Değerli bilim insanı, Doç. Dr.
Kerem Cankoçak, hem fizik alanındaki çalışmalarıyla, hem de bilimin ve
bilimsel olanın popüler alana daha fazla sirayet etmesi için başta Alfa
Bilim dizisi editörlüğü olmak üzere farklı platformlarda entelektüel
uğraşlar veren bir aydın. Şimdi de muhteşem bir yapım olan Yıldızlararası
adlı sinema filmini Delikasap okuraları için Kip Thorne'un eseri üzerinden
bizlere aktarıyor... Keyifle okuyacağınızı düşündüğümüz bu makalede,
dayandığı bilimsel gerçekler açısından epey tartışma konusu olan; Nolan
kardeşlerin yarattığı 3 saatlik epik uzay serüveni Interstellar'ın
kafalarda bıraktığı soru işaretlerine son noktayı koymayı hedeflemiş
oluyoruz! İşte Kerem Cankoçak, işte Delikasap!

Yıldızlararası Filminin Bilimsel
Arkaplanı
Geçtiğimiz hafta vizyona giren
Yıldızlararası (Interstellar) filmi, izleyeciler tarafından büyük
beğeni aldı. Ayrıca filmin gerek içeriği, gerekse görsel yapısı, bilime
yaptığı katkılarıyla da ses getirdi. Bu yazıda filmin kurgusuna pek
dokunmadan, filmin bilimsel arka planına göz atmaya çalışacağız.
Filmin bilim danışmanı (ve aynı zamanda
yapımcılarından olan) Kip Thorne ünlü bir fizikçi. Filmle aynı tarihte
piyasaya bir kitap çıkardı: The Science Of Interstellar
(Yıldızlararası'nın Bilimi). Alfa Bilim dizisinden basıma hazırlanan
bu kitapta filmdeki hemen her bir sahne anlatılmış ve açıklanmış. Yerimiz
dar olduğundan kitaptaki önemli yerleri aktaracağımız bu yazıda, mümkün
olduğunca filmi anlamamız için gereken fizik alt yapısı verilmeye
çalışılacak. Bu yazıdaki görsellerin bir kısmı, ikisi de Alfa Bilim
dizisinden çıkmış olan Stephen Hawking'in Zamanın Kısa Tarihi ve
John Gribbin'in Çoklu Evrenler kitaplarından diğerleriyse Kip
Thorne'un kitabından alınmıştır.
Öncelikle Kip Thorne'dan söz edelim biraz.
Amerikan Bilimler Akademisi, Ulusal Bilimler Akademisi, Rus Bilimler
Akademisi, Amerikan Felsefe Derneği gibi en önde gelen bilim ve felsefe
gruplarına üyeliği bulunan Prof. Thorne'un aldığı birçok ödülden birisi de
2009 yılında aldığı Albert Einstein Madalyası'dır. Prof. Thorne kütleçekim
ve astrofizik konularında çalışmış ve California Teknoloji Enstitüsünde
2009 yılına kadar Feynman Teorik Fizik Profesörlüğü unvanını taşımıştır.
Genel Görelilik Teorisi üzerine yazdığı yüzlerce makale ve kitapla
dünyanın önde gelen araştırmacılarından biri olmuştur.
Kip Thorne'un danışmanlığında kurgulanan
film baştan sona bilimsel kuramlara dayanmakta. Fantezi öğeleri yok
filmde. Ancak bu bilimsel kuramların hepsi aynı türden değil. Kip Thorne
Yıldızlararası'nın Bilimi kitabında bilimsel kuramları üçe
ayırıyor: İlki, kanıtlanmış bilimsel gerçekler (görelilik kuramı, kuantum
kuramı vb gibi). İkincisi ise henüz kanıtlanmasa bile kanıtlanacağına
kesin gözüyle bakılanlar (örneğin henüz Mars'a insan gönderemediysek de
yakın bir zamanda göndereceğimiz kesin). Üçüncü tür bilimsel kuramlarsa,
diğer bilimsel kuramlarla çelişmeyen ancak henüz kanıtlanmamış kuramlar
(sicim kuramları, 5 veya 11 boyutlu uzay-zaman vb gibi). Bu kuramların
doğrulanacağına dair bir kanıt yok elimizde. Ancak diğer kuramlarla uyum
içinde olduklarından bunlara fantezi veya hayal ürünü olarak bakamayız.
Belki ilerde yanlışlanacaklar ve yerlerini başka kuramlara bırakacaklar
ama şu anda bunları kullanarak evrene ilişkin bazı olguları açıklamaya
çalışmakta bir sakınca yok. Sonuçta bu bir film, eğlenceli ve ufuk açıcı
olması gerekiyor.
Filmin önemli bir kısmı bu üçüncü türden
henüz kanıtlanmamış bilimsel kuramlara dayanıyor. Bunları anlatmadan önce,
günümüz fiziğinin temellerini oluşturan kanıtlanmış kuramlara hızlıca bir
göz atmamız gerekiyor.
I) Kanıtlanmış bilimsel kuramlar
Görelilik
Einstein'ın 1905'te ortaya koyduğu özel
görelilik kuramının temel postülası, fizik yasalarının serbest hareket
eden tüm gözlemciler için hızları ne olursa olsun aynı olması
gerektiğidir. Aslında Newton'ın hareket yasalarında da yer olan bu fikir
Einstein tarafından Maxwell'in kuramını ve ışık hızını da kapsayacak
şekilde genişletildi. Buna göre tüm gözlemciler ne hızla hareket ederlerse
etsinler ışık hızını aynı ölçmelidirler. Bu basit fikir, kütle ile
enerjinin denkliği (E=mc2) gibi çığır açıcı sonuçlara yol açmıştır. Işık
hızının yüzde 90'ıyla yol alan cisim durgun kütlesinin iki katına ulaşır.
Cisim asla ışık hızına ulaşamaz, çünkü ulaştığında kütlesinin de sonsuz
olması gerekir. Göreliliğin bir diğer önemli sonucu da uzay ve zaman
hakkında tamamen yeni bir yaklaşım getirmiş olmasıdır. Eşzamanlılık diye
bir kavram yoktur artık. Görelilik kuramı mutlak zaman fikrine son
vermektedir. Her gözlemci kendi ölçümüne sahiptir ve farklı gözlemcilerin
taşıdığı özdeş saatler aynı sonucu vermek zorunda değildir. Örneğin aynı
yaştaki ikizlerden biri bir uzay gemisine binip, ışık hızına yakın bir
hızda başka bir gezegene gitse, dünyadaki ikizinden daha genç olarak geri
gelir. Bütün bunlar deneylerle kanıtlanmış bilimsel gerçeklerdir.
Uzayda bir kaynaktan belirli bir zamanda
yayılan ışık sinyali zaman geçtikçe, boyutu ve konumu kaynağın hızından
bağımsız olarak bir ışık küresi biçimindedir. Işık dalgası zaman geçtikçe
büyüyen bir çember şeklinde genişler. Bu durumu biri uzay (x-ekseni)
diğeri zaman (y-ekseni) olmak üzere iki boyutlu bir grafikte gösterirsek,
sıfır noktasında (kaynakta) birleşen ve yukarıya doğru genişleyen bir
üçgen elde ederiz. 4-boyutta çizemeyeceğimiz için uzay boyutunu ikiye
indirip 3-boyutta çizersek bir koni elde ederiz (Şekil 1).

Şekil 1
Koninin üst kısmına olayın gelecekteki
ışık konisi adı verilir. Aynı şekilde, ışık sinyalinin şimdiki zamana
ulaşmayı başardığı olayların kümesine de geçmişteki ışık konisi denir.
Evrendeki tüm olayları üç sınıfa
ayırabiliriz. Şimdiki zamanda bir O olayı olmuş olsun; ışık hızında veya
ışık hızının altında bir hızla hareket eden etkiler yoluyla elde
edilebilen olaylar, şimdiki zamanın geleceğinde yer alır. Şimdiki zaman
sadece gelecekteki olayları etkileyebilir çünkü hiçbir şey ışıktan daha
hızlı hareket edemez.
Benzer biçimde geçmişteki etkiler de ışık hızında veya ışık hızının
altında hareket ederek şimdiki olaya ulaşması mümkün olan tüm olayların
kümesi olarak tanımlanabilir. Şimdiki zamanın geleceği veya geçmişinde yer
almayan olaylarsa, O noktasının dışında bir yerde yer alan olaylardır. Bu
tür olaylarda olan biten şeyler, ne O'da olanları etkiler ne de O'da
olanlardan etkilenir. Örneğin güneşin birden ortadan kalksaydı, bu şimdiki
zamanda dünyada olanları etkilemezdi, çünkü güneşin ışığı veya kütleçekim
etkisinin dünyaya erişmesi 8 dakika alır. Aslında evrene baktığımızda onu
geçmişteki haliyle görüyoruz.
Buraya kadar anlattıklarımız Özel
Görelilik kuramının konularıydı. Öte yandan 1915'te Einstein göreliliği
kütleçekime de uygulayarak çok daha genel bir kuram elde etti: Genel
Görelilik Kuramı. Einstein kütleçekimin diğer kuvvetler gibi bir kuvvet
olmadığını, uzayzaman bükülmesinin sonucu olduğunu gösterdi. Gezegenlerin
güneş etrafında dönmelerinin nedeni, uzayzamanın içerisindeki kütle ve
enerjinin dağılımı nedeniyle bükülmüş olmasıdır. Bu olayı anlamak için
jeodezik kavramını incelemeliyiz. Düz uzayda iki nokta arasındaki en kısa
yol düz bir çizgidir. Ama kürenin yüzeyi gibi eğri bir uzayda jeodezik en
kısa yoldur. Dünyanın yüzeyini düşünürsek, bir geminin okyanusta yol
alırken izleyeceği en kısa yol (jeodezik) bir çemberdir (Şekil 2)

Şekil 2
Aynı şekilde ışık da uzayzamanda en kısa yolu izler. Dolayısıyla bükülmüş
uzayda ışık eğri bir çizgi izleyerek hareket eder. Işık kütleçekim
alanları tarafından bükülür.
Einstein'ın bu öngörüsü 1919 yılındaki güneş tutulması sırasında Eddington
tarafından sınanmış ve doğrulanmıştır (Şekil 3).

Şekil 3
Genel görelilik kuramı ayrıca zamanın kütleçekime göre faklı aktığını da
ortaya koyar. Tıpkı birbirine göre farklı hızlarda hareket eden
sistemlerde zamanın farklı akması gibi, farklı kütleçekim etkilerine maruz
kalan sistemlerde de zaman farklı akar. Örneğin zamanın dünya gibi kütleli
bir cismin yakınında daha yavaş akar. Dünyaya uzak bir insan için,
olayların gerçekleşmesi için yakındakinden daha uzun zaman gerekir.
Kullandığımız konum ölçme sistemleri (GPS'ler), dünya yüzeyinden değişik
yüksekliklerdeki saatlerin hızlarındaki farklılık, ve uydulardan gelen
sinyaller temelinde işleyen çok hassas navigasyon sistemleriyle
çalışmaktadır. Aksi takdirde hesap edilen konum birkaç kilometre yanlış
çıkar.
Filmde bu nokta çok önem kazanıyor. Uzay yolculuğundaki mürettebat, çok
büyük kütleli bir kara deliğin (Gargantua) yakınında bulunan bir gezegene
iniş yaptıklarında, tıpkı uzay gemisiyle ışık hızına yakın bir hızda
seyrediyorlarmış gibi zaman yavaşlamasına maruz kalıyorlar. Ancak filmin
senaryosu gereği gereken dakikada 7 yıllık zaman farkını yaratmak için Kip
Thorne Gargantua'yı neredeyse ışık hızında döndürmek zorunda kalıyor. Bu
çok eğlenceli ayrıntıyı Yıldızlararasının Bilimi'nde okuyabilirsiniz.
Kuantum
1900-1930 yılları arası dünyayı
algılayışımızı kökten değiştirecek üç kuram ortaya çıktı: özel görelilik
(1905), genel görelilik (1915) ve kuantum mekaniği (1900-1926). Kuantum
fiziği, cep telefonlarından DNA'ya her şeyin nasıl çalıştığını
açıklayabilse de, gerçekte neden böyle olduğunun cevabını veremiyor.
Buradaki temel gizem, bir elektronun iki delikten aynı anda geçmesi (diğer
bir deyişle Schrödinger'in kedisi) paradoksu. Hangi delikten geçtiğine
baktığınızda, elektronlar ekranda girişim deseni oluşturmaz, belli bir
duruma 'çökerler'. Kopenhag yorumuna göre elektron gibi kuantum
varlıklarının siz onlara bakmıyorken ne yaptıklarını sormak anlamsızdır.
Bu yoruma göre, uzaydaki bir noktada, örneğin iki delikten birinde, gerçek
gözlemden bağımsız olarak, elektronun nesnel varlığına verilebilecek
herhangi bir anlam yoktur. Elektron sadece biz onu gözlemlediğimizde
varlığa kavuşur gibi görünür (Şekil 4).

Şekil 4: Basit bir çift yarık düzeneği. Eğer gözlemci
hangi elektronun nereden geçtiğini gözlemezse girişim deseni oluşur
(üstteki durum); ama hangi elektronun nereden geçtiğini gözlerse girişim
deseni oluşmaz (alttaki durum).
Çevremizde gördüğümüz her şey, hava, su, ateş ve toprak bir metrenin on
milyarda biri büyüklüğündeki atomlardan; atomlar kendilerinden on bin kat
küçük çekirdek ile bir milyar kat küçük elektronlardan; çekirdek ise
kendinden on kat daha küçük nötron ve protonlardan oluşmaktadır. Atom
çekirdeğindeki proton ve nötronlar ise temel parçacık olan kuarklardan
meydana gelmektedir. Böylesi küçük varlıkların (mikrokozmos)
davranışlarının günlük hayatta (makrokozmos) gözlemlediğimiz cisimlerden
farklı olduğunu varsayıyoruz. Çok küçük boyutlarda geçerli olan kuantum
mekaniği yasalarına göre, atomaltı parçacıkların konumları ne kadar yüksek
hassasiyetle ölçülürse, hızları o kadar az hassasiyetle bilinebilir (Heisenberg
belirsizlik ilkesi); hem dalga hem parçacık özellikleri gösterirler;
devinim sırasında belli bir yörünge izlemezler; verilen bir durumdan
diğerine geçerken gözlenemeyen ara durumlar geçirirler. Özetle,
mikrokozmosa uyguladığımız doğa yasalarıyla, makrokozmosu değerlendirirken
ortaya attığımız doğa yasaları arasında ontolojik bir kopuş söz konusu.
Çünkü beynimiz makrokozmosta evrimleşti. Çevremizdeki olaylara tepki
vermeye yönelik olarak evrimleşen zihnimiz, atom altı dünyasındaki günlük
hayatta alışkın olmadığımız olguları yorumlamakta yetersiz kalıyor.
Evrenimiz aslında temelinde kuantize olmuş
durumda. Evrendeki her şey (biz dahil) az ya da çok, rastgele
dalgalanmakta. Küçük nesnelerdeki dalgalanmaları hassas aletlerle tespit
edebiliyoruz. Ama büyük cisimlerde dalgalanma çok çok az olduğundan
tespiti mümkün değil. Ancak söz konusu kütleçekim olduğunda ve kara delik
ya da Büyük patlama gibi tekillikler söz konusu olduğunda kuantum
dalgalanmaları temel rol oynamakta.

Şekil 5: Şekilde, farklı enerji seviyelerindeki
atomlardaki elektron olasılıkları görülmekte.
Günlük hayatta yukarıda bahsettiğimiz
etkileri gözlemleyemememizin nedeni, deneyimlediğimiz hızların ve
kütleçekim alanlarının çok zayıf, boyutların ise çok büyük olmasıdır.
Karadelikler
Ama karadelikler için durum değişir. Kara
deliklerde hem kütleçekim çok büyüktür ve karadelik tekilliklerinde
kuantum mekaniğinin önemli etkileri olsa gerektir. Bu yüzden nasıl klasik
fizik atomların sonsuz bir yoğunluk derecesinde çökmesi gerektiğini
varsayarak kendi çöküşünü öngörüyorsa, klasik genel görelilik de
karadeliklerdeki sonsuz yoğunlukta noktalar öngörerek bir anlamda kendi
kendini çökertir. Bu nedenle fizikte yeni bir kurama, genel görelilikle
kuantumu birleştiren bir kurama ihtiyaç vardır. Böyle bir kuramın sahip
olması gereken bir dizi özelliği biliyoruz. Ama önce kara deliklerin
özelliklerine göz atalım.
Aslında kara delik fikri genel
görelilikten çok daha eskidir. İngiliz fizikçi John Michell 1783 yılında,
yeterli ölçüde yoğun ve kütleli bir yıldızın ışığın kaçamayacağı
yeğinlikte bir kütleçekim alanına sahip olacağını öngörmüştü.
Bugün bu tür cisimlere kara delik diyoruz, çünkü bu cisimlerden hiç bir
şey kaçamaz. Şüphesiz o yıllarda ışığın kütleçekimden nasıl etkilendiğine
dair bir fikir yoktu. Ama 1915'te Einstein'ın genel göreliliği ortaya
koymasından bu yana kütleçekimin ışığı nasıl etkilediğine ilişkin tutarlı
bir kuramımız var.
Bir kara deliğin nasıl oluştuğunu
anlayabilmek için öncelikle bir yıldızın yaşam döngüsüne bakmamız gerekir.
Bir yıldız, kütleçekim kuvveti nedeniyle çok büyük miktarda hidrojenin
kendi üzerine doğru çökmeye başladığında biçimlenir ve atomlar
birbirleriyle daha sık ve daha yüksek hızlarda çarpışmaya başlayarak
yıldız ısınır. Sonunda öyle sıcak bir hale gelir ki, hidrojen atomları
çarpıştıklarında artık birbirlerinden sekmez, bunun yerine helyumu
oluşturacak şekilde kaynaşırlar. Füzyon adı verilen bu tepkimede serbest
kalan ısı, yıldızın parlamasını sağlar. Bu ısı, gazın basıncını kütleçekim
etkisini dengelemeye yeterli olana dek arttırır ve gazın büzüşmesi durur.
Tıpkı bir balonu üfleyerek şişirmeye başladığımızda, balonu genişletmeye
çalışan içerideki havanın basıncı ile balonu küçültmeye çalışan lastikteki
gerilim arasındaki denge gibi, yıldız da bir süre sonra genişlemesini
durdurur. Ancak en sonunda yıldız hidrojenini tüketir ve soğumaya,
dolayısıyla da büzüşmeye başlar. Bir yıldızın kütlesi Chandrasekhar
sınırından azsa, büzüşme durur ve beyaz cüceye dönüşür. Öte yandan
Chandrasekhar sınırının üzerinde bir kütleye sahip olan yıldızlar,
yakıtlarının sonuna geldiklerinde kara deliğe dönüşebilirler.
Güneş'in kütlesinin 5-10 katı kadar
kütlesi olan bir yıldız düşünün. Birkaç milyar yıllık yaşam süresi boyunca
hidrojeni helyuma dönüştüren yıldızın merkezinde üretile ısı yıldızı kendi
kütleçekimine karşı desteklemeye yeterli basınç yaratacaktır. Ancak yıldız
nükleer yakıtını bitirdiğinde, dışa doğru basıncı koruyacak hiçbir şey
olmayacak ve yıldız kendi kütleçekimi nedeniyle çökmeye başlayacak,
büzüldükçe yüzeydeki kütleçekim alanı güçlenecek ve kaçıp kurtulma hızı
artacaktır. Yıldızın yarıçapı otuz kilometrenin altına inene kadar kaçıp
kurtulma hızı saniyede 300.000 kilometreye, ışığın hızına kadar artmış
olacaktır ve sonra yıldızdan yayılan herhangi bir ışık sonsuzluğa
kaçamayacak, kütleçekim alanı tarafından çekilecektir. Böylelikle yıldız
kara deliğe dönüşmüş olur. Kara deliğin sınırına olay ufku denir ki,
yaklaşık on Güneş kütlesi kadar kütlesi olan bir yıldız için bu sınır
yaklaşık otuz kilometredir (Şekil 6).

