. Aslında bir şiddet hikâyesidir. Örneğin Kristof Kolomb’un Arawak yerlileriyle ilgili ilk izlenimi şu olmuş: “Bunlardan harika hizmetkâr olur. Elli kişiyle bunların hepsini boyunduruğumuz altına alıp tüm istediklerimizi yaptırabiliriz.” Kendisine altın bulup getirmeyen yerlilerin ellerini kestirmiş. 1495 yılında sağlıklı ve iyi durumdaki kadın-erkek-çocuk 1500 Arawak yerlisini esir etmiş, bunlardan beş yüzünü İspanya’da sergilemek için zorla gemilere bindirmiş, yolda da iki yüzünü telef etmiş.

Fakat “keşfederken” açığa çıkan şiddet bu süreç anlatılırken geri plânda kalmış; yerini kutlamalara, kendine hayran bir Batı anlatısına bırakmış. Kolomb’un heykelleri dikilmiş.

Bu esnada Yeni Dünya denen yer de toplumsal muhayyileye farklı şekillerde sirayet etmiş, misal “el değmemiş cennet” olarak temsil edilir olmuş. Keşfedilen mekânlar yabanıl, insansız (yahut orada yaşayanlar insan bile olsa insanlıkları şüpheli, dolayısıyla köle etmeye ve katletmeye müsait) olarak görülmüş. Topraklar “boş” olarak telakki edilmiş, el konmuş. Sömürgeciliğin en çok zirve yaptığı dönemde bu dokunulmamış yeni cennetleri bulma dürtüsü de o oranda artmış. Dolayısıyla boş topraklara ulaşma, yeni yerlere yayılma, keşfedilmemiş olanı keşfetme, kötü olan eskiyi arkada bırakma gibi temalar zaten anlatılagelen, işin katliam kısmını hasıraltı ederek destansı özellikler kazanmış kolonyal hikâyelerin yeni bir ifadesi. Filme sirayet eden ve sorgulanmadan kullanılan hikâye kalıbı da bunlardan başka bir şey değil.

Filmde keşif, kutsal bir vazife ve yegâne çözümmüş gibi sunuluyor. Filmin baş kahramanının ağzından Amerika’yı Amerika yapan birtakım hasletler anılıyor. Örneğin ufkun ötesini merak etmek… Bu esnada geçmiş olduğu gibi terk edilebiliyor. Böylelikle ne eşitsizlikle ne zenginliğin kökenleriyle ne 3. Dünya ile ne de felaketin aslî sorumluları ile yüzleşmeye gerek kalıyor. Düşününce aslında rahat bir çözüm bu: Oyuncağı kırılınca onu olduğu gibi bırakıp yeni oyuncağına geçen bir büyük çocuk var karşımızda sanki.

Bu noktada bir durup başka hikâyelerle bağlantılar kurmak da mümkün. Örneğin bulunan yeni gezegende hayatın iki kişi ile başladığı gösteriliyor. (İkisi de Beyaz ve Amerikalı elbette, filmin Siyahî karakteri işin sonunu getiremiyor, şaşırtıcı değil, yine Beyaz Beyaza kalınıyor). Bu da bildiğimiz Adem ve Havva’nın hikâyesi. İşledikleri günah yüzünden cennetten kovulup dünyadaki hayatı başlatmışlardı onlar da. Bu, artık amellerinden sorumlu tutulacakları yeni bir hayatın başlangıcı olarak yorumlanabilir yahut işlenen suçun bedelinin ödenmesi olarak… Malum, cennetten kovulunca insanlar artık iyiyi-kötüyü ayırt etmekle yükümlü hâle gelmiş. Ama yine de ben geçmişe böyle set çeken “haydi bir daha” türkülerine pek sıcak bakamıyorum. O yüzden de şu ana kadar olanlarla yüzleşmektense yeni bir yere kaçarak paçayı sıyırma çabasını pek de masum bulmuyorum.

Bir de belki Nuh’un Gemisi’nden bahsedilebilir. Ancak Nuh’un Gemisi, insan soyunun nasıl hayatta kalabileceğine dair daha gerçekçi bir senaryo sunuyor. Malum, Büyük Tufan’dan sadece insanlar kurtarılmaz, hayvanlar da alınır gemiye. Bundaki amaç sadece gıda tedariki değildir üstelik, gıda hâline gelmeyecek canlılar da dahil edilir. Zira insanın (soyut ve ilişkisiz bir canlı olarak) tek başına olduğu bir dünya tasavvur edilmez. Filmde böyle bir boyut yok. Başka bir galaksiye kaçmak için kullanılan gemide hayvan-bitki (döllenmiş yumurta şeklinde dahi olsa) taşındığına dair bir emare görmüyoruz. Mısır, sadece gıda olarak var.

Ekolojik bir bakış, hiçbir türün “özerk” olmadığını söylüyor bize. Çiçeklerle arılar, ağaçlarla kuşlar, insanlarla bakteriler hayatı mümkün kılan bir ilişki içinde. Ortak bir yaşam ancak bu şekilde ortaya çıkıyor. İnsan bedeninde “kilolarca” bakteri yaşıyor mesela. Asalak değil bunlar, sindirim sisteminin bir parçası. Yani türler, birbirinden bağımsız bir “hayatta kalma mücadelesi” sürdürmüyor. 19. yüzyıldan kalma “sadece güçlü olanın hayatta kaldığı rekabet” anlatısı, evrimin var olan şekillerinden yalnızca biri; gücün başka hâlleri de var. Hayatta kalmak pek çok tür için (rekabetten ziyade) dayanışma ağları kurmak, ortakyaşamcı (symbiotic) ilişkiler geliştirmekle mümkün oluyor. Filmde bunun yerine ilişkisiz, daha doğrusu varlığını diğer türlerden bağımsız olarak hayal edebilen; Aydınlanma düşüncesine dayalı bir insan algısı çıkıyor karşımıza. Anlaşılan insan gittiği yeri tek başına fethedecek. Filmin posterleri de bu kanaati güçlendiriyor. Kendine aradığı yeni ev, diğer türlerle ilişki üzerine kurulu değil, tamamen insanlarla (ve insana tâbi robotlarla) sınırlı bir toplumsallıktan ibaret olacak.

 Toparlayacak olursak, Yıldızlararası zaten aşina olunan mitolojik temaları pahalı bir bütçeyle yeniden işliyor; gişe başarısı da kısmen bu aşinalıktan geliyor. Sinemalar yeni hikâyeler anlatır gibi gözükse de eski masal temalarını tekrarlayabildiği oranda başarılı oluyor. Vladimir Propp‘un Masalın Biçimbilimi kitabında belirttiği şemalar (örneğin zor bir problemle uğraşan genç Murph’e babasından “sihirli” denebilecek bir yardım gelmesi) bu bilindik kalıpların ne kadar etkili olduğunu gösteriyor. Masalların, çocukların hayatta zorluk yaşadığı bazı meseleleri (büyümek olabilir, kötülükle baş etmek olabilir) yumuşatmak gibi, hâlleşilir kılmak gibi bir vazifesi var. O yüzden iyi sonla bitmeleri elzem. Bu film de o anlamda bize kendimizi iyi hissettirecek bir masal anlatıyor. Demek ki bir büyük felaketle karşı karşıya olsak da hayatta açılacak yeni sayfalar, her zaman gidilecek boş topraklar bulunur. God Bless America, ne diyelim! ]

--------------------------------------------------------------------------------

ALİ KOCA
7 Kasım 2014, Cuma

[ Christopher Nolan’ın ilk kez bilim-kurgu evrenine daldığı Yıldızlararası / Interstellar, temelde Kubrick’in klasik filmi 2001: Uzay Macerası’ndan beslense de farklı bir yol izliyor. Filmi IMAX haliyle izlemek, sinemaseverler için bulunmaz bir deneyim.


2000 sonrası için söylersek, filmleriyle seyirciyi heyecanlandıran sayılı yönetmenlerden biri Christopher Nolan. Onun filmlerinde, oyuncu kadrosu veya hikâyeden ziyade Nolan ismi seyircide belli bir beklentiye yol açıyor artık. Henüz ‘Nolan sineması’ diyebileceğimiz bir külliyata ulaşmasa da kendine özgü bir anlatım dili olduğu şüphe götürmez. İllaki bir niteleme gerekirse, sinemanın gerektirdiği derinlik, katman ve felsefî unsurları ihmal etmeden ‘gişe canavarı’ (blockbuster) filmler çeken bir anlatım ustası denebilir Nolan için. Erken ve biraz da aleyhine işleyen bir şekilde Stanley Kubrick ile kıyaslanması ise onun talihsizliği. Bu olumsuz kıyaslama sebebiyle Hollywood’da açtığı alan, seyirciyi heyecanlandıran bir yönetmen olması, anaakım sinemaya getirdiği yeni soluk gibi çok önemli özellikleri göz ardı ediliyor.