Şekil 6
Roger Penrose ve Stephen Hawking'in çalışmaları, genel görelilik uyarınca
bir kara deliğin içerisinde sonsuz bir yoğunluğa ve uzayzaman bükülmesine
sahip bir tekilliğin olmak zorunda olduğunu gösterdi. Bu Büyük Patlamadaki
duruma benzer tekillikte bilimsel yasaların ve bizim geleceği öngörme
becerimiz geçersizleşir. Ancak kara deliğin dışında kalan bir gözlemciye
tekillikten ne ışık ne de başka bir sinyal ulaşabildiğinden bu durumdan
etkilenmez. Kara deliğin dışında kalan gözlemciler tekillikte oluşan
öngörülebilirlik kırılmasının sonuçlarından korunmaktadırlar. Olay ufku,
kara deliği çevrelemiş tek yönlü bir filtre gibidir. Cisimler, olay
ufkundan geçerek kara deliğe düşebilir, ama hiçbir şey kara delikten çıkıp
olay ufkundan geçerek dışarı çıkamaz.
Kara delikler doğrudan gözlemlenemezler ama çevresindeki yıldızları içine
çekerken oluşturdukları görüntüler saptanabilir. Kütleçekimsel mercek
etkisi adı verilen bu durum da filmde isabetli bir şekilde veriliyor.
Einstein'ın Görelilik kuramının ortaya koyduğu kara delik yapısının,
gerçeğe en yakın gösterimi bu filmde yapılmış. Hatta bu film için
hazırlanan görseller yeni bir bilimsel keşfe bile yol açmış.
II) Kanıtlanmamış bilimsel spekülasyonlar
Sicim kuramları ve zaman yolculuğu
İşte filmin ana teması da aslında kara
deliğin içinde neler olup bittiğini bilmememize dayanmakta. Kara deliklere
ilişkin alternatif fizik modelleri vardır. Bu modellerden bazıları kuantum
kuramıyla kütleçekimi birleştiren kuantum kütleçekim kuramlarıdır ki, en
popülerleri arasında sicim kuramları yer alır.
Sicim kuramına göre madde, titreşen sicim benzeri nesnelerden ve uzay da
ekstra gizli boyutlardan oluşur; bilinen her parçacık aslında salınan
küçük bir sicimdir ve sicimler farklı şekillerde salınarak farklı
parçacıkları meydana getirirler. Ufak sicimlerin yanı sıra kozmik
sicimlere benzeyen çok büyük sicimlerin de olması olasıdır. Bu kuram
doğada gözlenen sayısız temel parçacığı tek bir nicelikle, sicimle
açıklayabildiği için güzel bir kuramdır. Sicimler kesin, kuantize olmuş
hareketlere sahip olarak titreşir ve dönerler; böylece her yeni kuantize
durum kütle, yük ve spin gibi bir dizi fiziksel özellik ortaya çıkartır.
Fotonları ya da gravitonları tanımlayan sicimlerin ufak parçaları yaklaşık
olarak bir protonun çapının bir trilyonda birinden daha küçüktür ve o
nedenle de günümüz teknolojileriyle saptanamazlar. Sicim kuramı
kütleçekimi de açıklayabildiği için çok başarılı bir kuramdır ama henüz
spekülasyon düzeyindedir, kanıtlanamamıştır. Yine de sicim kuramı,
sonsuzlukları barındırmayan bir kuantum kütleçekim kuramını otomatik
olarak kapsar. Sicimin iki parçası çarpıştığında, birleştiğinde ve
parçalara ayrıldığında meydana gelen olayların hesapları sonlu değerler
verir. Hiçbir tekillik ya da sonsuzluk yoktur.
Başlangıcı 1968'e dayanan sicim kuramının modern versiyonu Edward
Witten'ın fikirlerine dayanır ve bu bize yeni bir kuantum kütleçekim
kuramı sunar. Sicim kuramının bu versiyonunda sıradan üç boyutlu evren,
deneyimlenemeyecek dördüncü bir boyut boyunca uzanan ince bir boşluk
sayesinde birbirlerinden ayrılır. Atomlar ve ışık, içinde yaşadığımız
uzayın yüksekliği, genişliği ve derinliği boyunca hareket edebilir ama
ekstra boyutta hareket etmeleri sicim kuramı yasalarınca yasaklanmıştır.
Diğer evren de ekstra boyutta hareketleri yasaklanmış kendine has madde ve
ışığa sahiptir ve bu iki evren birbirleriyle kütleçekim sayesinde
etkileşebilirler. İşte filmde de Cooper'ın geçmişiyle haberleşebilmesi bu
sayede gerçekleşir.
Modern sicim kuramlarında (ya da M-kuramlarında) uzayzamanın alışıldık
dört boyut yerine, on bir boyuta ihtiyaç vardır. Böylece ek uzayzaman
boyutlarının varlığı bize bilimkurgusal bir malzeme sunar ve bu sayede
genel göreliliğin normal sınırlaması olan ışıktan hızlı ve zamanda geriye
doğru seyahat edilememesinin üstesinden gelinir. Zaman yolculuğunun ana
fikri, bu fazladan boyutlardan geçen bir kestirme yoldan gitmektir. Bu
durumu şöyle kafamızda canlandırabiliriz. İçerisinde yaşadığımız uzayın
sadece iki boyutlu ve simit (torus) yüzeyi gibi olduğunu düşünün (Şekil
7). Simitin iç tarafındaysanız ve diğer taraftaki bir noktaya gitmek
istiyorsanız, simitin iç kısmını dolaşarak gitmeniz gerekir. Oysa üçüncü
boyutta yolculuk edebiliyor olsanız, doğrudan karşıya geçerdiniz.

Şekil 7
Yıldızlararası filminin bilim
danışmanı Kip Thorne'un bilimkurguya kazandırdığı solucan deliği fikri de
buna benzer. 1984'te Carl Sagan'a Mesaj romanı için verdiği
solucan deliği fikri o günden bu yana bilimkurgunun vazgeçilmez unsuru
haline gelmiştir. Gerek diğer bilimkurgu romanlarında ve filmlerinde
gerekse Yıldızlararası'nda ışıktan hızlı seyahat için solucan
deliği kullanılır. Bir solucan deliği, yukarıdaki simit örneğinde olduğu
gibi, uzayzaman düzleminin bir noktasını tamamen ayrı bir bölgedeki bir
diğer noktasına doğrudan bağlayan geçittir. Basitçe bir kağıdı elinize
alıp, iki kenarını birbirine değecek şekilde katladığınızda, birbirine
değen uçlar arasında seyahat edebilmeniz şeklinde görselleştirilebilir
(Şekil 8). Şekilde görüldüğü gibi, normal de 25 ışık yılı mesafedeki
Vega'ya gitmemiz için bir solucan deliği kullanırsak neredeyse Vega'ya
anında ulaşırız.

Şekil 8
Elbette, bizi böyle bir yolculuğa
çıkartabilecek bir makine inşa etmek oldukça zordur ve bunu sağlayacak
teknoloji bugün var olan her şeyden çok daha farklı olacaktır.
Witten'ın M-teorisi titreşen sicimler
yerine, titreşen zarları koyar. Bir nokta bir 0-zar'dır, bir çizgi (veya
sicim) bir 1-zar'dır, bir tabaka bir 2-zar'dır, ve görsellemesi zor olsa
da, daha yüksek boyutlarda özdeş yapılar bulunmaktadır: 3-zar, 4-zar, vs.
İşte bu kuram evrenin başlangıcı sorununa da bir açıklama getirir. Ovrut,
Steinhardt ve Turok bu kuramı evrenin başlangıç soruna bir çözüm olarak
kullandılar ve Büyük Patlamanın birbirine çarpan zar evrenler ile başlamış
olabileceğini önerdiler. Buna göre, sonsuz sayıda evren-zarlar
birbirleriyle çarpıştıklarında (Şekil 9) bizim Büyük Patlama dediğimiz şey
gerçekleşir ve içinde yaşadığımız evren genişlemeye başlar. Öte yandan
başka yerlerde, başka boyutlarda da sonsuz sayıda Büyük Patlamalar
gerçekleşmekte ve sonsuz sayıda başka evrenler de ortaya çıkmakta.

Şekil 9: Çarpışan zar-evrenler
Bütün bu bilgilerin ışığında filmin en zor
anlaşılan kısmına gelebiliriz. Kara deliğin içinde ne var? Nasıl oluyor da
filmin kahramanı başka bir boyuta (ve zamana) geçebiliyor ve bizim
yaşadığımız boyutu (ve zamanı) etkileyebiliyor? Şüphesiz işin bu kısmı
spekülatif bilime giriyor. Ancak bunun bilimsel bir spekülasyon olduğunu
ve her ne kadar kanıtlanmasa da diğer bütün kanıtlanmış bilimsel
kuramlarla uyum içinde olduğunu hatırlatalım. Uzayzamanın bükülebildiğini
yukardaki paragraflarda anlatmıştık. Bu konuda kimsenin bir şüphesi yok.
Ancak bu bükülme iki şekilde gerçekleşebilir. 1-) İçinde yaşadığımız
4-boyutlu uzayzamandan başka bir boyut yok ve bükülme uzayzamanın
kendisinin bükülmesidir. Büyük Patlamadan bu yana genişleyen evren de,
bütün uzayzamanın genişlemesi şeklinde gerçekleşiyor. Tıpkı bir balon gibi
ama balondan başka bir şey yok. Klasik cevap bu ve bu cevap yakın zamana
kadar bütün fizikçilerin ortak görüşüydü. 2-) Ancak bir açıklama daha var
ki, özellikle 1980'lerden sonra kuantum kütleçekim kuramlarının
çeşitlenmesiyle birlikte, sicim kuramları, M-kuramı gibi popüler kuramlar
tarafından benimsenmekte. O da şu: içinde yaşadığımız uzayzaman, yığın [bulk]
adı verilen bir beşinci boyut (diğer tüm boyutları 5. boyut gibi
düşünelim) içinde bükülmekte. Dolayısıyla bu açıklamaya göre, "evrenimiz
neyin içinde genişliyor?" sorusuna verilecek yanıt:, "yığının içinde ya da
5. boyutun içinde genişliyor" olacaktır. Bu yeni kuramlara göre bizim
içinde yaşadığımız evren bu yığının için de bir zardır [brane] (Şekil 10).

Şekil 10: 4-boyutlu
uzayzamanımızı 2-boyutta canlandırmaya çalışırsak elde edeceğimiz resim
şekildeki gibi bir zar [brane] olacaktır. Yığın [bulk] ise buna dik bir 5.
boyuttur. Şekildeki "dışarı-içeri" ["out-back"] yönü, zardan yığına olan
yöndür.
Ayrıca bu kuramlara göre, kütleçekimi hariç diğer bütün kuvvetler
(elektromanyetizma, zayıf ve yeğin nükleer kuvvetler) bizim zarımız içine
hapsolmuş durumdalar. Sadece kütleçekim boyutlararası geçiş yapabilmekte.
Yıldızlararası filmi, yığının [bulk] var
olduğu varsayımına göre kurgulanmış. Öte yandan eğer yığın varsa o zaman
kurama göre mutlaka "bükülmüş" olmalıdır. Teknik olarak söylersek, eğer
yığın (5. boyut) bükülmüş olmasaydı, kütleçekim ters kare yasasına değil
ters-küp yasasına göre davranırdı. Diğer bir ifadeyle, güneşle gezegenler
arasındaki kütleçekim kuvveti mesafenin küpüyle ters orantılı olurdu ve bu
durumda gezegenler güneşin etrafında dolanmak yerine uzaya dağılıp
giderlerdi.
Şimdi 2-boyutta gösterdiğimiz 4 uzayzaman boyutlu zarımızdaki boyutları
1-boyuta indirelim (Kuzey-Güney) ve ortadaki kalın çizgiyle ifade edelim
(Şekil 11).

Şekil 11
Şekil 11'in ortasındaki mavi diskte küçük bir parçacığın kütleçekim alanı
betimlenmekte. Kırmızı çizgiler kuvvet çizgilerinin "dışarı-içeri" [out-back]
yönünde yığına sızmasını gösteriyor. Mavi diskin içinden yayılan
kütleçekim kuvvet çizgileri, diskin dışına çıktıklarında Kuzey-Güney
[North-south] yönüne paralel olurlar ve "dışarı-içeri" yününe gitmezler.
Böylelikle Newton'ın ters kare yasası da tekrar sağlanmış olur.
Kuantum kütleçekimi anlamaya çalışan fizikçiler, ekstra boyutların
mikroskobik boyutlarda olduklarını ve kendi üzerlerine katlandıklarını
düşünürler. Bu da kütleçekimin çok hızlı yayılmasını engeller. Ancak
Yıldızlararası filminde bir spekülatif adım daha atılmış ve bu boyutlardan
en az birinin kendi üzerine katlanmadığı varsayılmış. Bunun nedeni de
filmin kahramanına yer açmak. Cooper filmin sonunda teserakt adı verilen
4-boyutlu bir küpün içine düşüyor.
1999 yılında Lisa Randall ve Raman Sundrum
kütleçekimin yığının içine yayılmasını önleyen bir yol buldular.
Randall'ın Warped Passage [Bükülmüş Geçitler] kitabında (Alfa
Bilim dizisinden basıma hazırlanmakta) anlatılan teknik detaylara
değinmeden, buna Anti-deSitter bükülmesi adı verildiğini söyleyelim.
Özetle belirtirsek, Anti-deSitter bükülmesi kuantum dalgalanmalarından
kaynaklanmakta.
Şimdi, mikroskopik bir tesearkta yaşayan iki mikrobu gözümüzde
canlandıralım. Bunlar birbirlerinden 1 km mesafede olsunlar ve dik
açılarla kendi zarları terk edip yığının [5. boyut] içine girsinler (Şekil
12).

Şekil 12
Bu mikroplar 1 mm yol aldıklarında, Anti-deSitter
(AdS) bükülmesi nedeniyle aralarındaki mesafe 10 kat küçülür, 100 m'ye
iner ve yol almaya devam ettiklerinde aralarında mesafe de küçülür. Bu
küçülme nedeniyle de, zarımızın dışındaki 5. boyutta kütleçekimin
yayılacağı fazla bir yer kalmaz.
Bu nedenle, aslında Cooper'ın teserakta gezinebileceği pek yer yoktur. Ama
Kip Thorne bu problemi kendi zarımızı AdS bükülmesinin içinde bir sandviç
gibi tasarlayarak çözer. Sandviçin içinde ortadaki bizimki olmak üzere üç
zar vardır ve sandviçin dışında yığın bükülmüş değildir. Dolayısıyla
sandviçin dışında her türlü bilimkurgusal senaryoya izin verecek bir alan
kalır. Sandviçin kalınlığının 3 santimetre olması bütün gözlemlenir evreni
kapsaması için yeterlidir!

Şekil 13
Cooper'ın içinde gezindiği 4 boyutlu küp [teserakt] hakkındaki teknik
detayları Kip Thorne'un kitabında okuyabilirsiniz. Burada kütleçekim
dalgalanmaları önemli bir yer tutmakta. Filmde de kütleçekim anomalileri
olarak karşımıza çıkıyorlar.
Aslında kütleçekim anomalileri çok eski
bir kavram. Newton kuramına uymayan Merkür'deki anomali Einstein kuramıyla
halledilmişti. Daha modern bir anomali kara madde kavramını kattı bilim
dünyasına. Henüz kara maddenin ne olduğu çözülebilmiş değil. 1998'de çok
daha çığır açıcı bir anomali evrenin hızlanarak genişlediğini göstererek
kara enerji ismini aldı. Kara enerjinin de ne olduğunu bilmiyoruz.
Filmdeki anomalilerse zaten varlığını bildiğimiz gelgitsel kütleçekimdeki
açıklanamayan farklılıklar. NASA'daki profesör bunlara 5. boyuttakilerin
yol açtığından şüpheleniyor. 5. boyuttaki yığın alanının böylesine
gelgitsel kütleçekim anomalilerine yol açması mümkün.
Tekillik
Kuantum dalgalanmalarını bir kenara
bırakırsak, Einstein'ın çok iyi anlaşılmış görelilik yasalarını elde
ederiz. Bu yasalar uzayzamanın örneğin bir kara delik etrafında nasıl
büküldüğünü betimler. Ancak kuantum dalgalanmalarını işin içine katmadan
doğru bir kuantum kütleçekim kuramı elde etmek de mümkün değildir. Çünkü
Einstein yasaları Büyük Patlamanın başlangıcı ya da kara deliğin içi gibi
yerlerde çalışmaz. Tekillik, uzayın ve zamanın bükülmesinin sınırsız
olduğu yerdir.