Yıldızlararası / Interstellar ile Christopher Nolan, ilk kez bilim-kurgu sularına yelken açıyor. Yakın bir gelecekte dünya üzerindeki hayat sona ermek üzeredir. Tarım alanları giderek yok olduğu için insanlar açlık tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu yüzden, bütün teknolojik yatırımlar durdurulur ve tarıma ağırlık verilir. Eski bir uzay pilotu olan Cooper (Matthew McConaughey) da bu sebeple devlet tarafından çiftçiliğe yönlendirilmiştir. Küçük kızı Murph’ün (Mackenzie Foy) odasındaki garip işaretlerin izini süren Cooper, gizli bir bilim üssü keşfeder. Burada, bir zamanlar birlikte çalıştığı Prof. Brand (Michael Caine) ile karşılaşır ve kamuoyundan gizlenen bir uzay projesinde yer alması için teklif alır. İnsanları taşımak için uzayın derinliklerinde yaşama uygun yeni gezegenler araştırılmaktadır. Cooper, ailesini kurtarmak için bu keşif gezisine pilot olarak katılmayı kabul eder ve yıldızlararası yolculuk başlar.

CHRISTOPHER NOLAN’IN 2001’İ

Yıldızlararası, açık bir şekilde Kubrick klasiği 2001: Uzay Macerası’nı temel alıyor, ondan besleniyor. Fakat bu bir taklit ya da özenti değil; Nolan kendi 2001’ini çekmeye soyunuyor. Bunu yaparken Kubrick’in azaltmaya, sağaltmaya çalıştığı ne varsa köpürtüyor, kabartıyor. 2001’in aksine, çok geveze bir film Yıldızlararası. Eh, 21. yüzyılın Uzay Macerası’ndan da bu beklenir! Kara deliğin içinden geçip başka bir galaksiye giderek orada yaşanabilir yeni bir dünya keşfetme fikrini seyirciye kabul ettirmek için o kadar çok ve mükerreren bilimsel argüman öne sürülüyor ki, artık bir noktadan sonra “Tamam, inandık!” demek zorunda kalıyorsunuz. Ne yazık ki bu teslimiyet, bir ikna değil, icbar hali. Halbuki Kubrick, daha Ay’a çıkılmamışken (1968), neredeyse hiçbir bilimsel açıklama yapmadan ama bilimsel gerçeklere uygun bir şekilde Ay’a gidileceğine, hatta bir karadelikten geçileceğine insanları inandırmıştı.

Nolan’ın fazlaca kullandığı bir başka ‘tutkal’ ise sevgi. 2001’de Kubrick’in bir sahne ile üzerinden geçip gittiği uzaydaki bilim adamının dünyadaki kızı ile görüşmesi, Yıldızlararası’nın ana malzemesi, hatta teması olup çıkıyor. Kubrick’in ısrarla uzak durduğu özdeşleşme, Nolan’ın vazgeçemediği bir yöntem. Film, baştan sona Cooper ile kızı Murph’ün duygusal bağına, oradan Amelia’nın (Anne Hathaway) sevdiği adamın peşinden gitmesine uzanıyor. Bilimde ne kadar ilerlesek, uzayın derinliklerini keşfedip karadeliklerden geçsek de bizi hayata bağlayan şeyin sevgi ve hayatta kalma içgüdüsü olduğunu salık veriyor film. Bu gözle bakınca, duygusal dozu ve Hollywood söylemine teslim olan yapısıyla Kubrick’ten ziyade Spielberg’in sinemasına daha yakın duruyor Yıldızlararası.

Bu ‘fazlalıkları’ söylerken şunu da unutmamak gerek; Christopher Nolan’ı sevdiren ve onu aranan bir yönetmen yapan özellikler aslında bunlar. Memento’da bellek üzerine çetrefil bir bulmaca hazırlayan, Başlangıç’ta rüya üzerine bir evren kurup seyirciyi avucunda tutan, Insomnia’da akıl oyunlarına yönelen, Prestij’de illüzyon vasıtasıyla hipnoza girişen ve Batman üçlemesinde karaktere varoluşsal bir arıza ekleyip dünya konjonktürüne dair söylemler katan da aynı yönetmendi. Yıldızlararası’nda yaptığı da farklı değil: Paralel evren, zaman ve sevgi kavramlarını son kertesine kadar eğip büküyor, iç içe geçmiş bir yapbozun içine atıyor ve küçük ipuçlarıyla seyirciye çözdürüyor.

Nolan filmografisi açısından Yıldızlararası, Başlangıç’ın gerisinde. Seyirciyi şaşırtmayı ve avucunda tutmayı seven Nolan’ın bu ‘zaafı’ filmi 2001’in uzağına düşürüyor. Diğer taraftan, 21. yüzyılın 2001’i de olsa olsa böyle olur. Alfonso Cuaron’un Yerçekimi de böyleydi; artık bilim-kurgudan ziyade; uzayda geçen, Hollywood söyleminin taşıyıcısı filmler izliyoruz. Sinema teknolojisinde bir eşik sayılan Avatar’ın bile bu türden olduğu düşünülürse sanırım artık insanlığa dair çetin soruları olan, düşündüren, felsefî bilim-kurguların devri geride kaldı. Artık, sadece bu zamanın insanına uygun bilim-kurgular var. Yıldızlararası da bunların göz alıcı, hipnotize edici bir örneği. Bütün bunların ötesinde, Yıldızlararası’nı -mümkünse- IMAX haliyle izlemek, sinemaseverler için bulunmaz bir deneyim olacaktır.]

-----------------------------------------------------------------------------------

Interstellar – Yıldızlararası

[ Geçen yıl büyük sükse yapan ve En İyi Film Oscarını “12 Years a Slave”e kaptırsa da geceden bol ödülle ayrılan “Gravity”nin ardından bu yıl da benzer temalarda gezinen bir yapıt Christopher Nolan’ın elinden çıktı. İster istemez de arada bir karşılaştırma hissiyatı doğurdu bu durum. “Gravity” gibi bir başyapıtın ardından Nolan’ın filminin yaratacağı etki de merak konusuydu zira “Inception”dan da bildiğimiz üzere kaleme aldığı senaryolar üzerinde yıllarca uğraşan ve filmografisinden aşina olduğumuz üzere yönetmenlik becerileri de üst seviyede bir isim Nolan. Belki “Interstellar” yeni bir “Gravity” olamayacak ama hoş senaryo hamleleriyle ve müthiş görselliğiyle adından söz ettireceğe benzer.

Karanlık bir gelecek tasvirinin çizildiği filmde, Dünya’da gıda sıkıntısı büyük sorun olmuş. Ekinler toz fırtınalarından dolayı harap olurken çiftçilik mesleğine daha fazla rağbet olmasına rağmen zor yaşam şartları ve toz fırtınaları insanlığın sonunun yaklaştığının da habercisi. Dünya da buna göre şekillenmiş, teknolojik yatırımlar körelmiş, ordular kaldırılmış vs. Eski bir mühendis olan, mevcut çiftçilik mesleğinden hiç haz etmeyen Cooper, büyümüş de küçülmüş kızı Murph’ün de yardımıyla bir takım koordinatlara ulaşıyor ve buradan eski işverenleri NASA’nın yürüttüğü gizli bir projeden haberdar oluyor. Bu projeye göre uzayın derinliklerine yol alacak bir grup insan kendilerine Dünya dışında, insanların yerleşebileceği bir gezegen arayacak. İnsanları gezegenlere getirmeye elverişli olunmaması durumunda yanlarında taşıdıkları döllenmiş yumurta örnekleriyle insan ırkının devamını sağlayacaklar. Ama bu ikinci plan aynı zamanda Dünya’daki sevdiklerinden de uzak kalacakları ve onları ölüme terk edecekleri manasına da gelecek…

Bir İngiliz yönetmenin filmine ara ara serpiştirdiği Amerikan milliyetçiliğini görünce biraz şaşırdığımız “Interstellar”da sık sık bilimsel bazı kavramlara başvuruluyor ve üç saate yaklaşan süresi içinde izleyeni koltuğuna adeta çivileniyor. Bunun yanında enteresan konusunu her ne kadar bilimkurgu olsa da, sırıtmayacak bir biçimde dallandırıp budaklandırıyor. Uzay seyahatinde Güneş Sistemi’nin dışında Gezegen arayan bilim insanlarının durakları örneğin, Christopher Nolan standardının biraz altında olsa da üzerinde çalışılmış ve iyi betimlenmiş yerler. Yani senaryo aşamasında gösterdiği yaratıcılığı ne yazık ki aynı görkemde perdeye yansıtamıyor. Ayrıca zaman kavramının göreceliği sonucu bu grubun yaşadığı çıkmazlar, özellikle Cooper üzerinden bir aile dramı formatında işlenmiş. Cooper’ın bir gezegende geçirdiği birkaç saatte gerçek hayattan onlarca yılın gitmesi, ailesinin bu sırada yaşadığı çıkmazlar filmi birden bir drama doğru sürüklüyor. Yani bilimsel bir veri izleyeni etkileyecek bir duygusal dalgaya dönüştürülüveriyor. Cooper’ın gerçek hayatta büyüyen kızının hikayeye dahil olmasıyla ivmesini biraz yitirse de finaline doğru görsel etkileyiciliğin tavan yapması ve senaryodaki birkaç hoş ayrıntı “Interstellar”ı birkaç kademe yukarı taşıyor. Belki daha ilginç bir final filmi unutulmaz da kılabilirmiş. Netice itibariyle yeni bir “Gravity” değil ama izleyene hoş vakit geçirten, müthiş uzay manzaralarıyla göz kamaştıran kalbur üstü bir film “Interstellar”. Yazıda da konuyu üstün körü anlatmaya çalıştım, hakkında ne kadar az şey bilirseniz, izlediğinizde o denli sevebileceğiniz bir yapıt aynı zamanda, ekleyelim.

Filmin senaryosunda Jonathan Nolan ve Christopher Nolan imzası var. Oyuncu kadrosunda yıldız aurasını bir türlü rafa kaldıramayan Matthew McConaughey, Anne Hathaway, “Hayat Ağacı”ndan sonra bahtı yaver giden Jessica Chastain, etkileyici bir profille Matt Damon, Casey Affleck, Ellen Burstyn, Wes Bentley ve usta oyuncu Michael Caine var.]

-----------------------------------------------------------------------------

Solucan Delikleri Gerçek Mi?

[ Hazırlayan: ÇMB (Evrim Ağacı)

Solucandelikleri oldukça ilginç bir konsepttir ve teorik fizikçi Brian Greene, onlarla ilgili 3 temel şeyi bilmemiz gerektiğini söylüyor:

1. Tıpkı bir tünelin, dağın iki tarafını birbirine bağlayarak yolu kısaltması gibi, solucandelikleri de Evren içerisinde kısayollar yaratırlar. Tıpkı dağdaki bir tünelden geçmek, sizi dağın tepesine çıkıp geri inip veya etrafından dolaşıp arkasına ulaşmak gibi bir zaman kaybına engel olduğu gibi, bir solucandeliğinden geçmek de sizi uzay-zaman dokusunda gerek konumsal uzay (en-boy-yükseklik), gerekse de zaman bakımından kaybınız olmaksızın, normalde kolay kolay ulaşamayacağınız noktalara kolayca ulaşabilmenizi sağlarlar.

2. Solucandelikleri Einstein'ın Genel Görelilik Teorisi sayesinde mümkün olmuştur. Yani teorik bir temelde mümkündür. Ancak gerçekte var olup olmadıklarına dair kimsenin en ufak bir fikri yoktur. Ama ola ki varlarsa, kendi üzerlerine çökmemeleri için yapılarının çok özel (egzotik) bir madde formuyla kaplı olması gerekir. Yoksa, teorik olarak mümkün olsalar da, sırf malzeme hatasından ötürü pratik olarak var olamazlar. Dolayısıyla bunun fiziğin oldukça spekülatif bir sahası olduğunu biliniz.

3. Eğer ki solucandeliklerinin iki ağzı birbirinden farklı hareketlere sahipse ve farklı kütleçekim alanları dahilindeyse, Einstein'ın Özel/Genel Görelilik Teorisi devreye girer ve "tünelin" iki ucunun senkronizasyonunun bozulmasına neden olur. İşte bu sebeple solucandeliğinin iki ucu, birbirinden farklı zamanlar içerisinde yer alır. Bu da, zaman yolculuğunu mümkün kılabilir.

Sonuç olarak, solucandelikleri bir zamandan diğer bir zaman ve bir mekandan diğer bir mekana aynı anda açılan birer tüneller olarak düşünülmektedir. Bu da, solucandeliğini bir zaman makinası yapmaktadır. Ancak böyle bir deliğin gerçekten var olup olmadığına dair herhangi bir fikrimiz henüz bulunmamaktadır.

Unutmamak gerekiyor ki bir şeyin teorik olarak var olması, pratik olarak var olması ihtimalini elbette oldukça arttırmaktadır; ancak garantilememektedir.  Fakat iyi tarafından bakacak olursak, teorik olarak var olması mümkün olmasaydı, pratik olarak da gerçek hayatta böyle bir şeyi görmeyi beklememiz için bir neden olmazdı. Fakat şu anda büyük bir neden var: teorik olarak mümkünler!

Kaynak: Brian Greene ]

------------------------------------------------------------------------------------             

Interstellar - 2014 (Yıldızlararası)

[ “Sevgi ki zaman ve mekanın boyutlarını aşar, algılamaya gücümüzün yettiği yegâne şeydir,” der Doktor Brand (Anne Hathaway), Yıldızlararası’nın bir sahnesinde. Fakat Christopher Nolan’ın bu epik bilimkurgu hikayesinde, kitaplar da boyutları aşıyor. Hatta filmin başlarında Murph (Mackenzie Foy), kitaplığından düşen ve rasgele savrulduklarını varsaydığımız ciltlerin şifresini çözmeye çalışıyor. Çünkü bir hayaletin onunla bu yolla iletişim kurmaya çabaladığını düşünüyor.

Öte yandan Nolan, kitapları şüpheye yer bırakmayacak şekilde, bu amaç için kullanıyor gerçekten de. Kütüphaneye yerleştirdiği kitaplar filmdeki karakterlerle ve yarattığı kavramsal dünyayla bir şekilde ilişkili.


Memento(Akıl Defteri) , Inception(Başlangıç) ve Batman Begins(Batman Başlıyor) gibi filmlerin yapımcısı olan ünlü Christopher Nolan'ın yeni filmi Interstellar yani Yıldızlararası bu sonbaharın merakla beklenen filmleri arasında.

Filmde bahsi geçen solucan deliklerinden söz edelim biraz isterseniz.Solucandeliği ya da Einstein-Rosen Köprüsü;Nathan Rosen ve Albert Einstein tarafından ileri sürülmüştür.Solucandeliği bilim kurgu ve bilim camiasında uzunca bir süredir tartışılan bir konudur.Solucandeliği aslında Topolojik bir vasıftır.Basitce anlatmak gerekirse;uzay çok büyük olduğu için ışık hızına yakın bir hızla yol almak isteseniz bile bir yıldız sisteminden diğerine seyahat etmeniz milyonlarca yıl sürebilmektedir.İnsan ömrü göz önüne alındığındaysa bu süre pek de mantıklı değildir.Bu nedenle bilim insanları bize bir nevi kestirme yol sunarak solucandeliği sayesinde evrenin bir ucundan diğerine kısa sürede gidebileceğimizi söylüyorlar.Solucandeliği'nin bir ucundan girip öteki ucundan çıkıyorsunuz ve kendinizi başka gezegende buluyorsunuz.

İşte Yıldızlararası tam da bu fenomenin çevresinde dönen bir filmdir.Filmin hikayesi bir grup cesur kaşifin bu deliklerden birine gitmeye karar vermesi sonrasında gelişiyor. Bu bilinmeyen boyuta yapacakları yolculukta, birlikte kalabilmek için verdikleri mücadele her birini ayrı zorluklarla karşılaştırıyor.Usta yönetmen Christopher Nolan'ın yazıp yönettiği filmin yıldız oyunculardan oluşan oyuncu kadrosuna sahip.

Eğer sizde Bilim Kurgu hayranıysanız ve Astronomiye meraklıysanız kaçırmamanız gereken bir film. ]

 

Neil deGrasse Tyson, Yıldızlararası (Interstellar) Filmini Yorumladı

 Hazırlayan: ÇMB (Evrim Ağacı) - 11 Nov 2014


[ Carl Sagan'ın yüksek başarılı belgeseli Cosmos'un yeni serisinin sunuculuğunu yaparak büyük beğeni toplayan astrofizikçi, Plüton-düşmanı ve internet üzerinde "mem" adı verilen esprili fotoğraflara bol bol ilham kaynağı olan Neil deGrasse Tyson, popüler bilimkurgu filmlerine yaptığı bilimsel analizlerle de biliniyor. Örneğin, 2013'te vizyona giren Gravity (Yerçekimi) isimli filme yaptığı yorumları buraya tıklayarak okuyabilirsiniz. Tyson, şimdi de, 2014'ün en çok konuşulan filmlerinden biri olan Yıldızlararası (Interstellar) filminin bilimsel olarak ne kadar isabetli olduğunu yorumladı. Bunda, filmin baş yapımcılarından Kip Thorne'un kendisinin de bir teorik fizikçi olmasının etkisinin yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Thorne, film için bir karadeliğin modellemesini yaparken geliştirdiği denklem seti sayesinde bilime önemli bir katkıda bulundu. Yani bir bilimkurgu filmi, tam da yapması gerektiği şekilde, bilime yön verdi.