Şekil 14: kuantum köpüğü
Tekillik, Einstein yasalarıyla kuantum kuramının birleştiği yerdir. İşte o
nedenle kara deliğin içinde neler olup bittiğini anlamak, kuantum
kütleçekim kuramını kurtaracak olan bir bilgidir. Filmde de bu bilgiye
erişmek için kahramanlarımız kara deliğin içine dalmaktalar.
1990'lardan bu yana fizikçiler kara
delikler hakkında daha çok şey bildiklerini düşünüyorlar. Her ne kadar bu
kuramlar doğrudan deneylerle veya gözlemlerle kanıtlanmamış olsa da, diğer
kuramlar ve gözlemlerle uyum içindeler. Eskiden sadece BKL tipi
tekillikler bilinirdi. Belinsky, Khalatnikov, ve Lifshitz isimli Rus
fizikçilerin adını verdiği BKL tipi tekillikler yüksek düzeyde kaotiktir.
Böyle bir kara deliğin içine girmeniz tavsiye edilmez. Eğer kazara böyle
bir kara deliğin içine düşerseniz atomlarınıza ayrılırsınız. Rus
fizikçiler kara deliğe düşen birinin kaderini öngörebiliyorlar ancak tek
bir konuyu bilemiyorlar: atomların kaderi. Ne onlar ne de başka hiç kimse
günümüzde kara deliğe düşüp de parçalanan bir cismin atomlarının ne
olacağını öngöremiyor.

Şekil 15
1991 yılında Eric Poisson ve Werner Israel,
Einstein denklemleri üzerine çalışırken ikinci tipte bir tekillik
keşfettiler. Bu tekillik kara delik yaşlandıkça büyüyordu. Nedeniyse, kara
deliğin içinde zamanın olağanüstü yaşlanmasıydı. Eğer Gargantua gibi kara
deliğin içine düşerseniz, sizinle birlikte gaz, toz, ışık vb gibi birçok
başka şey de girer. Bütün bunların kara deliğe girmesi, dışarıdan bakan
bir gözlemci için milyarlarca yıl alır. Ama kara deliğin içindeki biri
için bir saniyeden kısa bir süredir bu. Dolayısıyla böyle bir kara deliğin
içine girerseniz, bütün bu maddelerin ışık hızına yakın bir hızla, ince
bir tabaka halinde üzerinize doğru düştüğünü görürsünüz. Bu tabaka
uzayzamanı bozan yoğun gelgitsel kütleçekim kuvvetleri yaratır. Gelgit
kuvvetleri sonsuza kadar büyürken tekillik oluştururlar. Sonuçta "içeri
doğru tekillik" meydana gelir (Şekil 16).

Şekil 16
Gelgit kuvvetleri bir yandan çekip bir
yandan sıkıştırdığından, tekilliğe ulaştığınızda net kuvvet sonsuz değil
sonlu olur ve hayatta kalma şansınız olabilir (Şekil 17).

Şekil 17
2012'de Donald Marolf ve Amos Ori üçüncü tipte bir tekillik keşfettiler.
Sizden önce kara deliğe düzen gaz, toz, ışık, kütleçekim dalgaları vb gibi
şeylerin yarattığı "dışarı doğru tekillik" adı verilen bu tekillik de kara
delik yaşlandıkça büyür. Bunların küçük bir bölümü kara deliğin içindeki
uzay ve zaman bükülmeleri sonucu size doğru yansır. Bu yansıma, zaman
yavaşlaması yüzünden bir şok cephesi gibi sıkıştırılmıştır Yine gelgit
kuvvetleri oluşturur ve sonsuzluğa doğru büyüyerek tekillik oluştururlar.
Ama bu defa söz konusu olan "dışarı doğru tekillik"tir. Bu tür bir
tekillik içinde de sağ kalma şansınız vardır (Şekil 18).

Şekil 18
Sonuç olarak, filmin kahramanı yarattığı
"dışarı doğru tekillik" tipindeki bir tekillik içine düşerek dört boyutlu
küp olan teserakta girer ve kütleçekim anomalileri yaratarak geçmişe haber
gönderir. Bütün bunlar fantezi değil, şu anki bilimsel bilgilerimizle
olası senaryolar. Ama şüphesiz kanıtlanmış bilgiler değil bunlar. Filmden
zevk almanız dileğiyle.
----------------------------------------------------------------------------------------

[
Yıldızlar Arası (Interstellar) isimli film üzerinde çalışırken baş yapımcı
Kip Thorne, aynı zamanda kurgunun kalbinde yer alan bir kara deliği
yaratmaktan sorumluydu. Kendisi de bir teorik fizikçi olduğu için, tam
olarak gerçekçi olmasını ve filme gideceklerin de gerçek bir karadeliğe
yakın hissetmelerini sağlamaya çalıştı. Öte yandan film yönetmeni
Christopher Nolan, karadeliğin görsel açıdan baş döndürücü olmasını
istiyordu. Ana görselden de görebileceğiniz gibi, estetik söz konusuysa
ekibin amaçlarına ulaştığını söyleyebiliriz. Ancak daha ilginç olanı, bu
karadeliğin yaratılmasının gerçekten de bilimsel bir keşfin önünü
açtığıdır!
Kısaca özetlemek gerekirse, konu edinilen karadeliği isabetli bir
şekilde üretmek isteyen Kip Thorne, görsel efekt ekibinin kullandığı
veri işleme yazılımının hesaplamak için kullanacağı yepyeni bir set
denklem çıkarmak zorunda kaldı. Sonuç ise, bir solucan deliğinin (veya
karadeliğin) uzayda neye benzeyeciğini gerçekten de yansıtabilen bir
denklem dizisiydi!
Bunu yapmak kolay değildir. Çünkü karadelikler etraflarındaki tüm ışığı
emerler, uzay-zamanı bükerler ve X-Işını teleskopları haricinde tüm
teleskoplar için görünmezdirler. X-Işını teleskopları da, onların
periyodik olarak saçtığı enerjiyi yakalayabilmektedir. Ancak 30 kişilik
ekibiyle yıllar boyunca binlerce bilgisayarla çalışmış olan Thorne ve
özel efekt takımı, tamamen gerçekçi bir sonuca ulaşmayı başardı.
Tamamen bilimsel prensiplere dayanacak olursak, bir karedelik ışık
hızına yakın bir hızda dönmektedir ve Evren'in parçalarını da kendisiyle
birlikte sürüklemektedir. Bir zamanlar yıldız olan bir gök cisminin
tekillik yaratacak şekilde kendi üzerine çökmesiyle oluştuğu
düşünüldüğünde, bir karadeliğin etrafında onu sarmalayan bir ışık ağı
bulunur. Bu ışık, karadeliğin üstünde ve altında simetrik bir şekilde
dağılıyor gibi gözükür.
Bu ışık diskini yaratmak isteyen ekip, öncelikle düz ve çok renkli bir
halka yarattılar ve onu, tasarladıkları hızla dönen karadeliğin etrafına
yerleştirdiler. Sonrasındaysa, oldukça garip ve ilham verici bir şey
yaşandı. Oscar Ödüllü Double Negative efekt firmasından kıdemli yönetici
Paul Franklin, şöyle anlatıyor:
"Karadeliğin, etrafındaki uzayı bükerken, birikim diskini de
büktüğünü gördük. Dolayısıyla kara bir deliğin etrafında Satürn'ün
halkaları gibi gözükmektense, ışık fotoğrafta gördüğünüz gibi bir hale
yaratıyor."
Thorne Diyagramı
Double Negative ekibi bunun yazılımdaki bir hatadan kaynaklandığını
düşündü. Ancak Thorne, onlara sunduğu matematiksel denklemlerin yapısı
gereği bunun oluştuğunu ve modellerinin doğru olduğunu keşfetti. Şöyle
söylüyor:
"Bu bizim gözlemsel verimizdir. Bu, doğanın nasıl davrandığıdır. O
kadar... Sadece bu veriden yola çıkarak en az 2 makale yazabileceğimi
düşünüyorum."
Ancak bundan da önemlisi, uzun zamandır bilimle uğraşan ve uzay ile
fiziğin sırlarına aşık olan Thorne, büyük bir kitleye gerçek ve isabetli
bir bilimsel olgudan bahsedebilecek olmanın heyecanını yaşıyor. Film,
Türkiye'de 7 Kasım 2014'te vizyona girdi.
Çeviren: ÇMB (Evrim Ağacı) / Kaynak: Universe Today]
--------------------------------------------------------------------------------------

Tarih: 12 Kasım 2014 | Yazar: Seçil Çetinkaya
Interstellar (Yıldızlararası)
Bu film çarpık uzay-zaman, gerçekliğin kumaşındaki delikler ve yer
çekiminin ışığı nasıl büktüğü ile ilgili. Aynı zamanda insan doğası,
bağlılık, umut ve vazgeçmeme ile de ilgili.

Yakın gelecekte dünya artık yaşaması zor bir yerdir. Küf adı verilen
belirtiler gösteren ve tarımı öldüren bir salgın sebebiyle kıtlık
yaşanmaktadır. İklim değişikliği sebebiyle de dünya eskisi kadar yağış
almamakta sürekli toz fırtınaları oluşmaktadır.
Hayatta kalmaya çalışan insan ırkı kıtlığı yenmek için yeniden tarım
toplumu haline dönüşmüştür. Teknolojik gelişim ve diğer gezegenlerde yaşam
aramak artık bir lükstür. Çoğunluk umudunu geriye kalan tohumlara
bağlamıştır. Eski bir NASA test pilotu olan Cooper da hayallerinden
vazgeçip iki çocuğu ve kayın pederi ile mısır yetiştirmek zorundadır.
Cooper’ın kızı Murph odasındaki hayaletin ona bir şeyler anlatmaya
çalıştığına kimseyi inandıramaz. Babası gibi bilime meraklı olduğundan
hayaletin varlığını bilimsel yollarla kanıtlamaya çalışır. Artık halktan
destek göremediği için çalışmalarını gizli yürüten NASA Satürn
yakınlarında keşfettiği bir solucan deliği sayesinde Lazarus projesini
başlatır. NASA 12 gönüllü bilim insanını başka bir galaksiye yaşanabilir
dünyalar aramak için göndermiştir. Yaşanabilir olması muhtemel 3 gezegen
keşfi NASA’yı umutlandırır. Şimdi yapılması gereken bu üç gezegene gidip
verilerin doğruluğunu kontrol etmektir. A planı dünyadaki insanları
yaşanabilir gezegene taşımak B planı ise bu gezegende yeniden yaşam
başlatmaktır. NASA’nın pilotluk teklifini kabul eden Cooper A planının
gerçekleşmesini ve çocuklarını kurtarmayı ümit etmektedir.
Carl Sagan’ın romanından uyarlanan Mesaj filminin de yapımcılığını
üstlenen Lynda Obst ve teorik fizikçi Kip Thorne’un beraber çalışması ile
ortaya çıkan fikir önce Steven Spielberg’in elinden geçmiş. Daha sonra
Christopher Nolan ve kardeşi Jonathan’ın projeyi devralmasıyla çalışmalar
başlamış. Jonathan senaryoyu yazabilmek için üniversitede izafiyet
dersleri almış. Christopher da boş durmayıp NASA’yı ziyaret etmiş.
Çalışmaları filme ilham kaynağî olan teorik fizikçi Kip Thorne hem
bilimsel danışman hem de yapımcı rolünü üstlenmiş. Interstellar’ın
çekimleri 2013 son çeyreğinde Kanada, İzlanda ve Los Angeles’da
gerçekleşmiş.

Çalışmaları filme ilham kaynağı olan teorik fizikçi Kip Thorne hem
bilimsel danışman hem de yapımcı rolünü üstlenmiş.
Çılgın bir Christopher Nolan hayranı değilim. Ne Batman serisi ne de
Inception favori filmlerim arasında değil. Bu yüzden tarafsız olarak
söyleyebilirim ki Interstellar bu sene izlediğim en iyi film olmanın
yanında uzun zamandır izlediğim en iyi bilim kurgu filmiydi. Bilim kurgu,
dram ve yeri geldiğinde komediyi de tam dozunda kullanıp beklentimi boşa
çıkarmadı.
Toz Kovası (Dust Bowl)
Dünya’daki insanların zor durumda olduğunun göstergesi sadece bir kasaba
hatta bir aile üzerinden anlatılmış. Filmle ilgili eleştirilerde bu duruma
çok fazla yüklenilmiş. Bence buhranı, filme konu olan tek bir aile
üzerinden anlatmak oldukça mantıklı. Çünkü bu bir distopya filmi değildi.
Çeşitli insanların acılarını ve dünyanın gelmiş olduğu durumun sonuçlarını
farklı gözlerden görmek bize bir şey kazandırmayacaktı. Kişi sayısı
azaltılarak onların aralarındaki ilişki ve bağlılık ön plana çıkarılmış.
Filmde yer alan toz fırtınaları Amerika’nın Büyük Buhran döneminde yaşanan
kuraklıktan ilham alınmış. 1930’larda ekonomik kriz yaşanırken bir yandan
da kuraklık ve rüzgar erozyonunun önlenememesi sebebiyle toprak toza
dönüşmüş. Kirli 30’lar olarak da anılan bu dönemde yaşayan insanlarla
çekilen 2012 tarihli The Dust Bowl belgeseli Christopher Nolan’a ilham
olmuş. Interstellar’da kullanılan röportaj sahneleri de bu belgeselden
alınmış.
interstellar-dust
Tozlu Dünya
Murphy’nın Kanunları
Filmde Cooper’ın kızını canlandıran Murph adını mühendislerin çok iyi
bildiği Murphy kanunlarının sahibi Edward Murphy’den almış. Filmde önemli
karakterlerden biri hatta belki de en önemlisi olan Muprh’e bu isim
öylesine verilmemiş. Murphy Kanunları filmin vermek istediği mesajlarla
çok iyi uyum sağlıyor. Filmi izledikten sonra kanunların her birini okuyup
filmden bazı karelerle eleştirebilirsiniz.
Murph hem karakter olarak hem de görünüşü itibariyle Mesaj filmindeki
Eleanor Arroway’e benziyor. Ellie daha kendinden emin ve duygusal yanı
zayıf bir karakter olmasına rağmen bilime olan tutkuları ve inatları çok
benziyor. Murph’ın büyümüş haline filmde yeterince yer verilmediğini
düşünüyorum. Babasına olan özlemi ve kırgınlığı dışında özel hayatından ve
alışkanlıklarından biraz daha ipucu verilebilirdi. Bunun yanında zaten
filmdeki hiçbir karakteri bireysel olarak inceleme fırsatı verilmese de
aralarındaki sevgi ve bağlılık üzerine yüklenilmiş.
murph
Jessica Chastain, Murph’ü canlandırıyor
Dylan Thomas’ın Şiiri
Profesör Brand’ın film boyunca ağzından düşürmediği Dylan Thomas şiiri de
tıpkı Murphy Kanunları’nda olduğu gibi filmin farklı öğeleri ile uyuşuyor.
“Öfkelen ışığın ölümünün karşısında” dizesi bana hem sonu gelen dünyayı
hatırlatırken hem de kara delik içinde kaybolan ışığı hatırlattı. Ayrıca
şiirin son dizesi ile Murph’ün babası ile vedalaşması da uyum içerisinde.
Zaten Dylan Thomas da bu şiiri babası için yazmış. Filmde Profesör Brand’ı
canlandıran Michael Caine’in şairi yakından tanığını da belirtmek gerekir.
Michael Caine çok sevdiği bu şiiri filmin senaryosunda olmamasına rağmen
yönetmenin isteği üzerine okumuş.
Gitme o güzel geceye kibarlıkla
İhtiyarlık yanmalı ve söylenmeli gün kapandığında;
Öfkelen, öfkelen ışığın ölümünün karşısında.