Daha önceden bilimkurgu filmlerine yaptığı olumsuz eleştirilere kıyasla Tyson, Yıldızlararası'nı epey bir övüyor. Böylesine bir övgüyü en son Derin Darbe (Deep Impact) isimli film için yapmıştı. Değerlendirmelerini Twitter üzerinden aktardığı için çok fazla detaya inilmiyor; ancak eminiz ilerleyen dönemlerde daha detaylı açıklamalar da yapacaktır. Yazımızda bu noktadan itibaren filmdeki bazı sahnelerle ilgili bilgilere yer verilmektedir ("spoiler uyarısı"); dolayısıyla kendi tercihinizle okumanızı tavsiye ederiz.

Tyson'a göre film, bilimi ve bilim insanlarının çalışmalarını oldukça yüksek bir isabetlilikle aktarmayı başarıyor. Ancak Tyson her şeyden önce, filmdeki birçok izleyen tarafından fark edilen bir hataya eğlenceli bir şekilde dikkat çekerek başlıyor:

"Bir başka gezegendesiniz, bir başka yıldızdasınız, galaksinin bir diğer kısmındasınız ve iki adam birbiriyle yumruk yumruğa kavgaya giriyor!"

Filmde, bilimsel verileri çarpıtan bir karakterin, diğeriyle ölesiye bir kavgaya giriştiği sahneler bulunuyor. Bu sahneler gerçekten de akıllarda astronotların böyle alakasız bir ortamda böyle bir kavgaya girişme ihtimalini sorgulatıyor. Ancak yine de, çok köklü ve uzun süreli görevler olduğu ve astronotların canlarını ve ömürlerini ortaya koyduklarını düşünürsek, böylesi duygu patlamalarının mümkün olduğunu düşünebiliriz sanıyoruz. Tyson analizlerine şöyle devam ediyor:

"Bir karadeliğin hemen yanındaki bir gezegeni araştırıyorlar. Ben olsam, karadelikten durabildiğim kadar uzak dururdum."

Tyson, aktörlerin oynadıkları mesleklerle ilgili de dikkat çekiyor:

"Tüm başrol oyuncuları ya bir mühendisi, ya da bir bilim insanını oynuyor."

Sanıyoruz dikkat çekmek istediği unsur, böylesine kapsamlı bilim projelerinde görev alan diğer mesleklerden insanların da varlığı. Filmde buna yer verilmiyor. Ancak Tyson, kendisinin de çok önem verdiği bir noktaya, kritik bir şekilde parmak basıyor:

"Sadece bilginiz olsun diye söylüyorum: başrolde bulunan ve her biri ya mühendis, ya da bilim insanı olan karakterlerin yarısını kadınlar oluşturuyor."

Tyson, daha önceden de dişilerin bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik alanında daha aktif olarak desteklenmesi gerektiğini vurgulamıştı. Bu noktadan sonra Tyson, filmdeki bilimsel bir doğruyu (ki bu filmin kalbinde yatan noktalardan birini) vurguluyor:

"Yapımcılar uzayda sıfır kütleçekiminin nasıl, neden ve nerede oluştuğunu tam olarak biliyorlar."

Bu konuda hatasız olmaları, filmin bilimsel isabetliliğini gösteriyor. Ayrıca sadece bu da değil, filmin neredeyse tamamının üzerine kurulu olduğu Einstein'ın Görelilik İlkesi de tam bir isabetlilikle aktarılıyor. Tyson bunu şöyle yorumluyor:

"Einstein'ın göreli zaman kavramını bugüne kadar hiçbir filmin gösteremediği gibi deneyimleme şansınız var. Ayrıca Einstein'ın uzay bükümü kavramını da bugüne kadar hiçbir filmin gösteremediği gibi deneyimleyebilirsiniz."

Bu, film açısından çok büyük bir başarı olarak yorumlanıyor. Çünkü çoğu zaman bilimkurgu filmlerinde görselliğe ağırlık verildiği için, bilim ikinci planda kalıyor. Yıldızlararası'nda ise bundan kaçınılmış. Buna rağmen, şahane bir görsel şölen sunuyor. Tyson filmi övmeyi bu kadarla bırakmıyor, bilimsel verilerle de isabetliliğini destekliyor:

"Gerçek evrende de, güçlü bir kütleçekim alanı içerisindeyseniz, diğerlerine kıyasla size göre zaman çok daha yavaş geçer. Ayrıca filmde, bir karadelik tarafından yaratılması mümkün olan muhteşem gelgit kuvvetlerinden kaynaklı muhteşem gelgit dalgaları gösteriliyor."

Tyson, filmin diğer önemli parçalarından biri olan Solucan Delikleri kavramını da işleyişini isabetli buluyor. Şöyle anlatıyor:

"Uzayda, 3 boyutlu bir portala giriyorsunuz. Evet, herhangi bir yönden bu portalın içine düşmeniz mümkündür. Evet, buna Solucan Deliği denir."

Tyson'ın gözünden kaçmayan bir nokta ise, Kubrick'in efsanevi filmi "2001: A Space Odyssey"indeki bir sahnenin tekrarlanmış olması:

"Uyumlu dönüş birleşme manevrası için 2001: A Space Odyssey'dekini tekrar etmişler. Fakat Yıldızlarası'nda, 100 kat daha hızlı dönüyorlar."

Bundan kastı, bir uzay aracının, kütleçekimini sağlamak için kendi etrafında dönen bir diğer uzay aracına bağlanması için onunla eş zamanlı olarak dönmek zorunda oluşu. Filmde, meydana gelen bir patlamadan ötürü bağlanılmaya çalışılan uzay gemisi olması gerekenden kat kat hızlı dönüyor. Bu müthiş dönüş hızına uyum sağlamak için, uzay aracına bağlanmaya çalışan aracı da aynı hızla döndürüyorlar. Böylece göreli hızları birbirine eşit olduğunda, sanki araçlar birbirlerine kıyasla hiç hareket etmiyormuş gibi davranılabiliyor.

Sonrasında Tyson, filmin önemli parçalarından biri olan ve son derece ilginç bir tasarıma sahip, son derece yüksek bir yapay zekaya sahip robotlarına hoş bir gönderme yapıyor:

"Filmde KIPP isimli bir robot var. Filmin baş yapımcılarından biri de fizikçi ve ismi Kip. Sadece söylüyorum..."

Nihayetindeyse esprili bir şekilde, 2 tavsiyeyle bitiriyor:

"Eğer ki filmin altyapısını oluşturan fiziği anlamadıysanız, Kip Thorne'un fazlasıyla okunabilir olan Yıldızlararası'nın Bilimi (The Science of Interstellar) kitabını tavsiye ederim. Eğer ki filmin kurgusunu anlamadıysanız, size yardımcı olabilecek bir kitap yok." ]

Interstellar ve Solucan Delikleri
Yazan: Ayşe Berceste Dinçer

[ Christopher Nolan’ın yeni bilim-kurgu filmi Interstellar 7 Kasım’da vizyona girdi. Uzak yolculuğu konulu filmin başrollerini Matthew McConaughey ve Anne Hathaway paylaşıyor. Interstellar’da Dünya yok olmanın eşiğinde. İklim değişiklikleri kuraklığa, dolayısıyla da kıtlığa yol açmış. Bu sırada uzay-zaman bütünlüğünde (space-time continuum) bir yırtık keşfediliyor. Uzay yolculuğunu mümkün kılan bu keşfin ardından yaşamın sürdürülebileceği yeni bir gezegen bulmak ve insan ırkını kurtarmak amacıyla bir grup araştırmacı yola çıkıyor. Akıllara durgunluk veren yıldızlar arası mesafeleri nasıl mı kat ediyorlar? Tabi ki solucan delikleri yardımıyla. Birçok bilim-kurgu filminde galaksiler arası kestirme yollar olarak karşımıza çıkan solucan deliklerinin bilimsel arka planını kısaca araştırdım ve sizlerle paylaşmak istedim.


Henüz büyük çaplı uzay yolculukları gerçekleştirmek mümkün değil. Yıldızlar arası yolculuk yapılamamasının sebeplerinden biri de evrenin büyüklüğü. Yıldızlar ve galaksiler arasındaki mesafe o kadar fazla ki bilimsel altyapı ve maddi imkânlar yeterli olsa bile insan ömrü bu yolculuklar için fazla kısa. Örneğin Dünya’ya en yakın yıldız olan Proxima Dünya’dan tam 4.22 ışık yılı uzaklıkta. Bu da günümüzün en hızlı uzay gemisinin 80.000 yılda kat edebileceği mesafeden bile fazla. Solucan delikleri de tam bu noktada devreye girerek yıldızlar arası mesafelerin çok daha kolay aşılabileceğini öneriyor.


Solucan Delikleri

19.yüzyıla kadar bir kuvvet olarak bilinen yerçekimini Einstein tekrar tanımlayarak solucan deliği kavramını bilimin gündemine dâhil etti. Einstein’a göre yerçekimi bir kuvvet değil, uzay-zamandaki kıvrımlardı. Bu teori üzerine Albert Einstein ve Nathan Rosen uzayın bazı noktalarda kıvrılması yani şekil değiştirmesiyle evrende birbirine çok uzak olan iki noktanın bir araya gelebileceğini önerdiler. Bu tünel benzeri yapılara ise solucan delikleri (wormhole) adını verdiler. Bir kâğıdın iki ucunu bir araya getirdiğimizde nasıl en uzak iki nokta aynı noktada birleşiyorsa, Einstein’ın matematik modeline göre uzay da kâğıt gibi kıvrılabiliyor ve uzayın farklı noktaları birleşebiliyor.




Solucan Deliğinin Şematik Gösterimi

Uzay yolculuğunun kilit noktası gibi görünen solucan delikleri maalesef galaksiler arası yolculukları henüz mümkün kılamıyor. Gözlenebilen uzayda hala bir solucan deliği bulunamadı ve solucan deliklerinin nasıl oluştuğu hakkında net bir bilgi yok. Teorik fizikçi Wheeler’a göre ise solucan deliklerinin devamlı oluşup kaybolması mümkün. Fakat Wheeler’ın teorisine göre bu delikler yaklaşık 10^-33 santim. Yani bırakın bu delikler aracılığıyla seyahat etmeyi, solucan deliklerinin tespit edilebilmesi bile çok zor.



Eğer bir deliğin yeri tespit edilebilirse bunun genişletilmesi şart. Bilim insanları bir solucan deliğinin genişletilmesinin “egzotik madde” ile mümkün olabileceğini söylüyor. Egzotik madde bildiğimiz maddelerin aksine negatif enerji yoğunluğuna ve negatif basınca sahip. Bu maddenin sahip olduğu negatif enerjinin solucan deliğini büyütebileceği ve yapıyı daha stabil hale getirebileceği öngörülüyor. Egzotik madde teoriye göre evrende mevcut fakat bu amaçla kullanılabilecek bir egzotik madde örneği henüz bulunamadı.

Egzotik madde ile solucan delikleri genişletilse bile bu yapıların uzay yolculuğunda kullanılıp kullanılamayacağı belli değil. Çünkü egzotik madde yardımıyla stabil hale gelen solucan deliğine egzotik olmayan bir madde mesela bir uzay gemisi dâhil olduğunda yapının kararlılığı bozulabilir. Bu durumun sonucunda neler olabileceğini ise tahmin etmek çok da zor değil.

Diyelim ki bir solucan deliği bulundu, genişletildi ve bir uzay gemisi başarıyla bu yapıdan geçti. Peki tünelin diğer ucunda ne var? Bilim adamları solucan deliklerinin farklı zamanlarla hatta farklı evrenlerle bağlantılı olabileceğini öngörüyor. Yani bu kestirme yollar bizi zamanın farklı bir dilimine veya bambaşka evrenlere götürebilir.

Günümüzde solucan delikleri ile yıldızlar arası yolculuk arasında büyük engeller var. Fakat evrenin keşfi için solucan delikleri ve daha birçok metot üzerine çalışmalar yürütülüyor. Interstellar günümüzün bilimsel gerçeklerinden uzak olabilir ancak uzay yolculuğunu bilimin gündemine taşıdığını ve filmden sonra uzay araştırmalarına yeterince önem verilip verilmediğinin konuşulmaya başlandığını düşünürsek bu filmin uzay bilimi çalışmalarına az da olsa katkıda bulunduğu sonucuna ulaşabiliriz. ]


Interstellar bize ne anlatıyor?

yazan: stefo benlisoy — 18/11/2014

Nihayet gösterime giren Christoper Nolan’ın yönettiği Interstellar (Yıldızlararası) halihazırda çok sayıda tartışmaya konu olmakta. Okumakta olduğunuz yazı filmin vesile olduğu galaksiler arası seyahatin bilimsel olanaklılığı, uzay zamanın özellikleri, kara delikler, görelilik, beşinci boyut gibi (haddim olmayan) derin tartışmalara girmeyip Nolan’ın filminin arka planındaki insan doğasına ilişkin varsayımlara ve bunun sonuçlarına odaklanacak. Interstellar ilk etapta, insanlığın ekolojik felaket ve gıda krizinin pençesinde kıvrandığı bir dünyayı betimliyor. Atmosferin bileşimi değişmekte, yeryüzü gitgide ölü bir gezegen halini almakta, insanın evi olmuş küre, bizzat insanın yarattığı ekolojik krizin pençesinde kıvranmaktadır. Nolan, belki de yerinde biçimde ölen dünyayı, ABD’de 1930’larda aşırı kuraklığın yol açtığı ve oldukça vahim ekolojik ve tarımsal sonuçlara sebep olan dönemin ABD kırsalındaki toz fırtınalarına (dustbowls) göndermelerle aktarıyor.

Kahramanımız Cooper (Matthew McConaughey), çiftçi olmadan önce NASA’nın uzay programına katılmış bir pilot ve mühendistir. Fakat ekolojik felaket nedeniyle artık uzay araştırma programlarına katılacak cüretli kâşiflerden çok kanaatkâr çiftçilere ihtiyaç duyulduğundan, o da bilime ve keşfetmeye olan tutkusunu içine gömerek toprağına dönmüş ve gezegendeki nadir ekilebilir ürünlerden birisi olarak kalmış mısır ekimiyle uğraşmaya başlamıştır. Bu noktada Nolan’ın filmin ilk bölümünde tasvir ettiği post apokaliptik dünya tablosuna biraz daha odaklanmak gerek. Ekolojik krizin ulaştığı vahim koşullar içerisinde bir biçimde düzen sağlamak için toplumsal yaşamda bir dizi değişikliğe gidilmiştir. Krizin pençesindeki bu dünyada insanlar teknonolojik yenilikler yapmayı, yeni keşifler tasarlamayı bırakmıştır. Hayatta kalmanın getirdiği çetin zorluklara göğüs geren insanlık tabir-i caizse göğe bakmaktan vaz geçmiştir. NASA’nın Ay’a yaptığı yolculuklar Soğuk Savaş sırasında SSCB’yi amansız bir uzay yarışına sokup mali açıdan zorlamak için uydurulmuş başarılı propaganda stratejilerinden biri olarak görülmektedir. Sadece uzay programları değil, ordular da ortadan kaldırılmıştır. Bireysel tutku ve arzular toplumun genel iyiliği için bir kenara itilmiş, ikincilleşmiştir. Çocukları Tom (Timothee Chalamet) ve Murph’ün (Mackenzie Foy) öğretmenleriyle yaptığı sohbette oğlunun üniversiteye gidemeyeceği, notlarının kıt olduğu, babası gibi çiftçi olması gerektiği, başka bir seçenek için yeterli kaynak olmadığı söylenince Cooper, “neden artık ordular yok, para nereye gidiyor” diye sorar. Aldığı yanıt, dünyanın artık mühendislere, kâşiflere, atılımlara değil toprağa bakan, mevcut kıt kaynakları kullanabilecek bakıcılara (caretaker) ihtiyaç duyduğudur.

Tüm bu arkaplan bağlamında bir gün Cooper ve bilime ilgisini paylaşan kızı Murph, NASA’nın “yeraltına” indiğini keşfedeceklerdir. Bu yeraltı araştırma merkezinde bulunan Profesör Brand (Michael Caine) başkanlığındaki ekip Nolan’ın yıllar önce eğitildiği projeyi devam ettirmektedir. Brand’ın amacı Satürn halkalarında keşfedilen ve galaksiler arası seyahati mümkün kıldığı düşünülen, muhtemelen gelişmiş uzaylılarca oluşturulmuş bir “solucan deliği” (wormhole) aracılığıyla insanlığa evrende yeni bir ev bulabilmektir. Brand dünyanın sonunun kaçınılmaz olduğu ve çözümün yeryüzünde değil gökte olduğuna Cooper’ı ikna eder. Böylelikle Cooper ailesini bu kaçınılmaz görünen sondan kurtarmak için yola çıkmayı ve çocuklarını bu sonu belirsiz macera uğruna terk etmeyi kabul eder. Bu yolculukta ona Brand’ın kızı Amelia da (Anne Hathaway) eşlik edecektir. Neticede biraz da insanüstü varlıkların el vermesiyle sayısız badireyi atlatan, katedilmez mesafeleri aşan Cooper ve Amelia, insanlığa yeni bir ev bulmayı başaracaklardır. Dahası Cooper, galaksiler arasında yolculuğu olanaklı kılarak geride kalan insanları kurtarabilecek bir formülün şifresini, uzay zamanın farklı ritimlerde akışı nedeniyle artık bir yetişkin olmuş kızı Murph’e (Jessica Chastain) aktarmayı başarır. Cooper mekân ve zaman içerisinde yaptığı bu inanılmaz keşif yolculuğu sayesinde inanılmazı başaracak, insanlığı kurtaracaktır.