Büyük Filtre
Filmin vermek istediği önemli mesajlardan biri fragmanda da Cooper’ın
sesinden duyduğumuz aşağıdaki cümle ile özetleniyordu. Cooper’ın
beklentisi ve filmin mesajı Robin Hanson’ın Büyük Filtre hipotezine de bir
cevap gibi olmuş. Hanson’a göre insanlığın gözlemlenebilir evrende
kolonileşmesi için önünde büyük bir engel var. Bu engel aşılmış da
olabilir henüz aşılmamış da olabilir. Kolonileşme için evrimsel yolu 9
adımda listeleyen Hanson’a göre şu an bulunduğumuz konumdan önce büyük
beyinli ve araç kullanabilen hayvanlardık. İnsanlığın çağımızdaki
başarıları ise geleceği şekillendirecek. Ya da varsayılan 9 adımda bir
yanlışlık var. Eğer ki aştığımız 7 adımın doğru olduğunu var sayarsak
önümüzdeki engel 3 boyut dışındaki boyutları keşfetmek olabilir.
Interstellar filminde solucan deliğini açık tutmayı başaranlar 4. ve 5.
boyutun sırrını çözmüşler.
“Hala öncüyüz, daha yeni başladık. En büyük başarılarımız arkamızda olamaz
çünkü kaderimiz yukarıda bekliyor.”
Uzay Araçları ve Robotlar
Filmde üç farklı uzay aracı görüyoruz. Ranger, Endurance ve Lander. Ana
gemi Endurance Uluslararası Uzay İstasyonu’ndan ilham alınarak
tasarlanmış. Dairesel bir yapıya sahip olan Endurance farklı amaçlara
sahip 12 kapsülden oluşuyor. Kapsüllerde kolonizasyon ekipmanları,
motorlar ve kontrol kabini gibi kısımlar bulunuyor. İçinde hiper uyku
odaları bulunuyor. Endurance dakikada 5.6 kez dönerek dünyadakine benzer
bir yer çekimi oluşturuyor. Ranger gezegen atmosferine girip çıkabilmek
için kullanılan bir uzay mekiği. Lander ise ağır yükleri gezegen yüzeyine
taşımak için kullanılıyor. 2 adet Lander ve Ranger’dan oluşan bölüm
kenetlenme parçası ile Endurance’la birleşiyor.
Interstellar’ın robotları TARS, CASE ve KIPP eski bahriyeliler. Nolan
filmdeki robotların özellikle insana benzemesini istememiş. Bu yüzden
dörtgen bir yapıya sahip karmaşık dizaynı ile bu robotlar ortaya çıkmış.
Üç farklı şekilde birleşip üç farklı kombinasyona sahip dört bloktan
oluşan yapı ayrıca blok çizgileri görülen diğer birleşim yerlerinden de
farklı şekiller alabiliyor.
Endurance ekibinden olan robotlar TARS ve CASE diğer ekip üyelerinden daha
fazla olaya dahil oldu sanki. Köşeli uzuvları ve iğneleyici tavrıyla TARS
filmdeki en cana yakın ve esprili karakter.

TARS Cooper’a eşlik ederken
Kara Delik ve Solucan Delikleri
Adını François Rabelais’ın felsefi eserindeki dev Gargantua‘dan alan kara
delik filmin önemli noktalarından biri. Einstein’ın genel izafiyet
kuramıyla tanımlanan kara delikler gibi teoride bir zamanlar parlak bir
yıldız olan Gargantua da zamanı dolduğunda patlamayıp çökmüş ve neredeyse
ışık hızından hızlı dönen ışık yutan dev bir canavara dönüşmüş.
Endurance’ın Samanyolu galaksisinden yaşanabilir gezegenlerin bulunduğu
diğer galaksiye geçiş için kullandığı solucan deliği yine Einstein’ın
genel izafiyet kuramına göre mümkün. Ancak şu ana kadar bilim insanları
bir solucan deliği keşfetmiş değil. Bunun sebebi solucan deliğinin uzun
süre açık kalamayıp hızlı bir çöküş yaşaması olabilir. Filmde de
belirtildiği üzere solucan deliğinin açık kalabilmesi için dışarıdan ciddi
mühendislik gerektiren negatif enerjiye ihtiyaç duyuluyor. Filmdeki
solucan deliği evreni yansıtan kristal bir küreye benziyor.

Gargantua’nın filmdeki görüntüsü
Solucan deliği ve kara delik görsellerinin gerçekliğini sağlamak amacıyla
Kip Thorne’un denklemlerinden faydalanılmış. Filmin görsel ekibi bu
denklemleri kullanarak çıplak gözle görülebilecek bu muhteşem oluşumlar
nasıl olabilirdiyse ona en yakınını yakalamaya çalışmışlar. Kip Thorne bir
Hollywood filminde bu oluşumların ilk kez bu kadar gerçekçi betimlendiğini
belirtiyor. Ona göre filmde gördüğümüz şey bir solucan deliği ve kara
deliğin neye benzediğine dair metafor değil, filmde gördüğümüz şey gerçek
hayatta mümkün olsaydı gözlemleyebileceğimiz görüntülerin ta kendisi. Film
için yapılan simülasyon çalışmasından astrofizik ve bilgisayar grafiği
konularında makale çıkarılacağı da yine Kip Thorne tarafından belirtilmiş.
Ne de olsa kara deliğin betimlenmesi için ışığın düz bir çizgi halinde
ilerlemediği yeni bir renderer programlanmak zorunda kalınmış.
Bilimsel Açıdan Interstellar
Interstellar’da Endurance ekibinin seyahat sırasındaki bilimsel
muhabbetleri seyirciyi sıktı mı deseniz bence hiç sıkmadı. Bilim kurgu
seven insanlar olsak da astrofizik profesörü değiliz. Fizikçilerin tuhaf
açıklamalarını anlamamız ve bunları yorumlamamız pek kolay değil. Her gün
bu konuları konuşmuyoruz. Ama buna rağmen sinemadan çıktığımızda insanlar
kara delikler hakkında konuşup birbirlerine bildikleri kadarını anlatmaya
çalışıyorlardı. Bence bir filmin bunu yaptırabilmesi inanılmaz güzel bir
şey. Carl Sagan’ın Mesaj romanında da galaksiler arası seyahat sırasında
bilim insanları kendi aralarında Interstellar’dakine benzer konuşmalar
yapıyorlar ve fizikçi olmayan biri bu konuşmaları duysa hepsinin deli
olduklarını düşüneceklerini söylüyorlardı. Tabii filmde Ellie tek başına
yolculuk yaptığı için bu tarz konuşmaları pek duymadık.
Şu ana kadar yayınlanan eleştirilere bakılırsa Interstellar’dan
beklentinin büyük olması hep bilimsel yanının ne kadar kuvvetli olacağına
bağlanmış. Konunun orijinalliği ve bütünlüğünün yanı sıra bilimsel açıdan
tutarlı olması da seyirci için çok önemliydi. Anlaşılan o ki film bu
konuda herkesi tatmin edemedi. Interstellar sonuçta bir belgesel değil.
Kurguyu tamamlayabilmek ve tüm sinema sevenlere erişebilmek adına kapsamı
genişletip işin içine romantizm ve aile dramı sokulması kaçınılmazdı bunu
da kabul ediyorum. Filmi izlerken ve sonrasında benim de aklıma takılan
bir çok nokta olmasına rağmen ortaya çıkan emeği görmezden gelmek
imkansız. Eğer ki bu film çekilirken bilimsel açıdan tüm kurguyu
doğrulamak mümkün olsaydı, yani bunu başarmak için Insterstellar film
ekibi, kara deliklerin sırrını çözmüş olsa ya da 4. ve 5. boyutları
keşfetmiş olsaydı CERN’deki bilim insanları herhalde işi gücü bırakıp
kendilerini sinemaya adarlardı.
Filmle ilgili bilimsel yorumları duymak isterseniz Neil deGrasse Tyson’ın
twitter hesabını takip etmenizi öneririm. Hem iyi hem kötü yönleriyle
güzel eleştiriler yapıyor. Ayrıca Dr.Roberto Trotta’nın Guardian’daki
yazısında sizlerin de aklınıza takılan noktaları bulabilirsiniz.
Interstellar’ın Karşılaştırıldığı Filmler
Interstellar’ın en çok karşılaştırma yapıldığı film elbette benzer şekilde
galaksiler arası seyahat fikrini kullanan Mesaj oluyor. Mesaj inanılmaz
güzellikte ve izlerken zamanın nasıl geçtiğini hissetirmeyen bir filmdi
benim için. Mesaj bir 90’lar filmi. 90’lar bilim kurgu açısından çok
bereketli bir dönemdi. O harika bilim kurgu filmleri zamane teknolojisi
ile yeniden çekildiğinde bile aynı havayı veremiyor. Ne olursa olsun
milenyum filmlerinde Hollywood klişeleri daha fazla hissediliyor.
Mesaj filminin yanı sıra 2001: Bir Uzay Macerası ve Gravity de
karşılaştırma yapılan filmler arasında. 2001 gerek kurgu gerekse hitap
edilen kitle olarak bakıldığında çok farklıydı. Öyle bir filmi herkese
sevdirmek kolay değil. Gravity’de karakterler daha ön plandaydı. Ayrıca
bilimsel açıdan bu iki filmi karşılaştırmak da pek doğru olmaz herhalde.
Gravity’de sadece dünya yörüngesindeki fizik söz konusuydu.
IMDB’de solucan deliği ve kara delik içerikli filmlere bakıldığında çıkan
az sayıda sonuçtan sadece 3-4 tanesi film olup geri kalanı belgesel iken
kurgu açısından karşılaştırma yapılacak pek de film yok aslında. Nolan
antipatisi ile bazı eleştirmenler filmin birçok filmden alıntı ile ortaya
çıktığını ve aslında orijinallikten yoksun olduğunu söylese de şu anda
kara delik ve solucan deliği tag li sıralamada puan açısından bakıldığında
Cosmos belgeselinden sonra geliyor. Ya gerçekten bir orjinallik ve öncülük
söz konusu ya da filmi bir senedir heyecanla beklediğimizden kıyamıyoruz
:)
Peki Ya Son?
Filmin sonu benim için büyük bir sürpriz oldu. Böyle bir son
beklemiyordum. İlk izlenimde son beni hayal kırıklığına uğrattı fakat
biraz düşününce başka türlü olsaydı benzerlerinden pek farkı olmazdı diye
düşünüyorum. Baştan sona yeniden bakıldığında kendi içinde bütünlüğü vardı
ve vermek istediği mesajların dışına çıkmadan bitti. Neredeyse üç saat
süren filmin sonuç bölümü biraz daha genişletilebilirdi. Bir devam filmi
çekilip olayların Romilly açısından anlatılması seyircinin ilgisini
çekebilirdi diye düşünüyorum.
Kaynaklar
http://www.space.com/27694-interstellar-movie-spaceships-infographic.html
http://www.wired.com/2014/10/astrophysics-interstellar-black-hole/
http://m.hollywoodreporter.com/entry/view/id/827185
http://www.digitaltrends.com/movies/interstellar-review/
http://www.vulture.com/2014/11/michael-caine-interstellar-interview.html
http://www.imdb.com/search/keyword?keywords=black-hol%2Cwormhole&sort=user_rating,desc&mode=advanced&page=1&ref_=kw_ref_key
[ Kurt Delikleri ile
Olası Bir Yolculuk Mümkün mü?
yazan: Gökhan Atmaca, MSc.
Evren muazzam büyüklüğünün yanı sıra, inanılmaz derecede bir yayılma
hızına sahiptir ki birbirlerine komşu diyebileceğimiz gezegenler,
yıldızlar ve galaksiler arasındaki mesafeler çok büyük. Örneğin Dünya’ya
en yakın yıldız Proxima Centauri 4.22 ışık yılı kadar bizden uzaktadır.
Eğer Voyager uzay aracının Proxima Centauri’ye ulaşmasını beklersek, bu 80
bin yıldan fazla bir süre alacak demektir.
Evreni keşfetmenin binlerce nesil sürmesini istemiyorsak, ne yapmalıyız?
Araştırmacıların üzerinde durduğu pek çok kavram arasında bir teknik
oldukça popüler oldu, özellikle de bilim-kurgu dünyasında: bu teknik kurt
delikleri olarak bilinen kuramsal tünellerdir.
Teoride, kurt delikleri uzay-zamandan oluşan tünel benzeri bağlantılardır
ve evrenin iki çok uzak noktasını birbirine bağlamaktadır. Bu düşünce uzay
yolculuklarını binlerce yıldan çok daha kısa bir zamanda bu tünellerle
yapılabileceği anlamına gelir. Sayısız kitap, televizyon dizisi ve filmler
derin uzay yolculuğu için kurt deliği kavramını kullanmıştır. Contact
filminde Dr. Arroway’in gizemli uzaylı dolu macerası ya da Star Trek: Deep
Space Nine‘da keşfedilmemiş Gamma Quadrent’e erişim sağlayan Bajoran kurt
deliği’ne kadar pek çok popüler öge bulunmaktadır.
Hatta 7 Kasım 2014’te vizyona girecek olan Interstellar isimli filmde bu
konu tekrar işlenmiş olacak. Filmde, bir grup astronotun yeni bir dünya
bulmak için yeni keşfedilen bir kurt deliği ile uzay-zamandaki arayışları
konu ediniliyor. Kulağa inanılmaz geliyor, tüm bu uzay yolculuğu
fantezileri gerçekmiş gibi düşünüldüğünde. Ama bu mümkün mü? İnsanlar
başka bir galaksiye ya da daha ötesine yolculuk için bir kurt deliği
kullanabilir mi?
Bilime göre bu olasılık son derece düşük ve henüz mümkün değil. Ancak,
bir aykırı kurt deliği yapmak için bizim bazı belirli koşullara ve bu
inanılmaz gizli geçitlerin nereden geldiğine dair bir anlayışa ihtiyacımız
olacak.
Kurt Deliği Nedir?
1900’lü yılların başına kadar, Newton’un kütleçekim teorisi yeterince bir
açıklama sunuyordu insanlara. Evrendeki tüm cisimlerin diğer nesneleri
çeken bir iç kuvvete sahip olması düşüncesine dayanıyordu ve bu teoriye
göre daha büyük bir cisim daha büyük içsel kütleçekimsel çekime sahiptir.
Bu bizim neden uzayda uçmak yerine Dünya’ya “saplandığımızı” açıklıyordu.
Fakat 1915 yılında, Albert Einstein bu düşünceyi tamamen parçaladı.
Einstein kütleçekimin aslında uzayzamanda bir eğrilmenin sonucu olduğunu
kuramsallaştırmıştı. Esasen, bir cismin varlığı kendi etrafındaki uzay ve
zamanı bozmakta, şekillendirmekte ve evren üzerinde bir iz
oluşturmaktadır.
Uzay-zamandaki bu deformasyon ya da bozulma kütleçekiminin etkilerini
ortaya çıkarmaktadır. Carnegie Mellon Üniversitesi’nde fizik profesörü
olan Richard Holman, bunu şöyle açıklamıştır,
“Sizin ve bir başkasının kütlesinin varlığını düşünelim. Siz kendi
etrafınızdaki uzayzamanı bozarsınız ve başka biri de kendi etrafındaki
uzay-zamanı bozar. Sonuçta her ikisi de bir diğerinin kuyusuna düşer.”
Einstein ve onun çalışma arkadaşı Nathan Rosen’a göre bir kurtdeliği
aslında uzay-zamanda iki farklı noktayı birbirine bağlayan bir eğrilikle
uzayı bozar. Sonuç inanılmaz derecede birbirine uzak olan evrenin iki
alanını birbirine bağlayan, düz veya kavisli olan bir tünel benzeri
yapıdır.
Einstein ile başlayan matematiksel modeller kurt deliklerinin var olduğunu
öngörse de henüz hiçbirine rastlanmadı. Nagoya Üniversitesi’nde bir
astrofizikçi olan Fumio Abe bir uzay gemisinin sığabileceği kadar
büyüklükte büyük kurt deliklerini aramak için bir yol önerdi. Bir tünelin
önünde yıldız hareket ettiğinde, tüneli yıldızın parlaklığına bakarak eğer
yeterince büyükse farkına varabiliriz. Kütleçekimsel mercek denilen bu
etki eşsiz bir şekilde yıldızın parlaklığında dalgalanmaya neden olur.
Ancak, büyük ihtimalle yakın bir zamanda böyle büyük bir kurt deliği
bulmak pek de mümkün değil.
Kurtdelikleri ile ilgili problemler
Şimdiye kadar, fizikçiler kurt deliklerinin evrende doğal olarak
oluştuklarını tespit etmiş değiller. Ancak teorik fizikçi John Wheeler’in
kuantum köpük tezine göre kurt deliklerinin kendiliğinden görünmesinin ya
da görünmemesi mümkün olabilir. Yani her an ve herhangi bir yerde kurt
delikleri oluşuyor olabilir.
Ne yazık ki, Wheeler bu doğaçlama kurt deliklerinin süper küçük olacağını
yani Planck ölçeğinde görüneceğini kuramsallaştırdı. Bu da
yaklaşık 10-33 santimetre uzunluğunda demektir. Başka bir deyişle, kurt
deliği algılanması neredeyse imkansız olacak derecede küçüktür.
Varsayalım ki, biz küçük kurt delikleri ortaya çıktıklarında onları
bulabilmiş olalım: biz onları daha büyük hale getirebiliriz belki de. Ve
bunu yapmak için de egzotik madde denilen bir malzemeye ihtiyaç duyarız.
Austin’de İleri Araştırmalar Enstitüsü’nden Eric Davis evrendeki sıradan
maddenin pozitif enerji yoğunluğuna ve pozitif basınca sahip olduğunu ve
egzotik maddenin de biraz daha farklı olduğunu söylüyor: Negatif enerji
yoğunluğu ve negatif basınç. Negatif enerji ve pozitif basınç ya da tam
tersi pozitif enerji ve negatif basınç ile bir maddeyi yığın hale
getirebilirsiniz.
Egzotik maddenin negatif özellikleri bir kurt deliğinin kenarlarını dışa
doğru bastırabilir, onu yeterince büyük ve kararlı hâle getirebilir; bir
kişinin ya da uzay gemisinin sığabileceği kadar. Ancak burada bir sorun
daha var! Egzotik madde kolaylıkla elde edilen bir şey mi? Hatta bunu
bırakalım teoride, biz bu maddenin neye benzediğini ve nerede bulacağımızı
da bilmiyoruz.
Tüm bu düşünceleri teorik olarak ele alıyoruz. Biz küçük bir kurt deliği
bulduk, biraz da egzotik madde elde ettik. Sonunda biz bir uzay gemisi
sığacak kadar bu tüneli genişletip kararlı hâle getirdik. Yine teori ile
devam edelim. Holman’a göre egzotik madde bu defa kurt deliğini tamamen
kararsız hale getirebilir. Başka bir deyişle, böyle bir kurt deliğine
girmek sizi hemen öldürebilir.
Problemler bitmiyor… Kurt delikleri tamamen farklı iki uzay-zamana çok iyi
bağlantı kurabilir, giriş noktası tamamen farklı bir çağda olabilir.
Dolayısıyla bir kurt deliği ile evren tarihinde farklı bir zamanda ortaya
çıkma riski de var. Hatta kurt deliklerinin tamamen farklı bir evrenle
bağlantı kurabileceği üzerine bazı teoriler bile var.
Tüm bu kurt deliklerin baş döndürücü teorik varsayımların yanı sıra
gerçekçi bir yaklaşımla, eğer kurt delikleri ile bir yolculuk yapılabilir
olsaydı, tüm bu ötegezegenler ve yıldızlar ile, o hâlde birisi bunu zaten
yapmış olurdu. Holman’ın deyişiyle “Bildiğimiz kadarıyla, evrenin
çözebildiğimiz kısmından bakarak biz bununla ilgili herhangi bir kanıt
göremiyoruz. Yani evreni keşfetmek için meşakkatli uzun bir yolculuğu
sürdürmek zorunda kalabiliriz.” ]
Kaynak:
http://www.popsci.com/article/will-we-ever-be-able-use-wormholes-deep-space-travel?src=SOC&dom=tw
------------------------------------------------------------------------------
Nolan’ın en duygusal filmi
Viktor APALAÇİ
[Bilim-kurgu, fantastik ve gerilim türlerini birleştiren ‘yıldızlararası’
Kariyerinin bu en iddialı ve narsistik filminde Christopher Nolan,
dünyadan umudunu kesen insanlığın uzay boşluğunda yeni yerleşim yerleri
aramasını anlatıyor. Filmi izlerken kendini fizik dersinde hissetmekten
şikâyet edenler, ‘Yıldızlararası’nın görkemli görselliği ile avunma
fırsatını buluyorlar. Bu teknolojik ve görsel zenginliği, Oscarlı besteci
Hans Zimmer’in müthiş müzik partisyonu tamamlıyor. Aile ilişkileri ve aile
bağları temalarını film içimizi ısıtan bir duygusallıkla anlatıyor. Filmin
kullandığı argümanların çoğu klişe, bu çok uzun filmin son bölümünde tempo
düşüyor. Oyuncu kadrosunun başarısına rağmen, ‘Yıldızlararası’
‘Başlangıç’ın seviyesinde değil.
Bilim-kurgu türündeki ustalığını ‘Başlangıç/Inception’ (2010) ile
kanıtlayan İngiliz yönetmen Christopher Nolan, ‘Yıldızlararası/Interstellar’da
bilim-kurguya fantastik gerilim türlerini ekliyor.
Kariyerinin bu en gösterişli ve en duygusal filminde, dünyadan umudunu
kesen insanlığın uzayın boşluğunda yeni yerler aramasını anlatıyor.
Kardeşi Jonathan ile müştereken yazdıkları iddialı senaryo, insanoğlunun
merak duygusuna hitap eden zengin ayrıntılar ve çarpıcı öğelerle dolu.
Filmi izlerken her ne kadar kendimizi fizik dersinde hissediyorsak da bu
iyi işlenmiş senaryo, fizikçi Kip Thorne’un uzmanlığından yararlanarak,
bilimsel verilere uygun olarak yazılmış.
Kuantum fiziğinin modern bilim tezleri ve Einstein’ın ‘İzafiyet Teorisi’ne
sırtını dayayan bu senaryo, metafizik, zaman mevhumu ve insanlığın
geleceği gibi temaları da işlemek iddiasını taşıyor. Filmin bu yönüyle
narsistik bir bilim-kurgu olduğunu söylemek mümkün.
İnsanlığın kaderini değiştirmek üzere uzayın derinliklerinde arayışa çıkan
dört astronotun uzayda geçirdikleri her bir saatin dünyamızdaki yedi yıla
bedel olduğunu öğreniyoruz.
Satürn gezegeni yakınlarındaki bir ‘Solucan Deliği’nden geçen
kahramanlarımız başka bir galaksiye gidiyor. ‘Solucan Deliği’ modern
fizikte kabul gören bir teori.
Zorlu fizik teorileri üzerindeki bu fikir jimnastiği, bu uzun filmde(2
saat 50 dakika) izleyiciyi yoruyor, ama Christopher Nolan filmin görkemli
görselliği ile kendini affettiriyor.
IMAX sisteminin yarattığı teknolojik ve görsel zenginlik, görüntü
yönetmeni Hoyte Van Hoytema’nın nefes kesici fotoğrafları ve nefis
kadrajları izleyiciyi etkiliyor.
Christopher Nolan ile evvelce ‘Başlangıç’.’Kara Şövalye’ ve ‘Batman
Başlıyor’ filmlerinde çalışan Oscarlı Alman besteci Hans Zimmer’in müzik
partisyonu filme çok şey katıyor.
Nolan Kardeşler 2-3 filme yetecek malzemesi olan senaryolarında aile
ilişkileri ve aile bağlarını da inceleme konusu ediyorlar. Kızının
muhalefetine rağmen NASA’nın teklifi ile uzay yolculuğuna çıkan eski pilot
Cooper ile dünyada kalan kızı Murph arasındaki sevgi ilişkisini film
duygusal bir tonda işliyor.
Nolan’ın kariyerindeki en duygusal film diyebileceğimiz ‘Yıldızlararası’
evlatlarla anne-babanın sürekli çekişmesinin ardında sevgi bağlarının
yattığını yineliyor.
SEVGİ VE FEDAKÂRLIK DOLU BİR BABA-KIZ ÖYKÜSÜ
Geleceğin dünyasını kurmak için uzayın boşluğunda uzun bir yolculuğa çıkan
deneyimli bir pilotun yeryüzünde bıraktığı dargın kızıyla olan bağlarını
hep sıcak tutması içimizi ısıtan bir duygusallıkla anlatılıyor.
Kalbe dokunan bu sevgi ve fedakârlık dolu baba-kız öyküsü, kuantum
fiziğinden anlamayan, ama duygusal filmlerden tat alan benim gibi
izleyicilere ilaç gibi geliyor.
Christopher Nolan’ın parlak kariyerinde ‘Akıl Defteri/Memento’, Başlangıç/Inception,’Takip/
Following’, ‘Uykusuz/Insomnia’, ‘Prestij/The Prestige’, ‘Batman’ üçlemesi
gibi başarılar var.
Bilim-kurgu türünde mükemmeli yakalamak iddiasıyla yola çıkan
‘Yıldızlararası’nın Nolan’ın en iyi filmlerinden biri olduğunu söylemek
güç. Sinemada kilometre taşı değerindeki, yenilikçi ‘Başlangıç’ ile ‘Akıl
Defteri’ başyapıtları çok daha olgun ve başarılı filmlerdi.
‘Yıldızlararası’nın kullandığı argümanların çoğu klişe; hem bu çok uzun
filmin son bölümünde tempo düşüyor.
Yine de film, Stanley Kubrick’in ‘2001: Uzay Macerası’, Andrei
Tarkovski’nin ‘Solaris’, Alfonso Cuaron’un ‘Yerçekimi/Gravity’, Robert
Zemeckis’in ‘Mission to Mars’, Paul Anderson’un ‘Ufuk Faciası/Event
Horizon’ gibi bilim-kurgu klasikleri zincirine son bir halka olarak
eklenecek.
Filmin konusuna gelince: Yakın bir gelecekte Amerikan kırsalında, bir
çiftlik evinde açılan filmde, teknik becerisi yüksek bir eski pilot olan
Cooper’ın(Matthew Mc Conaughey) iki çocuğu ve yaşlı babasıyla (John
Lithgow) yaşadığını ve geniş mısır tarlalarında çiftçilik yaparak
geçindiğini görüyoruz.
Babasını taparcasına seven 10 yaşındaki Murph(Mac Kenzie Fox) şaşırtıcı
bir zekâya sahiptir. Dünyanın sunacağı nimetler tükenirken bilim adamları
uzayda yeni yerleşim yerleri bulmanın peşindedir. Zira insanlar toz
bulutları ve kuruyan ürünlerle gelen açlık tehdidi altındadır.
Mısır tarlalarında çalışan baba-kızın yolu uzay araştırmaları yapan NASA
yetkilileriyle kesişiyor. Araştırmanın başındaki Profesör Brand(Michael
Caine) Cooper’a bir uzay mekiğiyle dünyadan uzaklaşmasını teklif eder.
DOKUNAKLI BİR AİLE DRAMASI
Kızının muhalefetine rağmen teklifi kabul eden Cooper, içlerinde Brand’ın
fizikçi kızı Amelia’nın(Anne Hathaway) da bulunduğu üç kişilik bir ekiple
yola çıkar.
Dörtlü önce uzay istasyonu Endurance’a ulaşıyor, sonra adını Rabelais’nin
dev görünümündeki şişman kahramanı Gargantua’dan alan kara delikli dev bir
uçurumdan geçiyor.
Bir önceki araştırma projesinin pilotu Dr. Mann(Matt Damon) ile yolları
kesişen grubun iki elemanı önlerine çıkan engellerde hayatını kaybeder.
Amelia iyice yaşlanan babasıyla, Cooper da büyüyen kızı Murph (Jessica
Chastain) ile sürekli temas halindedir. Uzay mekiği ile yeryüzü arasındaki
görüntülü temaslar filmi bir aile dramasına dönüştürür.
Baba-kızı oynayan Matthew Mc Conaughey-Jessica Chastain canlandırdıkları
karakterleri mükemmel yorumlarıyla inandırıcı kılıyorlar. Bu yıl ‘Dallas
Buyer’s Club’daki kompozisyonuyla En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ına uzanan Mc
Conaughey, Altın Küre ve Emmy ödüllerini hak ettiğini gösteriyor. ‘Miss
Julie’ ve ‘Aşkın Halleri’ndeki başarılarından sonra Jessica Chastain,
Hollywood’un yükselen değeri olduğunu kanıtlıyor.
Anne Hatheway son derece yumuşak başlı, uysal bir uzay yolcusu olmuş. Kısa
rolünde Matt Damon, eski tüfeklerden Michael Caine oyuncu kadrosunun
başarısını tamamlıyorlar. ]
Interstellar: Yıldızlararası Bir Başyapıt
21 Kasım 2014
[ Aylardır merakla beklenen ve hakkında olumlu – olumsuz tartışmaların
başladığı Interstellar nihayet vizyona girdi. En son 2012’de The Dark
Knight Rises ile Batman üçlemesini sona erdiren Nolan’ın yeni filminin
yılın “sinema olayı” olması bekleniyordu. Beklenildiği gibi de oldu.
Interstellar, şimdiden bilim kurgu türünün zirvesi olan 2001: A Space
Odyssey (1968) ve geçen yılın en dikkat çekici filmi olan Gravity (2013)
ile karşılaştırılmaya başlandı bile. Christopher Nolan’ın yine kardeşi
Jonathan Nolan’la beraber senaryosuna imza attığı yapımda Amerikalı teorik
fizikçi Kip Thorne senaryo danışmanı ve yürütücü yapımcı olarak yer
alıyor. Interstellar’ın bilim insanlarından övgüler toplaması ise bu
işbirliğinin başarıya ulaştığını kanıtlıyor, zira geçen yıl Gravity
bilimsel gerçeklerle bağdaşmadığı gerekçesiyle bazı önemli bilim
insanlarından veto yemişti. Cuaron’un deyimiyle “düşüncelerle dolu bir
eğlence treni” olan Gravity’e kıyasla Interstellar’ın eğlenceyle hiç ama
hiç işi yok! Bu yüzden Inception (2010) ve Gravity’e kıyasla popüler
izleyici kitlesi nezdinde aynı oranda beğenilmeme riskini de içinde
barındırıyor.