Nolan’ın filminde insanlığın geleceğine ilişkin oldukça “umutlu” bir hikâye anlattığını söylemek mümkün. Interstellar sınırsız büyümeye, genişlemeye dayalı sürdürülemez yaşam tarzının, yarattığı “maliyet” ne olursa olsun sürdürülebileceğini, Amerikan rüyasının ila nihai devam edebileceğini ima ediyor. Sınırlı bir dünyada sınırsız büyüme ve genişleme güdüsünün yarattığı sorunların ancak bu dünyayı terkederek, yani daha fazla büyüyerek, genişleyerek aşılabileceğini vazediyor. İnsanlığın hangi sınırlarla, engellerle karşılaşırsa karşılaşsın, Cooper’ın kızının neredeyse son anda galaksiler arası yolculuğu mümkün kılacak kütleçekim teoremini çözmesi gibi mucizevi bir çözüm bulabileceğine iman ediyor. Cooper’ın “bir yol bulacağız, her zaman bulduk” derken kastettiği de bu.

Bu noktada bir parantez açarak Nolan’ın filminde uzay zaman içerisindeki tüm gelgitlere, geçmiş ve gelecek arasında salınımlara rağmen sabit kalan tek şeyin ABD yaşam tarzıyla özdeş olarak kurgulanmış insan doğasının kendisi olduğunu söylemek gerekiyor. Filmin en büyük açmazlarından birisi de bu. Film insanlığın hikâyesine, onun evrimindeki bir sonraki aşamaya ilişkin söz söylemek gibi iddialı bir işe soyunurken aslında yaptığı şey tarih dışı ve sabit olarak kurgulanan ABD’li insan tipolojisini kendine temel almak. Orta batılı aile babası bir çiftçi olan “kahramanımız” Cooper da zaten bunun cisimleşmiş hali.

Aslında Interstellar’ın ABD demokrasisinin oluşumunu ve alamet-i farikasını açıklamak için 19. yüzyılın sonunda tarihçi Frederick James Turner tarafından oluşturulmuş ve sonrasında hayli popüler olmuş meşhur “sınır” tezinden esinlendiği rahatlıkla söylenebilir. Turner’ın öne sürdüğü bu teze göre ABD demokrasisi ve bireyciliğinin kaynağı sürekli genişlemeye ve yeni sınırlara ulaşılmasına dayanmaktadır. Sınır deneyiminin yarattığı kâşif veya öncü tipolojisi Amerikan ayrıksılığının ve “yaratıcı enerjisinin” en büyük kaynağıdır. Sürekli genişleyen ve yeni ufuklara varılmasını sağlayan sınır hattı, Amerikalı kâşif ya da öncülerin oluşturduğu toplumun karakterini, Avrupalı akrabalarının eski ve köhnemiş alışkanlık, kurum ve adetlerinden farklılaşmasını sağlamaktadır. Bizde de Osmanlı kuruluşuna, “uç toplumuna” dair tartışmaları esinlemiş olan bu tez, Amerikan istisnailiğini açıklamakta uzun süre oldukça popüler olmuştur. Turner, 19. yüzyılın sonunda bu tezi ortaya attığında, Amerika’ya dinamik ve yenilikçi karakterini kazandıran bu sınırın kapanmaya başlamasından ve sınır deneyiminin son bulmasından endişe ediyordu. Bu noktada hızla Interstellar’a dönecek olursak Nolan’ın filmi de “sınırın” artık nihai olarak kapandığı düşünülen bir dünya tarihsel anda başlar. Filmin ilk bölümünde tasvir edilen koşullar erişilecek, fethedilecek yeni sınırlar ortadan kalktığında Amerikan/insan karakterinin nasıl bir aşınmaya yüz tutuğunu göstermektedir. Cooper ve arkadaşlarının bilinemeze yaptıkları keşif yolculuğuysa insanlığın ufkunda tekrar ucu açık sınırların belirmesine yol açacaktır. Zaten filmde “vahşi batıya” ilişkin bu sınır mefhumu, yaşamın mümkün olabileceği gezegenlere ulaşıldığında dikilen ABD bayrakları ya da Satürn halkalarında inşa edilmiş yerleşimi koruyan askerlere “ranger” ismi verilmesi türünden göndermeler aracılığıyla akla getiriliyor. Bu anlamıyla Interstellar’ın bilim kurgunun bir alt türü olan uzay westerninin (space western) temalarını bolca kullandığı söylenebilir. Uzay westerlerinde sıkça vurgulanan bir tema uzayın aslında nihai ve sonsuz “sınır” olduğudur. Bu anlamda Intersteller’da da Cooper sayesinde artık insanın önünde açılan uçsuz bucaksız sınırlar onun sürekli genişleme, yeni ufukları fethetme ihtiyacını nihai olarak tatmin edecektir.

Interstellar, insanlığın doğayla ilişkisinde temel bir değişikliğe gitmeden, bugünkü biçimde varolmaya devam edebileceğini, arkasında koskoca bir dünyayı “enkaz” olarak bıraksa bile yeni dünyaları fethederek yola devam edebileceğini vurguluyor. Yaşadığımız gezegenle barışmaktansa, bir enkaz haline “getirdiğimiz” yuvayı onarmaya çalışmaktansa yeni bir ev bulmanın, onu fethetmenin tutkusunu öne çıkarıyor. Bu anlamıyla günümüz ekolojik krizinin, insanlığın mevcut üretim ve tüketim ilişkilerinde ve egemen toplumsal örgütlenme biçiminde radikal bir değişikliğe gitmeden, teknolojik çözümlerle aşılabileceği inancıyla tam olarak örtüşüyor. Kapitalist modernleşme sürecinin şekillendirdiği mevcut toplumun ilerlemeye ve teknolojinin gücüne sarsılmaz inancını, teknolojinin fetişleştirilmesi, adeta seküler bir dine dönüşmesi sonucunda insan toplumunun doğal sınırları teknolojik inovasyonlarla aşabileceğine ya da hiç olmazsa öteleyebileceğine ilişkin yersiz iyimserliğini paylaşmakta. Kısacası Interstellar, o tüm cafcaflı bilimsel jargonunun arkasında insanlığın seçilmiş tür (ya da ABD özelinde konuşacaksak seçilmiş ulus) olduğunu, önüne çıkacak sorun ve doğal kısıtları en nihayetinde bir şekilde aşabileceğini vaz ediyor. İnsanın ekolojik ve toplumsal ilişkilerinde köklü bir paradigma değişikliğine gerek olmadığı, doğayı yönetilebileceğini ve üzerinde denetim kurarak ona galebe çalabileceğini savunuyor. Hatta en nihayetinde Tanrı, Kader ya da beşinci boyutun sırlarına vakıf insanüstü varlıkların müdahaleleriyle kurtarılacağımızı, mucizevi çözümlere bel bağlamakta beis olmadığını aktarıyor. Sözün özü, toplumsal örgütlenmesi aracılığıyla üzerinde yaşadığı gezegeni, sinema perdesinde değil gerçek hayatta hızla bir enkaza çeviren insanlık açısından iç ferahlatıcı olmakla birlikte, onu uçuruma sürüklenmekten alıkoyamayacak bir sonla hikâyesini nihayetlendiriyor.

-------------------------------------------------------------

Interstallar (yıldızlararası)  Kara delik başrolde

İbrahim Türkmen - 02 Aralık 2014

Nolan’ın son filmi, ilk defa bir kara deliği ve bir solucan deliğini resmediyor. Artistik bir hayal gücüyle değil, ünlü fizikçi Kip Thorne’un danışmanlığında, makul teoriler ve en sağlam denklemler ışığında...

Memento, Dark Knight ve Inception gibi her biri IMDb’de en iyi filmler listesinin üst sıralarında yer alan yapımlara imza atan yönetmen Christopher Nolan, bu defa Interstellar adlı 165 milyon dolar maliyetli, 169 dakika süren bir bilim kurgu ile izleyicilerin karşısına çıktı.

Bu yazı, bir film kritiği değil. O yüzden spoiler verileceği korkusu taşımanıza gerek yok. Ne dramatik kurgusu, ne karakter tahlilleri incelenecek. Interstellar, bu yazı için, bugüne dek doğrudan gözlemleyemediğimiz kara deliklerin ve sadece beşinci ve daha üzeri boyutlarda karşılığı bulunan teorideki solucan deliğinin neye benzeyeceğine dair en gerçekçi ve ayakları en çok yere basan modellemeleri içerdiği için önem taşıyor.

Interstellar ya da Türkçesiyle Yıldızlararası, gerçekçiliğiyle, bilimkurgu türünün en müstesna örnekleri arasında yerini alacaktır kuşkusuz. Teorik fizikçi Kip Thorne’un bilim adamı kimliği ile kollarını sıvayıp işin içine girmesi bile bu filmi nadide bir eser hâline getirmeye yetiyor. Thorne, bu filmde gerçekleşen olayların teorik arka planını tasrih eden bir de kitap yazdı. W. W. Norton & Company tarafından basılan kitap, 336 sayfa ve filmdeki kurgu ile ilgili bütün kuramları ele alarak, Thorne’un kullanmayı çok sevdiği tabirle “educated guess” (kitabî veya tam tercümesiyle eğitimli tahmin) için gerekli çerçeveyi sunuyor.

2009’a kadar Caltech’de profesör olarak görev yapan Kip Thorne’u, kozmoloji, astrofizik ve kütleçekim fiziğine ilgi duyanlar yakından bilir. Thorne’un, Einstein’ın genel görelilik kuramının astrofizik alanındaki uygulamaları üzerine önemli katkıları oldu.

Charles Misner ve John Wheeler ile birlikte kaleme aldıkları 1.200 sayfalık “Gravitation” kitabı, genel görelilik kuramının İncil’i namıyla ünlüdür. 1994 yılında yayımlanan ve maalesef Türkçeye çevrilmeyen “Black Holes and Time Warps: Einstein’s Outrageous Legacy” adlı eseri, popüler bir kitaptı ve “Kara Delikler ve Zaman Sıçramaları: Einstein’ın Dehşetengiz Mirası” diye çevrilebilecek bu eser, fizik bilmeyenlere genel görelilik ve kütleçekim gibi zor konular hakkında aşinalık kazandırmayı amaçlıyordu.


Yaşayan en büyük beyinlerden, kara deliklerin doğası hakkında ufuk açıcı teorileriyle bilime katkı sağlayan Stephen Hawking bu kitaba bir önsöz yazmıştı. ALS hastalığından dolayı, gelişmiş bir tekerlekli sandalyede felce yakın bir hâlde hayatını sürdüren Hawking, 1970 yılının Ocak ayında Roger Penrose ile birlikte yayımladıkları makalede, tekillik (singularity) kavramını daha ileri düzeyde kuramsallaştırıyordu. Hawking ve Penrose, kara deliklerin kütleçekimsel tekilliğe çöktüğünü gösterdi.

Hawking, olay ufkuna yakın kuantum dalgalanmaların enerjisiyle kara deliklerin radyasyon yaydığını da gösterecekti. Filmde bu kuramlara dramatik bir kurguya ilişik de olsa epey dokunulmuş. Thorne’un filme katkısını dikkate alırken, onun Hawking’i yakından tanıyan ve kuramlarını çok iyi etüt etmiş biri olduğu akıldan çıkarılmamalı.

Thorne, meşhur Carl Sagan’ın da yakın arkadaşıydı. Bilime yaptığı mütevazı katkılar bir yana, Sagan’ın kozmolojiyi yeni nesillere sevdirmek için sunduğu devasa hizmetler yadsınamaz. Cosmos adlı belgeseli 1980’lerde TRT’de gösterildiği için, Sagan, ortalama bir Türk’ün ismini çok bilmese de aslında aşinası olduğu biri. Yakın zamanda gösterime giren ve hem içerik hem de görsel olarak görkemli bir yapım, “Cosmos: A Spacetime Odyssey,” artık hayatta olmayan işte bu Sagan’a bir saygı ifadesiydi.

Belgeselin bu defaki sunucusu Neil Degrasse Tyson idi. 17 yaşında bir kar fırtınasının esir aldığı bir cumartesi günü Sagan ile tanıştığını anlatıyordu belgeselin ilk bölümünde. Sagan, bilime meraklı bu delikanlıya yoğun işlerinin arasında bir gününü ayırmış ve geç vakit onu otobüs durağına bıraktıktan sonra, fırtına eğer yolları kapatır da evine dönemeyecek olursa onlarda kalabileceğini söyleyerek, bir kâğıda evinin telefon numarasını yazıp ona vermişti. “Fizikçi olacağımı biliyordum ama nasıl bir insan olacağıma o gün karar verdim.” diyordu Tyson.

Tyson, 2013 yılında gösterime giren, başrollerinde Oscar ödüllü Sandra Bullock ve George Clooney gibi oyuncuların yer aldığı film Gravity’nin absürtlüğüne dikkat çeken sert yazılar yazmıştı. Ancak Interstellar için attığı Twitter mesajlarında, bir küçük eleştiri yanında bolca övgü vardı.

Tyson’a göre, Einstein’ın zamanın göreliliği ve uzayın eğriliğini hiçbir filmin ulaşamadığı ölçüde göz önüne seriyor bu film.

Interstellar bundan fazlasını da yapıyor aslında. İlk defa bir kara deliği resmediyor. Artistik bir hayal gücüyle değil, makul teoriler ve en sağlam denklemler ışığında... Thorne’un katkısı burada ortaya çıkıyor.


Filmde, Gargantua adında, Güneş’imizin kütlesinin yüz milyon katı büyüklüğünde kurgusal bir kara delik var. Rabelais’in bir devin hikâyesini anlattığı satirik eserinden adını alan bu kara delik, simsiyah bir gözbebeğini kuşatan dairevî bir ışık nehriyle ve etrafındaki gaz ve tozdan oluşan yığılım halkası (accretion disc) ile şimdiye dek tasavvur edilenlerden çok daha farklı, ve doğrusunu söylemek gerekirse, daha heyecan verici.

Thorne, formüllerle dolu bir tomar hazırlıyor ve bunu filmin görsel efektlerini yapan Oscar’lı Double Negative firmasına veriyor. Firma bu formülleri işleyip görsel olarak üretebilecek yeni bir işleyici geliştirmek zorunda kalıyor. Çünkü mevcut efekt yazılımları için görelilik kuramlarının mecbur kıldığı kütleçekimsel kırılmayı tasvir etme imkânı yoktu. Verilerin ve denklemlerin tanımlanması bitip Gargantua’nın işlenmesine sıra geldiğinde ise süreç çok zorlu geçmiş. Tek bir resim parçasının işlenmesi 100 saati bulmuş ve bütün işlem 800 terabaytlık bir veri üretmişti.

Thorne bile nasıl bir şey ortaya çıkacağını bilmiyordu. Sonuçlar kendisine gösterildiğinde gördüğü şey onun için de hayli şaşırtıcı oldu. “Neden? Ah tabii ya!” dedi Thorne, kara deliği bir halka gibi kuşatan yığılım diskini ilk gördüğünde. Oluşan imajda, ışık hızının yaklaşık yüzde 98’i kadar yüksek bir hızda dönen kara deliğin bir tarafında içbükeylik, diğerinde ise bir şişme vardı. Yığılım diski, kütleçekimsel kırılım sayesinde iki farklı görüntü oluşturacak şekilde bükülüyordu. Thorne bu durumu açıklayan bir bilimsel makale üretti ve böylece film, sadece bilimden istifade etmemiş, ona katkıda da bulunmuş oldu.

Tek bu değildi filmin katkısı. Double Negative, yine Thorne’un sunduğu bilgiler ışığında bir solucan deliğini de modellemeyi başardı. Bugüne dek solucan delikleri genelde içeri doğru vakumlu bir akışın bulunduğu, iki ucu açık uzun delikler şeklinde tahayyül edilmişti. Interstellar ise içinden bir uzay aracının geçebileceği kadar büyük bir küre tasvir etti.

Solucan deliği, Einstein denklemlerinin teorik olarak mümkün bulduğu bir fenomendir, ancak varlığına dair hiçbir kanıt yoktur. En başta, en az beşinci boyutu gerektirdiğinden, bilinen dört boyutlu uzay-zamanda tanımlanması kolay değildi. Bununla birlikte, üç boyuttaki bir deliğin iki boyutta bir daire şeklinde gözükmesi gibi, beşinci boyuttaki bir deliğin de üç boyutlu evrende hacimli, arkasındaki evrenin görüntüsünü yansıtan bir kristal küre şeklini alması makul duruyor.