Nolan, bilimsel metotları, fiziksel teorileri ve düşünsel yapıyı
birleştirerek paralel evren, kuantum fiziği, zaman kayması, beşinci boyut,
solucan deliği ve yerçekimi gibi kavramlar üzerinden destansı bir uzay
yolculuğu hikayesi tasarlıyor. 169 dakikalık süresinin ilk 45 dakikasını
taşrada konumlandırarak finale doğru daha da anlam kazanacak olan dramatik
hikaye şablonunu oluşturuyor. Normalde Nolan’ın tarzı olmayan ve bu
kısımlara belgeselvari bir şekilde ara ara iliştirilen konuşma görüntüleri
de finale doğru epik bir anlam kazanıyor. Bu 45 dakikalık “dünya”
sürecinden sonra Cooper (Matthew McConaughey) haricinde uzay yolculuğuna
çıkacak diğer karakterlerin tanıtılmaması, uzay aracına biniş, hazırlanma
vs. gibi eylemlerin gösterilmemesi ve dünya – uzay arası geçişin aniden
gerçekleşmesi ilginç ve klişelere yaslanmayan, radikal bir karar olmuş.
Interstellar için Nolan’ın en duygusal filmi demek doğru tabir olacaktır.
Bu duygusallığını da büyük oranda baba – kız arasındaki dramatik omurgadan
ve Hans Zimmer’ın adeta filmin duygusuna yeni bir boyut kazandıran
etkileyicilikteki müziklerinden alıyor. Nolan, görecelik kavramı üzerinden
dünya ve başka gezegenler arasındaki yıllara yayılan zaman farklılığını
odak noktasında tutarak yarattığı çatışmanın derinleşmesine olanak
sağlıyor. Dr. Mann (Matt Damon) karakterinin dahil olduğu bölüm hikaye
içinde hikaye oluştururken farklı katmanlara kapı aralayan kurgusu
ekseninde bir nevi başrol içinde farklı bir başrol daha yaratmış oluyor.
Nolan, Memento (2000)’dan beri beraber çalıştığı Oscar ödüllü görüntü
yönetmeni Wally Pfister’ın bu yıl Transcendence (2014)’i yönetmesi üzerine
Tinker Tailor Soldier Spy (2011) ve Her (2013) filmlerinin görüntü
yönetmenliğini yapan Hoyte van Hoytema ile çalışmış. Bu iki filmle
atmosfer yaratma başarısını kanıtlayan ve aksiyondan uzak, daha minimalist
bir sinematografi anlayışı olan Hoytema, Interstellar’a çok fazla şey
katmış. Pfister’in Inception’da görsel şaşaaya ve biraz da popüler
izleyiciyi mest etme üzerine dayanan görsel yapısı Interstellar’da yerini
Hoytema’nın IMAX ve Panavision kameralarla yarattığı sade ama iddialı,
hiçbir anında şov yaptığı hissedilmeyen , güçlü bir gerçekçilik duygusuna
kapıldığımız tercihlerine bırakmış. Neredeyse içinden geçtiğimizi
hissettirecek kadar gerçekçi “kara delik” yaratımları, yıldızlararası
yolculuk yaptığımıza inandıran uzay görüntüleri, farklı coğrafi
özelliklere sahip gezegen tasvirleri ve özellikle “beşinci boyut”
sekansındaki hipnotik etki yaratan muazzam tasarımıyla görsel efektler çok
başarılı.
Nolan’ın özellikle Inception’da son 45 dakikasını katmanlı bir paralel
kurgu şaheserine çevirdiği formül, Interstellar için de geçerlilik
kazanıyor. Nolan filmlerinin vazgeçilmezi olan “bellek – kurgu ilişkisi”
özellikle ‘beşinci boyut’ sekansında kendini gösterirken, Zimmer’ın
müzikleri eşliğinde hipnotik bir etki yaratıyor. Duygusal derinliğiyle
Spielberg’in Artificial Intelligence (2001)’ının etkisini yakalarken,
düşünsel yapısıyla ve uzay gerçekliği konusundaki teorileriyle Kubrick’in
başyapıtı 2001: A Space Odyssey ile aynı kanaldan gidiyor. Kubrick’in
2001’i vizyona girdiğinde epey eleştiri almış fakat ilerleyen yıllarda
filmin bilime ve insanlığa dair günümüz gerçeklerini çok önceden gözler
önüne sermesiyle “zamanının ötesinde” bir filme dönüşmüştü. Bu bağlamda
Interstellar’ın sunduğu gelecek tasviri ve teorilerin ilerleyen yıllarda
nasıl bir gerçekliğe dönüşeceği bilinmez ama zamanla çok daha değer
kazanacağı aşikar.
Son 3 yılda birbirinden iyi performanslara imza atarak kariyerinin
zirvesini yaşayan Matthew McConaughey yine çok başarılı ve kesinlikle film
için doğru bir başrol tercihi. Filmin duygusunu çok iyi yakalıyor ve
dramatik sahnelerde oyunculuğu iyice yükseliyor. Anne Hathaway, Matthew’ın
yanında iyi bir partner olarak üzerine düşeni yaparken, Jessica Chastain
ve Casey Affleck kendilerine ayrılan süre içerisinde tutarlı bir
performans sergiliyorlar. Belki McConaughey gibi yükselmelerine olanak
tanıyacak sahneleri yok fakat filme yakışıyorlar. Michael Caine ve Ellen
Burstyn kısa rolleriyle yıllar geçse de etkileyiciliklerden hiçbir şey
kaybetmediklerini yine kanıtlıyorlar. Filmin oyuncu kadrosunda adı
yazmasına rağmen varlığı karşımıza çıktığı anda sürpriz hissiyatı yaratan
Matt Damon ise bildiğimiz Matt Damon. Oyunculuğundan ziyade ismiyle ve
karizmasıyla filmdeki “sürpriz karakter” işlevini başarıyla yerine
getirmiş oluyor.
Christopher Nolan, Inception gibi bir başyapıtın ardından Batman serisine
yakışmayan bir final olan The Dark Knight Rises’a imza atarak hayranlarını
üzmüştü. Interstellar ise Nolan’ın yeni başyapıtı olarak hem kendini
affettirmesini sağlıyor hem de sinema tarihinin en iyi bilim kurgu
filmleri arasına adını yazdıran özel bir film olmayı başarıyor. Dehasını
bir kez daha kanıtlayan Nolan’dan yeni başyapıtlar bekliyoruz!]