Tabii Einstein denklemleri, solucan deliklerinin gerçekleşmesi hâlinde bile bunun ancak atom-altı boyutta ve saniyenin milyonda biri bir sürede kararlı durabileceğini öngörüyor. Thorne’a göre bunu aşmanın ve koridoru açık tutmanın yolu, negatif kütle kullanmak.

Bilim ve hayal her ne kadar birbirinin karşıtı gibi telakki edilse de, bilim çoğunlukla hayal gücünün ve spekülasyonun gerçeklikle harman olduğu bir alan. Öyle de olmalı. Çünkü hiçbir şeyin ışık hızını geçemediği bir evrenin künhüne nüfuz ederken, çoğunlukla dehaların ehlileşmiş ve eğitilmiş hayal gücü bize rehberlik eder. Interstellar, hayal perdesinin görsel imkânlarını kozmolojinin gizemlerini gözetleyen bilim adamlarının hizmetine sunarak yeni bir açılım yapmış.
-------------------------------------------------------------------------

Interstellar (Yıldızlararası) filim inceleme

yazan: Umut Karatepe

Sert bilim-kurgu adı konulan, olası teknolojik gelişimleri aksiyon veya macera değil de, bilimsel spekülasyon ve felsefe için kullanan türü sinemaya uyarlamak çok zor iş. Bu tarz filmler salonlara safi eğlenmeye giden genel seyirciye sıkıcı gelebilir, fakat aynı zamanda bilim bazlı büyüleyici ve karmaşık görselleri elde edebilmek için eğlencelik “blockbuster” filmlere fırlatılan bütçeye ihtiyacı vardır. İşte bu yüzden en ünlü yönetmenlerin bile yüksek bütçeli sert bilim-kurgu çekebilmesi bir mucize, sonuç iyi de olsa kötü de…


Bu mucizelerin arasından türün sınırlarını zorlayan ve bilime bağlı kalırken sinemanın daha önce gitmediği olağanüstü diyarlara korkusuzca ilerleyen devrimsel bilim-kurgu filmleri ise tek elle sayılacak kadar nadirdir. Daha önce bu filmlerin yarattığı dünyaların benzerini hiçbir yerde görmemiş seyirci ve eleştirmen kitlesi, beynin algılayabildiği gerçeklere bu denli bir cesaret ile meydan okuyan bir sanat eseri ile ne yapacağını şaşırıyor tabii. Belki de bu yüzden bu filmler vizyona girdiği dönemlerde ortalama eleştiriler alıp, ‘saçmasapan’ ve ‘mantıksız’ damgası verilip bir kenara atılıyor, ta ki on-yirmi sene sonra zamanının ötesinde birer şaheser olarak taçlandırılıncaya kadar.

1968 yılında Kubrick’in 2001: Bir Uzay Macerası vizyona girdiğinde seyirciler ve eleştirmenler hem sinema dilini bu kadar zorlayan, hem de insanlığın olası geleceğini bu kadar detaylı bir biçimde inceleyen bir film ile ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Bu dönemde filmin ortasında küfür ederek sinemadan çıkan seyirciler, 2001’i yerden yere vuran eleştirmenler bulmak zor değildi. Fakat on yıllar sonra Kubrick’in filmi teknik bir şaheser olarak anılmakla kalmıyor, insanlığın kapsamını ve evrendeki yerini derin bir dürüstlükle inceleyen filozofik bir sanat eseri olarak da biliniyor.

Gerçek 2001 yılında vizyona giren Kubrick/Spielberg şaheseri Yapay Zeka ise özellikle sınırları zorlayan karmaşık finali yüzünden ilk başta anlaşılmamıştı, bir kenara atılmıştı. Fakat sadece sekiz yıl sonra ilk vizyona girdiğinde kötü puan veren eleştirmenler bile içinde bulunduğu on yılın en iyi filmlerinden bir olduğunu kabul ettiler. Gerçek yapay zeka teknolojisi ilerledikçe o filmin değerinin giderek daha da çok anlaşılacağını tahmin ediyorum.

Şimdi ise sıra bol bol tartışma yaratma, eleştirmenler ve seyirci tarafından anlaşılamama, bundan on-yirmi yıl sonra bir şaheser olarak adlandırılma sırası Christopher Nolan’ın muhteşem, cesur, aşırı kuvvetli bir biçimde duygusal olduğu kadar karmaşık, ve sinema sanatının sınırlarını zorlamaktan haz alan modern sert bilim-kurgu şaheseri Yıldızlararası’nda.

Vizyona girdiği günlerde Yıldızlararası hakkında bir sürü hiddetli tartışmalar oluşacak. İlk karesinden son karesine kadar hem bilimsel, hem de duygusal bakımdan bu kadar ağır ve bu kadar cesaret dolu bir yapımın zaten seyirciyi ikiye böleceği kesin. Bir de bu duruma son yirmi, yirmi beş dakikanın sinema tarihinde görülmemiş bir ‘öteye’ balıklama dalmasını akılda tutarsak Yıldızlararası hakkında uzun bir süre konuşacağız gibi görünüyor. Film daha ABD’de bile vizyona girmeden eleştirmenlerin bazılarının final hakkında sövüp sayması, benim aralarında bulunduğum bazılarının ise huşu dolu bir trans ile Nolan’ın cesaretine tapması elde bu kadar devrimsel bir örnek varken normal karşılanmalı.

Yıldızlararası’nın hikayesi hakkında herhangi bir detay vermek seyirciye haksızlık olacaktır. Daha ilk on dakikasından sonra bile film hakkında önemli detayları vermekten ustalıkla kaçınan fragmanların aktardığı hikaye elementleri bitiyor. Bu bakımdan tek bildiğimiz Matthew McConaughey’in canlandırdığı Cooper isimli bir pilotun insanlığın geleceğini kurtarmak için aralarında çok sevdiği kızının da bulunduğu ailesini geride bırakıp uzaya gitmek zorunda kaldığı. Emin olun, salonlara girmeden önce bu kadarcık detay ile yetinmeniz yeter de artar.

Bunun dışında senaryonun hiçbir başka detayına dokunmak istemediğim için Yıldızlararası’nı geçmiş Nolan sinemasının tekniği ile kıyaslayacağım. İlk olarak daha önce teknik bakımdan mükemmel olmasına rağmen hikaye bakımından fazla klinik ve soğuk bir havaya sahip olduğuna dair eleştiriler alan Nolan, Yıldızlararası ile teknik bakımdan en karmaşık yapımını inşa etmenin yanında kariyerinin en duygusal filmini de ortaya koyuyor. İnsan olmanın hem evrenin genişliği ve bilinmezliği ile, hem de sevginin ve inancın gücü ile bağlantısını McConaughey ve kızı arasındaki ilişki ile bir arada tutmayı başarıyor Nolan.

Yıldızlararası’nın içerdiği bilim-kurgu elementleri cool dizaynlar ile seyirciyi etkilemek için değil, yarattığı dünyanın gereksinimlerini olabildiğince gerçekçi bir biçimde göstermek için ferah bir minimalizme sahip. Mesela her uzay bazlı filmde gelişmiş yapay zekaya insansı bir görünüm verilir. Yıldızlararası’nda 2001’deki kocaman monolitleri hatırlatan robotlar görsel etkileyicilik yerine verimliliğe odaklanıyorlar.

Nolan, hikayesini güneş sisteminin ötesine götürmesine rağmen geçen senenin muazzam Yerçekimi’nde olduğu gibi uzayı bilimsel bakımdan olabildiğince gerçekçi bir biçimde betimlemeyi başarıyor. Dış uzay çekimlerinde ses birden kayboluyor ve Hans Zimmer’ın muazzam müziği ile başbaşa kalıyoruz.

On-yirmi yıl sonra eleştirmenler ve sinema severler tarafından zamanının ötesinde bir bilim-kurgu şaheseri olarak anılmasını bırakın, küresel ısınma yüzünden insanlığın geleceğini tehlikeye atacak problemler ile yüzleşmek zorunda kalacak bir sonraki jenerasyona biraz da olsun ümit aşılayacak bir film olma ihtimali bile var Yıldızlararası’nın.

Bu kadar geniş, karmaşık ve özellikle kocaman bütçesine kıyasla cesur bir yapım hakkında konuşulacak, detaylara girilecek çok şey var tabii ki. Fakat bu kadar erken bir raddede tek tavsiyem salonları bir an önce doldurmanız, özellikle sert bilim-kurgudan, akıl dahil bütün duyuları zorlayan sinemasal meydan okumalardan haz alıyorsanız.

 

 

Giriş Sayfası - Anasayfa 

                                

Sayfalar: 1. 2.  3. 4.  5. 6. 7. 8. 9. 10.