Interstellar filminin eleştirisi
Kerem Akça - 7 KASIM 2014
“Akıl Defteri” ve “Başlangıç” gibi şimdiden sinema tarihindeki yerini
kabul ettiren başyapıtlarla sevip saydığımız Christopher Nolan’ın en zayıf
filmi bu yıla nasipmiş… “Yıldızlararası”, sadece bilimkurgu sinemasıyla
“Matrix”le tanışan, türün öncesini bilmeyen kitle tarafından ‘mucizevi bir
başyapıt’ ya da ‘yaratıcı bir film’ olarak yorumlanabilir. Ama sinema
tarihinin geçmişini takip edenlerde sürpriz son hedefleyen vasat, kolaycı
ve klişe bir uzay boşluğu filmi ya da teorileriyle kafa şişiren
didaktik/destansı bir uzay yolculuğu etkisi yaratacak. Nolan’ın uzay
boşluğu bilimkurgusunun “2001: Uzay Yolu Macerası” esintili sersemletici
başyapıt “Hayat Ağacı”nın üretildiği çağda ne işi olduğunu çözmek güç.
“Takip” (“Following”, 1998), “Akıl Defteri” (“Memento”, 2000) derken bir
ustanın sinyalleri verilmişti. En azından ‘kara film’ uygulamalarında ve
‘bilinçaltı’ tasvirinde onun adını anacak gibiydik. Ancak zamanla
polisiyelerden sıyrılmak farz oldu. Bellek de bir arka plan nesnesine
dönüştü. İki ‘Kara Şövalye’ (‘The Dark Knight’) filminin, meselesinin
endamı, destansılığı, Shakespeareyen yapısı derken, ciddiye alınmayan
şeyleri entelektüel zeminlere kavuşturma arzusunun sakilliğiyle akılda
kaldı. Ama Nolan eski Nolan mıydı?
BÜTÇELERİ GÖRMEK NOLAN’I DEĞİŞTİRDİ
Açıkçası herkes “Prestij”in (“The Prestige”, 2006), o sürpriz sonu
kovalarken hikaye kurgusuna ince bir ayar verebilen ve izleyeni diken
üstünde tutabilen kıvrak formülünü arıyor. “Akıl Defteri”nin sondan başa
doğru kurgulanmış radikal yapısı aşırı gelecek olsa da, bu şablon çok
mantıklı bir stüdyo işi sunabilir. Ama yönetmen, polisiyede de
bilinçaltının üzerine giden bir kimlik oldu (bkz. “Insomnia”). Her daim,
hafızayı, kabusları, rüyaları kullandı.
Ama mesele ‘Batman’ üçlemesine geldiğinde tıkandı, artık değişim
zamanıydı. Nolan, ciddi olmak, bilinçaltındaki saçmalıkları, seyirciye
aşırı gelebilecek şeyleri devre dışı bırakmak istiyordu. Çizgi roman
uyarlamasından bir terör/gangster öyküsü, Amerikan milliyetçiliğine uygun
bir anti-kahraman çıkartmak istiyordu. Destansılıkla sınavını Hollywood’un
orta damarında verirken, biraz Paul Thomas Anderson ile
bağdaştırılabilecek anlatı metotlarını izliyor, Kubrick’e göz kırpıyordu.
BİLİMKURGU SİNEMASI TAKİPÇİLERİ İÇİN TEKDÜZE KAVRAMLAR
Fakat işin rüya inşaatı bilimkurgusu konseptini yaratan serbest ve özgün
“Başlangıç”tan (“Inception”, 2010) buralara gelebileceğini kimse
bilemezdi. En azından orada da 150 dakikaya dayanan süreye karşın son 45
dakikada dört farklı katmana eşine benzerine zor rastlanacak ustalıklı bir
paralel kurgu eşlik etmişti. Onun kenarlarıysa Oscar’lı ses miksajı ve ses
kurgusunun, değişken ortam seslerini es vermeden bir araya getirme gücüyle
örülmüştü. Burada ise ‘günümüz’, ‘uzay gemisinin içi’ ve ‘uzayın
derinlikleri’ gibi katmanlar var. Ama bunları karman çorman hale getiren,
yer yer ‘uyumlu’ gözükse de genelde üç saate bağlamak için kendini
paralayan bir yönetmenlik geleneği mevcut. Tempo ayarında ciddi sıkıntılar
göze çarpıyor. Formatla oynama arzusu dışında yaratıcı bir hamle
göremiyoruz.
Nolan neyin peşinde? Çözmek zor. Ama zamanla Hollywood’un arzuladığı
Tanrıcı bakışa, didaktik meselelere, kör kör parmağım gözüne mesajlara
giriyor. İyiden iyiye klasikleşip bellek-kurgu ilişkisindeki net
tavırlarını bir kenara bırakarak bayat fikirlerin malzemesi olmaya
başladı. Açıkçası “Yıldızlararası”nda (“Interstellar”, 2014) Kip
Thorne’dan, Einstein’ın izafiyet teorisine yüklenen bir fizikçiden yola
çıktığı söylenen kavramlar çok mu yeni, hayır.
NOLAN HANGİ ÇAĞDA YAŞIYOR?
Ne uzayın derinliklerine yolculuk yapmak, orada bir yaşam formu ve dönüşüm
aramak, ne ‘kara delik’, ne ‘quantum fiziği’, ne ‘paralel evren’, ne
‘yerçekimi’, ne de ‘solucan deliği’ görmediğimiz şeyler değil. Üstelik
günümüzde bir “Matrix” (“The Matrix”, 1999) çağı atlattıktan sonra
“Kaynak” (“The Fountain”, 2006), “Bunraku” (2010), “Bay Hiçkimse” (“Mr.
Nobody”, 2009) gibi türe başyapıtlar armağan edilmişti. “Avatar” (2009) ve
“Başlangıç”ın açtığı A sınıfı bilimkurgunun altın çağında ise şu sıralar
üretim çeşitliliğine adapte olma dönemindeyiz.
“Bulut Atlası” (“Cloud Atlas”, 2012), “Tetikçiler” (“Looper”, 2012),
“Elysium: Yeni Cennet” (“Elysium”, 2013), “Snowpiercer” (2013), “Labirent:
Ölümcül Kaçış” (“The Maze Runner”, 2014) gibi çok sağlam bilimkurgu
filmleri üretiliyor. Bunlara radikal bilimkurgu animasyonları ve melez tür
örnekleri de ekleniyor. Artık 1968’de “2001: Uzay Yolu Macerası”nın
(“2001: A Space Odyssey”) yaptığı gibi, sıkıcı uzay boşluğu portrelerine
felsefe katmak, uzayın derinliklerinden bir vizyon aşılamak, devrimci bir
üslup inşa etmek gerekmiyor. Üstelik onun izinde ilk olarak “Doppelgänger”
(1969), “The Andromeda Strain” (1971), “The Black Hole” (1979) gibi
eserler üredi. Bu belirgin etki “Görev: Mars” (“Mission to Mars”, 2010),
“Uzaydaki Dehşet” (“Pandorum”, 2009), “Ay” (“Moon”, 2009), “Hayat Ağacı”
(“The Tree Of Life”, 2011) gibi filmlere kadar uzandı.

DESTANSI FİLMLERDEN HARD BİLİMKURGUYA
Açıkçası yeni milenyumda uzay boşluğu tanımı da, bilim adamı tanımı da,
astronot tanımı da değişti. Sözgelimi, bir teknisyenin elinde bilgisayarla
çeşitli teorilerin peşine düşmesi çoktan klişeleşti. İşin ‘hard
bilimkurgu’ ambalajına yedirilmesi ise çok manalı değil.
“Solaris” (“Solyaris”, 1972), “Mesaj” (“Contact”, 1997) ile “İşaretler”i
(“Signs”, 2002) akla getiren ilk bölüm Büyük Bunalım dönemindeki Toz
Çanağı felaketinden esinlenmiş. Ama buradaki etkileyici portre ve katmanlı
renkler Hoyte Van Hoytema vizyonuyla sunuluyor. Spielberg usulü
muhafazakar aile tablosu, baba-kız ilişkisinden besleniyor.
FİLMİN SÜRPRİZLERİNİ ‘MESAJ’I İZLEYENLER KOLAYLIKLA ÇÖZECEK
Açıkçası fizik uzmanı Kip Thorne’un da itiraf ettiği gibi filmin ‘solucan
deliklerinden yapılan zaman yolculuğu’ ya da ‘yıldızlararası yolculuk’
fikri 1997’de çekilen “Mesaj”dan alınmış. Carl Sagan’ın o filme kaynaklık
eden 1985 tarihli romanı, uzaylı bir yaşam kaynağı olduğunu iddia eden bir
bilim kadınının (ona aşık olan Hıristiyan filozofu da Matthew McConaughey
canlandırıyordu) izini sürmüştür. Finaldeki ‘uzayın derinliklerinde zaman
buradakinden daha yavaş geçiyor, böylece dünyada insanlar çabuk
yaşlanıyor’ hamlesiyle iz bırakmıştı.
Nolan, filmin çatısını bu numaranın üzerine kuruyor. Açıkçası
McConaughey’nin canlandırdığı Cooper’ın uzay görevine aceleci bir şekilde
çıkması sonrası, kızıyla yaşayacağı etkileşimi “Mesaj”ı izleyenler
kolaylıkla çözüyor. Bu noktada uzay gemisinde yolculuk sırasında devreye
‘kara delik’, ‘yerçekimi’, ‘quantum fiziği’, ‘izafiyet teorisi’ gibi
kavramları inceleyen ders seansları giriyor. Christopher ve Jonathan Nolan
belli ki meseleyi kolaylaştırmak ve düşünsel bir tanım yaratmak için bu
kolaycı yolu seçmiş. Seyirciyi ilkokul öğrencisi yerine koymuş.
O HANTAL ROBOTUN NE İŞİ VAR ORADA?
İşin doğrusu bu orta bölüm “Yerçekimi”nin (“Gravity”, 2013) üç boyutu
kaldırınca manasız duran uzay portresinden daha zayıf. Zamanla “2001: Uzay
Yolu Macerası”ndaki evrenin derinliklerine yolculuk edip oradaki paralel
evrenleri, farklı boyutları görme algısı canlanıyor. “2001: Uzay Yolu
Macerası”nda Keir Dullea’nın sonsuzluğa doğru yaptığı seyahat ve onun
sonuçları akla geliyor. Baştan itibaren beliren TARS adlı gelişmiş konuşan
robot, tasarım şekliyle Kubrick’in filmindeki monolit TMA-1’yı konuşan
bilgisayar HAL 9000 ile birleştiriyor sanki.
Ama fazlasıyla hantal çizilmesi bilimkurgu filminin yetişkin kitleyi
yakalama arzusunu ortaya koyuyor. Açıkçası derinliklere ilerlerken de çok
görmediğimiz şeyler olmuyor. Elbette “Aya Seyahat” (“Destination Moon”,
1950), “First Men on the Moon” (1964) gibi ay yolculukları canlanmıyor.
“Esrarengiz Yolculuk”un (“Fantastic Voyage”, 1966) uzay gemisinde küçülüp
kaybolan astronotlarının trajik durumu yer yer akla geliyor. Ama esasen
“Boşluktaki Kahramanlar” (“The Right Stuff”, 1983), “Apollo 13” (1995)
gibi uzaya yapılan gerçekçi astronot yolculuklarının dokunaklı temsilleri,
sevgiyi her şeyin önünde tutmaları Nolan’ı etkisi altına almış belli ki.
‘THE BLACK HOLE’ 1979’DA ÇEKİLMEMİŞ MİYDİ?
Kara delik deyince ise Gary Nelson imzalı, Maximilian Schell’in
korkutuculuğundan beslenen uzay kabusu “The Black Hole” hatırlanıyor.
Uzayın derinliklerinde kaybolan, kara deliğe düşen bir uzay gemisini ele
alan eser “2001: Uzay Yolu Macerası”nın geleneğinden eli yüzü düzgün bir
iştir.
Final bölümünde ise sanki evrim teorisi üzerine “Görev: Mars”ta (“Mission
to Mars”, 2000) gördüğümüz klişe De Palma hamlesi, her şeyi açıklayıcı
sona bağlama kolaycılığı 14 sene sonra hiç kaybolmamış gibi canlanıyor.
‘Önceki iki saat civarı kısımda neler oluyor?’ sorusu cevaplanamıyor.
İçimizden ‘De Palma yapınca kötü, Nolan yapınca mı iyi?’ demek geliyor.
NOLAN’IN EN ZAYIF FİLMİ
“Yıldızlararası”nın eksiği Wally Pfister midir bilinmez. Ama Hans
Zimmer’ın yaylı çalgılardan beslenen ve hiç durmayan ezgileri filme bir
ruh katıyor. Jessica Chastain, az gözükmesine karşın iz bırakırken,
Matthew McConaughey de fena değil. Film, Oscar’da ‘En İyi Müzik’ başta
olmak üzere ‘En İyi Ses Miksajı’ ve ‘En iyi Ses Kurgusu’ dallarında da
favori. ‘En İyi Kurgu’da ise heykelcik için önemli rekabetçilerden biri.
Ama bir şekilde 160 milyon dolarlık bir hayal kırıklığına dönüşüyor.
“Hayat Ağacı” gibi ‘2001’ modelini yeryüzüne transfer eden bir dahiliği,
“Uzayda Dehşet” ve “Ay” gibi o kaynağı hakkıyla kullanan eserleri mumla
aratıyor. “2001: Uzay Yolu Macerası”, “Maymunlar Cehennemi”, “Solaris”
gibi uzayda kaybolan, yaşam mücadelesi veren astronot klişesini özgün bir
yaklaşımla kavrayıp formül ya da alt tür yaratan yapıtlar aklımızın
ucundan bile geçmiyor.
“Yıldızlararası”, tekdüze kavramlarla ilerleyip geçen seneki
“Yerçekimi”nin üç boyutlu Disneyland gösterisi kıvamının bir benzerini
canlandırıyor. Nolan’ın en zayıf filmi iki ‘Kara Şövalye’ (‘The Dark
Knight’) uyarlamasının hemen altına yerleşiyor. Yönetmenin “Başlangıç”tan
sonra bir daha toparlanamayacağına dikkat çekiyor.
-----------------------------------------------------------------------------------------
Christopher Nolan’ın Ustalık Eseri –

Interstellar/Yıldızlararası
Interstellar… Fonetik olarak etkileyici ve anlamsal olarak iddialı bir
isim olmakla birlikte farklı bir isim daha uygun olabilirdi sanki. Peki
ne?
Christopher Nolan’ın iddialı filmografisinin son ve sanırım bu en başarılı
öğesi bünyesinde barındırdığı pek çok özelliği ile bir başyapıt sunuyor
izleyicilere.
Yakın gelecekte geçen öykü, besin kaynaklarının tükenmesi ile karşı
karşıya olan insanlığın yaşayacak yeni bir gezegen bulup oraya göç etmek
için giriştiği büyük bir macerayı, çok çeşitli yönleri ile anlatırken
insanlığın birikimine ve günümüzde içinde bulunduğu duruma paralel olarak
öyle bir senaryo kurguluyor ki etkilenmemek zor.
Bir noktada bu filmi izleyip eleştirisini yapmanın filmin senaryosunu
yazmak kadar zor olduğundan bahsetmekte fayda var. Çünkü Christopher ve
Jonathan Nolan ikilisi, kendi kuralları içinde kurdukları evrende
akıllarına gelen tüm konu başlıklarını senaryoya kesin bir formülasyon ile
özümsetmeyi başarmışlar. Ve hemen belirtelim kendi kurdukları evrenleri
günümüz biliminin teorize ettiği evrenin kurallarına da oldukça bağlı bir
şekilde tasarlanmış.

Bilim başlığında devam etmek gerekirse filmin ana öğesi olan zamanın
–özellikle uzay zaman- mahiyeti etrafında dolaşan olay örgüsü,
yabancılaştırma etkisini olabilecek en uç sınırlarda vermeyi başarmış.
Örneğin bir kara deliğin etki alanının hemen dışındaki bir gezegende geçen
her 1 saatin 7 yıla tekabül ettiğinin dile getirilişi bilimsel bir keyif
olarak algılanabilecekken; sadece ayak bilekleri seviyesinde su ile kaplı
bu masalsı gezegenin yüzeyinde birden ortaya çıkan dağ gibi dalgalardan
kaçıp gemilerine geri dönen mürettebatın nöbetteki arkadaşlarını 23 yıl
yaşlanmış olarak görmesini izlemek, normallik algısını alt üst edebiliyor.
Yine günümüzde teorik olarak anılsalar da gelecekteki rotamızı
belirlediğini rahatlıkla söyleyebileceğimiz birçok bilimsel olgunun filmde
başarıyla cisimleştirildiğini ifade etmek gerekli.
Çekim kuvvetinin zaman üzerindeki etkisinin bir başka çekim kuvveti olan
sevgiyle eşleştirildiği duygusal dünyasıyla da, Yıldızlararası
benzerlerinden ayrılıyor. Burada aslında ciddi bir görecelilik sözkonusu.
Şöyle ki, bu türün başat eseri olan “2001 Bir Uzay Macerası”’nın
hissettirdiği yabancılaşmayı aynıyla hissettirebilen filmin duygusal olay
örgüsü; bir tür gişe hilesi, popülerleştirme veya ilgiyi yayma olarak
tanımlanabileceği gibi, filmin ana konsepti içindeki yerçekimi/sevgi
konsepti bağlamında da değerlendirilebilir. Bir başka deyişle film,
bilinçli olarak bu yabancı dünyayı insan olarak algılatmayı seçmiş
olabilir.
Yıldızlararası, zamanın göreceliği ve insan ruhu ile ilgili bu özellikleri
ile dini ve felsefi okumalara da oldukça açık. İzleyicilerin okumasına
göre değişebilecekse de, Christopher Nolan’ın filminde hissettirmek
istediği insan üstü bir hava var. Temelde kurgudan ziyade ambiyansa dayalı
bilimkurgu eserleri iki eserin görsel geleneğini izlerler. 2001 Bir Uzay
Macerası ve Bıçak Sırtı. Felsefik ve yüce temalar ilk filmin bakış
açısından anlatılmaya çalışılırken, daha güdüsel, egosal ve erotizme kayan
insan bazlı senaryolar Bıçak Sırtı perspektifinde gösterirler kendilerini.
Yıldızlarası açık şekilde 2001 Uzay Macerası’nın izinden yürüyerek
seçimini belli ediyor.
Bir film olarak bilimsel konseptler kadar uzay cisimleri ve astro fizik
yasalarının görselleştirilmesi sorumluluğunu da taşıyan Yıldızlararası’nın
bu sorumluluğu, bir şölene çevirerek taşıdığını da ifade etmek gerekiyor.
Satürn’ü izlerken Venüs’ün hak etmediği bir ismi taşıdığını hissetmemek
mümkün değil örneğin. Üç boyutlu solucan deliği, yabancı gezegenler ve
karadelik Gargantua hep bu başlık altında irdelenebilir. Zalimce
simetrisiyle kütüphane sekansları da sinema tarihinde unutulmaz bir yer
edinecektir kuşkusuz.

interstellar-saturn
Filmin; bilim, din ve felsefe gibi, konu ile ilgilenen tüm ana
disiplinlerin uzunca bir süredir zaten konu edindiği birçok bilgiyi tekrar
ifade ediyor olması sebebiyle de, yukarıdaki iki paragrafta incelediğimiz
kurgusal ve görsel başarısının yine film açısından ne kadar önemli
olduğunu, daha doğrusu filmi film yapan öğe olduğunu belirtmemize gerek
yok. Sonuçta ne kadar başarılı olsa da bu bir film ve yeni bir şey
keşfetmiyor.
Yine filmde B Planı olarak adlandırılan bir tür genetik kolonileşme ile
paralel olarak; filmin bugüne kadar konu hakkında derlenmiş bilimkurgu
edebiyatı, sineması ve popüler tarih külliyatından da bilinçli bir şekilde
beslendiğini görebiliyoruz. Kısaca ifade etmek gerekirse ciddi bir birikim
konuluyor izleyicinin önüne. Yukarıda bahsi geçen iki filmin yanında
Solaris, 2010, Event Horizon, Contact gibi filmler ile Wells ve Clarke’ın
bazı konseptlerinden de öğeler taşıdığı görülebiliyor.
Oyuncular genelde filmin atmosferinin önüne geçmeyen başarılı
performanslar ortaya koyarken, özellikle Matt Damon’un kendi küçük
parçasında karakteriyle özdeşleşmiş üstün bir performans gösterdiğinden
söz etmemiz faydalı olacaktır. Filmin atmosferinin kurulması açısından
değerlendirilmesi gereken en önemli bir katkı da kompozitör Hans
Zimmer’den gelmiş. Yönetmen Nolan’ın amaçladığı yücelik duygusunu adeta
bilinçaltımıza veren temalarıyla Zimmer bir kez daha çağımızın en iyisi
olduğunu kanıtlamış.
Filmin mutlu sonu da nasıl değerlendirmek istenirse öyle
değerlendirilebilecek öğelerden. Klasik bir gişe numarası olarak
algılanabilecekse de, ben şahsen eğlenceli ama sığ Man Of Steel’in istese
bunu tekrarlayabilecek yapımcı/yazarından bu sefer farklı bir mesaj
aldığımı ifade etmeliyim. Şahsi fikrim, filmin bir tür dünya/ahiret
alegorisi ile bilinçli olarak böyle kotarıldığı yönünde. Ölmekte olan
dünyadan ayrılan Cooper’ın kara delikte sona eren macerasının yeniden
başladığı yerin bir tür cennet olması, filmin içinde sürekli olarak
vurgulanan Lazarus teması ve daha düşük profilde 2001’den farklı bir film
olduğunu görevde kendilerine eşlik eden iki yapay zekanın sadakati ile
belli etmesi; filmin motivasyonunun en başından beri insanı hayrete
düşüren, yüce ama her halükarda insani bir macera sunmak olduğunu
gösteriyor.

Bu tezi kuvvetlendiren ve yönetmenin burada aldığı bir risk paketi de dile
getirilmeye değer. Christopher Nolan, oldukça uzun olmakla birlikte
temposunu gayet başarıyla kotardığı bu filmde birbirine bağlı iki kritik
karar vermiş gibi görünüyor. Birincisi filminde, izleyicileri avlayacak
klasik bir climax sekansı olmaması ve ikincisi de climax yerine seçtiği
sekansın eleştirmenleri ya da tarihi avlayacak derecede görkemli bir
yabancılığa büründürülmeyerek, bunun yerine platonik denebilecek bir
sevgiyi yerleştirmesi. Bu durumu şifreli şekilde, gargantua’nın monolith
epiğinden uzak resmedilişi ve yıldız bebeğinin yerine tokalaşmanın ikame
edilmesi şeklinde ifade edebiliriz.
Bununla birlikte başta da belirttiğim üzere; aylarca düşünülmüş, uzmanlara
danışılmış, büyük maddi risk taşıyan böyle bir projenin arkasında tam
olarak nasıl bir düşünce olduğunu speküle etmek filme olduğu kadar
eleştiren kişiye de haksızlık olur. Bu haksızlığı yapmadan kısaca
özetlemem gerekirse; kendi içinde olduğu kadar bilinen fizik kuralları
içinde de oldukça tutarlı, bir meselesi olan, büyük bir zanaat ve bence
özellikle yönetmen açısından en önemli öğe olmak üzere egodan arınmaya
çalışmış yüksek bir sanat eseri ile, yani bir başyapıt ile karşı
karşıyayız. Bu, “özetlediğim” üzere benim fikrim, diğer konudaki fikrim
ise şöyle;
Örneğin Relativity olsaydı daha iyi olmaz mıydı?

Gerçekçi Bir Bilim Kurgu
Christopher Nolan’ın finansörlüğü ve yönetmenliğini yaptığı film
Terstellar son yıllardaki en iyi bilim kurgu filmlerinden birisi lanse
ediliyor. Çünkü film diğer yapımlara göre teknolojiden yararlanılmasına
karşın kesinlikle sırıtmayan efektler ve kurgu.
J. G. Ballard bilimkurgunun tanımını yaparken tekno tapıcılıktan
kaçınılması gerektiğinden bahseder. Çünkü bilimkurgu sadece teknolojiyle,
uzaylılarla, uzayla alakalı değildir. Bilimkurgu gücünü bizzat içinde
bulunduğumuz ve bilimle açıklanabilecek derecede gerçekçi ortam ve durum
değişimlerinden alır. Alfonso Cuaron senenin en önemli filmlerinden biri
olan ‘Yer Çekimi’nden bahsederken içinde uzay ve astronotlar olmasına
rağmen bu filmin bir bilimkurgu olmadığından ısrarla bahsetmişti.
Yıldızlararası saf bir bilimkurgu, onu söylemek gerekir. Bilimkurgu sık
sık fantastik türlerle iç içe geçer. Interstellar’da bu geçişlilik oranı
da çok düşük. Gücünü tamamen olası bir senaryodan alıyor; Belli olmayan
bir zamanda dünyada toz fırtınaları boy göstermeye başlıyor. Bu fırtınalar
ekinleri kurutuyor. İnsanlık sonuna doğru ilerlerken, birçok kurum da
değerini kaybediyor. Örneğin yıllardır asker yok.
Başkahramanımız Cooper (Matthew McConaughey) eski bir mekik pilotu, yeni
bir tarımcı. Mısır ekerek geçimlerini sağlamak zorunda. Cooper durumdan
memnun değil ama yeni dünyada mesleğinin yeri yok.
Kıtlık var ve uzay hiç kimsenin umurunda değil. Bilmediğimiz bazı
felaketler sırasında bir şehre bomba atmayı reddettiği için NASA
kapatılmış.
Fakat Cooper’ın kızı Murphy’nin odasında bir anomali gerçekleşmekte. İkili
bu anomalinin peşinden giderken birden kendilerini insanlığın son umudu
olacak ekibin arasında buluyor…
Yıldızlararası bu konu etrafında dönerken aslında daha önemli bir şey
yapıyor. Odağına insanı alıyor ve insan hakkında bir bilimkurgu olmayı
başarıyor. Pek çok yerde gözleriniz yaşarabilir mesela. Bilimkurgu teması
altında insan hırsına, insan fedakârlığına ve insan ruhuna göndermeler
yapıyor.
Filmin yönetmenlik tarzıysa ister istemez 2001 ve Gravity gibi filmleri
akla getiriyor. Yönetmen Christopher Nolan 170 dakikalık süresine rağmen
filmi akıcı kılmayı becerebilmiş yine de. Bilime sıkı sıkı bağlı,
mantıksız bir nokta bırakmak istemiyor. Kuantum fiziği, yer çekimi kanunu,
zamanın izafiliği hepsi içinde… Bu tarz filmler ucuz edebiyat diye bir
zamanlar kenara fırlatılan bilimkurgu türüne dahil olsa da sık sık sanat
filmi muamelesi görür seyirci tarafından. Bu kimileri için bir avantaj
olduğu gibi, kimileri içinse bir dezavantajdır. Aksiyon dozu düşüktür,
anlatım üzerine kuruludur. Ama karakterler daha derindir. Mesela
Yıldızlararası’nda karakterlerin birbirleriyle olan bağları çok
hissedilebilir durumda. Özellikle de Cooper ile Murphy arasındaki. Hans
Zimmer’ın müzikleriyse ayrı olay!
Uzun lafın kısası Yıldızlararası bir Arthur C. Clarke bilimkurgusu
tarzında bilimkurgunun hem bilim hem de kurgu kısmının hakkını vermeye
çalışarak yolunu çizen bir film. Görsel efektleri iyi ama görsel efekti
bir heybet aracı olarak kullanmıyor. Hikâye anlatımı açısından Nolan için
cesur bir adım. Ama gayet iyi bir adım!

Interstellar (Yıldızlararası) Film Eleştirisi - 2014
Yıldızlararası - Interstellar filmi 07 Kasım 2014 tarihi itibariyle
vizyona girdi. Biz de ilk günden filmi izledik ve görüşlerimizi bu
yazımızda açıklayacağız.
Öncelikle filmi genel olarak beğendiğimizi ama bazı eleştirilerimiz
olduğunu belirtelim.
Çok uzun olan filmin senaryosu genel olarak başarılı ama yönetmen Nolan'ın
daha önceki yapıtlarına göre daha zayıf. Filmin başındaki olayların
sonundaki olaylarla bağlantısının olması (ve bu bağlantının sonlarda
açıklanması) yine klasik olarak işlenmiş. Filmin akışı ise belirgin bir
tempoda ilerlemiyor. Kimi yerlerde çok hızlı gelişen olaylar kimi zaman
sıkıcı olmaktan kurtulamıyor.
Uzay meraklıları için filmde hemen her şey mevcut. Solucan deliğinden kara
deliklere, öte gezegenlerden göreceliğe, dördüncü beşinci boyutlara kadar
hemen tüm ilgi çekici uzay konuları filmde işlenmiş.

Filmde yer yer çok ciddi bilimsel tartışmalar var. Eğer belirli bir bilgi
seviyesinin üzerinde değilseniz tartışmaları takip etmekte
zorlanabileceğinizi hatırlatalım.
Uzay-zaman, zamanın bükülmesi, karadeliklerin zamana etkileri gibi her
biri çok ciddi bilimsel tartışmaların filmde kendisine yer bulması (ve
neredeyse hepsinin iç içe olması) oldukça ilginç. Ama kimi zaman bu
tartışmalar filmin akıcılığını ciddi anlamda sekteye uğratıyor. Bir çok
şey anlatmak isteyen film çoğu zaman bunu başaramıyor bizce.
Christopher Nolan'ın Başlangıç'ta kullandığı ve büyük tartışmalara yol
açan topaç benzeri bir obje bu filmde de mevcut. Filmin başında oldukça
sıkıcı gibi görünen küçük ayrıntılar sona doğru anlam kazanıyor (her zaman
kazanamıyor, bazıları havada kalıyor).
Filmin aksiyon sahneleri için de temkinli bir yorum yapmak zorundayız.
Film Gravity gibi müthiş bir gerçeklik algısıyla sizi baş başa
bırakamıyor. Ama ortalamanın üzerinde bir görselliğe sahip olduğunu da
belirtmeliyiz.
Filmin kimi zaman ağırlaşan anlatımı, finali vs. 2001: Bir Uzay Destanı
filmini anımsatıyor. Yine konusu itibariyle Mesaj (Contact) filmiyle de
benzerlikler var. Ama ikisinden de birçok açıdan farklılaşıyor.
Filmin müziklerinin ise oldukça başarılı olduğunu söyleyelim. Ama kimi
zaman müzikle sahnelerin uyumsuzluğu olduğu düşüncesindeyiz.
Sonuç itibariyle başarılı sayılabilecek bir uzay filmiyle karşı
karşıyayız. Ama bir başyapıtla değil.

Yıldızlararası (Interstellar): Yeni Dünya’nın kâşifi olmak..
Sezai Ozan Zeybek 22/11/2014
[ Bu yazı filmin bilimsel içeriği, mühendislik boyutu hakkında
değil. Daha ziyade ekoloji politik ve kolonyalizm çerçevesinde eleştirel
bir değerlendirme sunuyor. Filmin kısa hikâye örgüsü şöyle: Dünyanın yakın
geleceği anlatılıyor. Söylenmiyor ama muhtemelen iklim değişikliğinden
ötürü büyük bir dönüşüm yaşanmış. Bir anda bastıran büyük toz fırtınaları
evlere-tarlalara zarar veriyor. Gıda üretimi insanlığın en büyük meselesi
hâline gelmiş. Okullarda 20. yüzyıl, “insanlığın felaket çağı/ müsriflik”
olarak anlatılır olmuş. Amerika Birleşik Devletleri’nin bu süreçte
çözüldüğünü anlıyoruz. (Ama bir tür devlet yapısı belli ki muhafaza
edilmiş.) Geçmişi inkâr eden (misal aya aslında gidilmediğini telkin eden)
yeni bir müfredat-tarih kaleme alınmış. Çiftçilik (en saygın değilse de)
en yaygın meslek hâline gelmiş.
Filmin ilk kısmı antropolojik bir deneysellik, pek çok farklı noktaya
açılabilecek bir kurmaca potansiyeli içeriyor. Ancak bir macera filmi
olarak “kurtuluş”, “umut” temalı ikinci kısım, bilindik mitolojik öğelere,
bir klasik Amerikan hikâyesine dönüşüyor. Amerikan bayrakları (biraz
değişmiş olmasına rağmen sembolü tanıyabiliyorduk) gözümüze sokuluyor; ama
mesele bunla sınırlı değil. Filmin temel hikâye örgüsü Amerika’nın icat
ettiği bir hayli problemli bir geçmiş anlatısına dayanıyor. Buna
keşfedilmemiş toprak/frontier hikâyesi diyeceğim. Şöyle özetlenebilir:
Geçtiğimiz 500 sene boyunca Avrupa’yı kasıp kavuran vebadan, savaşlardan,
baskıdan kaçan milyonlarca insan, yeni (ve boş!) topraklar bulmuş ve
Amerika’da kendilerine “beyaz” bir sayfa açmıştır. (Beyaz, evet, çünkü
Siyahlara açılan sayfa bu değildir.) Bu esnada on milyonlarca yerli
kılıçtan geçirilmiş, telef edilmiştir; ama tarih kitaplarında bunlar hâlâ
bir detay olarak anlatılır. Hattâ kâşiflere övgüler düzülür, Kolomb’un
anısı yad edilir, Amerika’nın kendine uydurduğu “Yeni Dünya” masallarına
inanılır. Amerikan muhayyilesinin en derinlerine sinmiş bu yeni hayat
arayışı, geçmişten kopuş, Yeni Dünya ütopyası vs. filmde de hemen her
yerde vurgulanmış. Bu tarz filmlerin Amerika’dan çıkması, orada
anlatılagelen tarih kurgusuna dayanması elbette tesadüf değil.
Yeni ve boş bir dünya hayali, sömürgeci yayılmanın mitolojisi olarak da
düşünülebilir. Aslında bir şiddet hikâyesidir. Örneğin Kristof Kolomb’un
Arawak yerlileriyle ilgili ilk izlenimi şu olmuş:
“Bunlardan harika hizmetkâr olur. Elli kişiyle
bunların hepsini boyunduruğumuz altına alıp tüm istediklerimizi
yaptırabiliriz.” Kendisine altın bulup getirmeyen yerlilerin ellerini
kestirmiş. 1495 yılında sağlıklı ve iyi durumdaki kadın-erkek-çocuk 1500
Arawak yerlisini esir etmiş, bunlardan beş yüzünü İspanya’da sergilemek
için zorla gemilere bindirmiş, yolda da iki yüzünü telef etmiş.
Fakat “keşfederken” açığa çıkan şiddet bu süreç anlatılırken geri
plânda kalmış; yerini kutlamalara, kendine hayran bir Batı anlatısına
bırakmış. Kolomb’un heykelleri dikilmiş.
Bu esnada Yeni Dünya denen yer de toplumsal muhayyileye farklı
şekillerde sirayet etmiş, misal “el değmemiş cennet” olarak temsil edilir
olmuş. Keşfedilen mekânlar yabanıl, insansız (yahut orada yaşayanlar insan
bile olsa insanlıkları şüpheli, dolayısıyla köle etmeye ve katletmeye
müsait) olarak görülmüş. Topraklar “boş” olarak telakki edilmiş, el
konmuş. Sömürgeciliğin en çok zirve yaptığı dönemde bu dokunulmamış yeni
cennetleri bulma dürtüsü de o oranda artmış. Dolayısıyla boş topraklara
ulaşma, yeni yerlere yayılma, keşfedilmemiş olanı keşfetme, kötü olan
eskiyi arkada bırakma gibi temalar zaten anlatılagelen, işin katliam
kısmını hasıraltı ederek destansı özellikler kazanmış kolonyal hikâyelerin
yeni bir ifadesi. Filme sirayet eden ve sorgulanmadan kullanılan hikâye
kalıbı da bunlardan başka bir şey değil.
Filmde keşif, kutsal bir vazife ve yegâne çözümmüş gibi sunuluyor.
Filmin baş kahramanının ağzından Amerika’yı Amerika yapan birtakım
hasletler anılıyor. Örneğin ufkun ötesini merak etmek… Bu esnada geçmiş
olduğu gibi terk edilebiliyor. Böylelikle ne eşitsizlikle ne zenginliğin
kökenleriyle ne 3. Dünya ile ne de felaketin aslî sorumluları ile
yüzleşmeye gerek kalıyor. Düşününce aslında rahat bir çözüm bu: Oyuncağı
kırılınca onu olduğu gibi bırakıp yeni oyuncağına geçen bir büyük çocuk
var karşımızda sanki.
Bu noktada bir durup başka hikâyelerle bağlantılar kurmak da mümkün.
Örneğin bulunan yeni gezegende hayatın iki kişi ile başladığı
gösteriliyor. (İkisi de Beyaz ve Amerikalı elbette, filmin Siyahî
karakteri işin sonunu getiremiyor, şaşırtıcı değil, yine Beyaz Beyaza
kalınıyor). Bu da bildiğimiz Adem ve Havva’nın hikâyesi. İşledikleri günah
yüzünden cennetten kovulup dünyadaki hayatı başlatmışlardı onlar da. Bu,
artık amellerinden sorumlu tutulacakları yeni bir hayatın başlangıcı
olarak yorumlanabilir yahut işlenen suçun bedelinin ödenmesi olarak…
Malum, cennetten kovulunca insanlar artık iyiyi-kötüyü ayırt etmekle
yükümlü hâle gelmiş. Ama yine de ben geçmişe böyle set çeken “haydi bir
daha” türkülerine pek sıcak bakamıyorum. O yüzden de şu ana kadar
olanlarla yüzleşmektense yeni bir yere kaçarak paçayı sıyırma çabasını pek
de masum bulmuyorum.
Bir de belki Nuh’un Gemisi’nden bahsedilebilir. Ancak Nuh’un Gemisi,
insan soyunun nasıl hayatta kalabileceğine dair daha gerçekçi bir senaryo
sunuyor. Malum, Büyük Tufan’dan sadece insanlar kurtarılmaz, hayvanlar da
alınır gemiye. Bundaki amaç sadece gıda tedariki değildir üstelik, gıda
hâline gelmeyecek canlılar da dahil edilir. Zira insanın (soyut ve
ilişkisiz bir canlı olarak) tek başına olduğu bir dünya tasavvur edilmez.
Filmde böyle bir boyut yok. Başka bir galaksiye kaçmak için kullanılan
gemide hayvan-bitki (döllenmiş yumurta şeklinde dahi olsa) taşındığına
dair bir emare görmüyoruz. Mısır, sadece gıda olarak var.
Ekolojik bir bakış, hiçbir türün “özerk” olmadığını söylüyor bize.
Çiçeklerle arılar, ağaçlarla kuşlar, insanlarla bakteriler hayatı mümkün
kılan bir ilişki içinde. Ortak bir yaşam ancak bu şekilde ortaya çıkıyor.
İnsan bedeninde “kilolarca” bakteri yaşıyor mesela. Asalak değil bunlar,
sindirim sisteminin bir parçası. Yani türler, birbirinden bağımsız bir
“hayatta kalma mücadelesi” sürdürmüyor. 19. yüzyıldan kalma “sadece güçlü
olanın hayatta kaldığı rekabet” anlatısı, evrimin var olan şekillerinden
yalnızca biri; gücün başka hâlleri de var. Hayatta kalmak pek çok tür için
(rekabetten ziyade) dayanışma ağları kurmak, ortakyaşamcı (symbiotic)
ilişkiler geliştirmekle mümkün oluyor. Filmde bunun yerine ilişkisiz, daha
doğrusu varlığını diğer türlerden bağımsız olarak hayal edebilen;
Aydınlanma düşüncesine dayalı bir insan algısı çıkıyor karşımıza.
Anlaşılan insan gittiği yeri tek başına fethedecek. Filmin posterleri de
bu kanaati güçlendiriyor. Kendine aradığı yeni ev, diğer türlerle ilişki
üzerine kurulu değil, tamamen insanlarla (ve insana tâbi robotlarla)
sınırlı bir toplumsallıktan ibaret olacak.
Toparlayacak olursak, Yıldızlararası zaten aşina olunan mitolojik
temaları pahalı bir bütçeyle yeniden işliyor; gişe başarısı da kısmen bu
aşinalıktan geliyor. Sinemalar yeni hikâyeler anlatır gibi gözükse de eski
masal temalarını tekrarlayabildiği oranda başarılı oluyor. Vladimir Propp‘un
Masalın Biçimbilimi kitabında belirttiği şemalar (örneğin zor bir
problemle uğraşan genç Murph’e babasından “sihirli” denebilecek bir yardım
gelmesi) bu bilindik kalıpların ne kadar etkili olduğunu gösteriyor.
Masalların, çocukların hayatta zorluk yaşadığı bazı meseleleri (büyümek
olabilir, kötülükle baş etmek olabilir) yumuşatmak gibi, hâlleşilir kılmak
gibi bir vazifesi var. O yüzden iyi sonla bitmeleri elzem. Bu film de o
anlamda bize kendimizi iyi hissettirecek bir masal anlatıyor. Demek ki bir
büyük felaketle karşı karşıya olsak da hayatta açılacak yeni sayfalar, her
zaman gidilecek boş topraklar bulunur. God Bless America, ne diyelim! ]
--------------------------------------------------------------------------------
ALİ KOCA
7 Kasım 2014, Cuma
[ Christopher Nolan’ın ilk kez bilim-kurgu evrenine daldığı Yıldızlararası
/ Interstellar, temelde Kubrick’in klasik filmi 2001: Uzay Macerası’ndan
beslense de farklı bir yol izliyor. Filmi IMAX haliyle izlemek,
sinemaseverler için bulunmaz bir deneyim.
2000 sonrası için söylersek, filmleriyle seyirciyi heyecanlandıran sayılı
yönetmenlerden biri Christopher Nolan. Onun filmlerinde, oyuncu kadrosu
veya hikâyeden ziyade Nolan ismi seyircide belli bir beklentiye yol açıyor
artık. Henüz ‘Nolan sineması’ diyebileceğimiz bir külliyata ulaşmasa da
kendine özgü bir anlatım dili olduğu şüphe götürmez. İllaki bir niteleme
gerekirse, sinemanın gerektirdiği derinlik, katman ve felsefî unsurları
ihmal etmeden ‘gişe canavarı’ (blockbuster) filmler çeken bir anlatım
ustası denebilir Nolan için. Erken ve biraz da aleyhine işleyen bir
şekilde Stanley Kubrick ile kıyaslanması ise onun talihsizliği. Bu olumsuz
kıyaslama sebebiyle Hollywood’da açtığı alan, seyirciyi heyecanlandıran
bir yönetmen olması, anaakım sinemaya getirdiği yeni soluk gibi çok önemli
özellikleri göz ardı ediliyor.
Yıldızlararası / Interstellar ile Christopher Nolan, ilk kez bilim-kurgu
sularına yelken açıyor. Yakın bir gelecekte dünya üzerindeki hayat sona
ermek üzeredir. Tarım alanları giderek yok olduğu için insanlar açlık
tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu yüzden, bütün teknolojik yatırımlar
durdurulur ve tarıma ağırlık verilir. Eski bir uzay pilotu olan Cooper (Matthew
McConaughey) da bu sebeple devlet tarafından çiftçiliğe yönlendirilmiştir.
Küçük kızı Murph’ün (Mackenzie Foy) odasındaki garip işaretlerin izini
süren Cooper, gizli bir bilim üssü keşfeder. Burada, bir zamanlar birlikte
çalıştığı Prof. Brand (Michael Caine) ile karşılaşır ve kamuoyundan
gizlenen bir uzay projesinde yer alması için teklif alır. İnsanları
taşımak için uzayın derinliklerinde yaşama uygun yeni gezegenler
araştırılmaktadır. Cooper, ailesini kurtarmak için bu keşif gezisine pilot
olarak katılmayı kabul eder ve yıldızlararası yolculuk başlar.
CHRISTOPHER NOLAN’IN 2001’İ
Yıldızlararası, açık bir şekilde Kubrick klasiği 2001: Uzay Macerası’nı
temel alıyor, ondan besleniyor. Fakat bu bir taklit ya da özenti değil;
Nolan kendi 2001’ini çekmeye soyunuyor. Bunu yaparken Kubrick’in
azaltmaya, sağaltmaya çalıştığı ne varsa köpürtüyor, kabartıyor. 2001’in
aksine, çok geveze bir film Yıldızlararası. Eh, 21. yüzyılın Uzay
Macerası’ndan da bu beklenir! Kara deliğin içinden geçip başka bir
galaksiye giderek orada yaşanabilir yeni bir dünya keşfetme fikrini
seyirciye kabul ettirmek için o kadar çok ve mükerreren bilimsel argüman
öne sürülüyor ki, artık bir noktadan sonra “Tamam, inandık!” demek zorunda
kalıyorsunuz. Ne yazık ki bu teslimiyet, bir ikna değil, icbar hali.
Halbuki Kubrick, daha Ay’a çıkılmamışken (1968), neredeyse hiçbir bilimsel
açıklama yapmadan ama bilimsel gerçeklere uygun bir şekilde Ay’a
gidileceğine, hatta bir karadelikten geçileceğine insanları inandırmıştı.
Nolan’ın fazlaca kullandığı bir başka ‘tutkal’ ise sevgi. 2001’de
Kubrick’in bir sahne ile üzerinden geçip gittiği uzaydaki bilim adamının
dünyadaki kızı ile görüşmesi, Yıldızlararası’nın ana malzemesi, hatta
teması olup çıkıyor. Kubrick’in ısrarla uzak durduğu özdeşleşme, Nolan’ın
vazgeçemediği bir yöntem. Film, baştan sona Cooper ile kızı Murph’ün
duygusal bağına, oradan Amelia’nın (Anne Hathaway) sevdiği adamın peşinden
gitmesine uzanıyor. Bilimde ne kadar ilerlesek, uzayın derinliklerini
keşfedip karadeliklerden geçsek de bizi hayata bağlayan şeyin sevgi ve
hayatta kalma içgüdüsü olduğunu salık veriyor film. Bu gözle bakınca,
duygusal dozu ve Hollywood söylemine teslim olan yapısıyla Kubrick’ten
ziyade Spielberg’in sinemasına daha yakın duruyor Yıldızlararası.
Bu ‘fazlalıkları’ söylerken şunu da unutmamak gerek; Christopher Nolan’ı
sevdiren ve onu aranan bir yönetmen yapan özellikler aslında bunlar.
Memento’da bellek üzerine çetrefil bir bulmaca hazırlayan, Başlangıç’ta
rüya üzerine bir evren kurup seyirciyi avucunda tutan, Insomnia’da akıl
oyunlarına yönelen, Prestij’de illüzyon vasıtasıyla hipnoza girişen ve
Batman üçlemesinde karaktere varoluşsal bir arıza ekleyip dünya
konjonktürüne dair söylemler katan da aynı yönetmendi. Yıldızlararası’nda
yaptığı da farklı değil: Paralel evren, zaman ve sevgi kavramlarını son
kertesine kadar eğip büküyor, iç içe geçmiş bir yapbozun içine atıyor ve
küçük ipuçlarıyla seyirciye çözdürüyor.
Nolan filmografisi açısından Yıldızlararası, Başlangıç’ın gerisinde.
Seyirciyi şaşırtmayı ve avucunda tutmayı seven Nolan’ın bu ‘zaafı’ filmi
2001’in uzağına düşürüyor. Diğer taraftan, 21. yüzyılın 2001’i de olsa
olsa böyle olur. Alfonso Cuaron’un Yerçekimi de böyleydi; artık
bilim-kurgudan ziyade; uzayda geçen, Hollywood söyleminin taşıyıcısı
filmler izliyoruz. Sinema teknolojisinde bir eşik sayılan Avatar’ın bile
bu türden olduğu düşünülürse sanırım artık insanlığa dair çetin soruları
olan, düşündüren, felsefî bilim-kurguların devri geride kaldı. Artık,
sadece bu zamanın insanına uygun bilim-kurgular var. Yıldızlararası da
bunların göz alıcı, hipnotize edici bir örneği. Bütün bunların ötesinde,
Yıldızlararası’nı -mümkünse- IMAX haliyle izlemek, sinemaseverler için
bulunmaz bir deneyim olacaktır.]
-----------------------------------------------------------------------------------

Interstellar – Yıldızlararası
[ Geçen yıl büyük sükse yapan ve En İyi Film Oscarını “12 Years a Slave”e
kaptırsa da geceden bol ödülle ayrılan “Gravity”nin ardından bu yıl da
benzer temalarda gezinen bir yapıt Christopher Nolan’ın elinden çıktı.
İster istemez de arada bir karşılaştırma hissiyatı doğurdu bu durum.
“Gravity” gibi bir başyapıtın ardından Nolan’ın filminin yaratacağı etki
de merak konusuydu zira “Inception”dan da bildiğimiz üzere kaleme aldığı
senaryolar üzerinde yıllarca uğraşan ve filmografisinden aşina olduğumuz
üzere yönetmenlik becerileri de üst seviyede bir isim Nolan. Belki
“Interstellar” yeni bir “Gravity” olamayacak ama hoş senaryo hamleleriyle
ve müthiş görselliğiyle adından söz ettireceğe benzer.
Karanlık bir gelecek tasvirinin çizildiği filmde, Dünya’da gıda sıkıntısı
büyük sorun olmuş. Ekinler toz fırtınalarından dolayı harap olurken
çiftçilik mesleğine daha fazla rağbet olmasına rağmen zor yaşam şartları
ve toz fırtınaları insanlığın sonunun yaklaştığının da habercisi. Dünya da
buna göre şekillenmiş, teknolojik yatırımlar körelmiş, ordular kaldırılmış
vs. Eski bir mühendis olan, mevcut çiftçilik mesleğinden hiç haz etmeyen
Cooper, büyümüş de küçülmüş kızı Murph’ün de yardımıyla bir takım
koordinatlara ulaşıyor ve buradan eski işverenleri NASA’nın yürüttüğü
gizli bir projeden haberdar oluyor. Bu projeye göre uzayın derinliklerine
yol alacak bir grup insan kendilerine Dünya dışında, insanların
yerleşebileceği bir gezegen arayacak. İnsanları gezegenlere getirmeye
elverişli olunmaması durumunda yanlarında taşıdıkları döllenmiş yumurta
örnekleriyle insan ırkının devamını sağlayacaklar. Ama bu ikinci plan aynı
zamanda Dünya’daki sevdiklerinden de uzak kalacakları ve onları ölüme terk
edecekleri manasına da gelecek…
Bir İngiliz yönetmenin filmine ara ara serpiştirdiği Amerikan
milliyetçiliğini görünce biraz şaşırdığımız “Interstellar”da sık sık
bilimsel bazı kavramlara başvuruluyor ve üç saate yaklaşan süresi içinde
izleyeni koltuğuna adeta çivileniyor. Bunun yanında enteresan konusunu her
ne kadar bilimkurgu olsa da, sırıtmayacak bir biçimde dallandırıp
budaklandırıyor. Uzay seyahatinde Güneş Sistemi’nin dışında Gezegen arayan
bilim insanlarının durakları örneğin, Christopher Nolan standardının biraz
altında olsa da üzerinde çalışılmış ve iyi betimlenmiş yerler. Yani
senaryo aşamasında gösterdiği yaratıcılığı ne yazık ki aynı görkemde
perdeye yansıtamıyor. Ayrıca zaman kavramının göreceliği sonucu bu grubun
yaşadığı çıkmazlar, özellikle Cooper üzerinden bir aile dramı formatında
işlenmiş. Cooper’ın bir gezegende geçirdiği birkaç saatte gerçek hayattan
onlarca yılın gitmesi, ailesinin bu sırada yaşadığı çıkmazlar filmi birden
bir drama doğru sürüklüyor. Yani bilimsel bir veri izleyeni etkileyecek
bir duygusal dalgaya dönüştürülüveriyor. Cooper’ın gerçek hayatta büyüyen
kızının hikayeye dahil olmasıyla ivmesini biraz yitirse de finaline doğru
görsel etkileyiciliğin tavan yapması ve senaryodaki birkaç hoş ayrıntı
“Interstellar”ı birkaç kademe yukarı taşıyor. Belki daha ilginç bir final
filmi unutulmaz da kılabilirmiş. Netice itibariyle yeni bir “Gravity”
değil ama izleyene hoş vakit geçirten, müthiş uzay manzaralarıyla göz
kamaştıran kalbur üstü bir film “Interstellar”. Yazıda da konuyu üstün
körü anlatmaya çalıştım, hakkında ne kadar az şey bilirseniz,
izlediğinizde o denli sevebileceğiniz bir yapıt aynı zamanda, ekleyelim.
Filmin senaryosunda Jonathan Nolan ve Christopher Nolan imzası var. Oyuncu
kadrosunda yıldız aurasını bir türlü rafa kaldıramayan Matthew McConaughey,
Anne Hathaway, “Hayat Ağacı”ndan sonra bahtı yaver giden Jessica Chastain,
etkileyici bir profille Matt Damon, Casey Affleck, Ellen Burstyn, Wes
Bentley ve usta oyuncu Michael Caine var.]
-----------------------------------------------------------------------------

Solucan Delikleri Gerçek Mi?
[
Hazırlayan: ÇMB (Evrim Ağacı)
Solucandelikleri oldukça ilginç bir konsepttir ve teorik fizikçi Brian
Greene, onlarla ilgili 3 temel şeyi bilmemiz gerektiğini söylüyor:
1. Tıpkı bir tünelin, dağın iki tarafını birbirine bağlayarak yolu
kısaltması gibi, solucandelikleri de Evren içerisinde kısayollar
yaratırlar. Tıpkı dağdaki bir tünelden geçmek, sizi dağın tepesine çıkıp
geri inip veya etrafından dolaşıp arkasına ulaşmak gibi bir zaman kaybına
engel olduğu gibi, bir solucandeliğinden geçmek de sizi uzay-zaman
dokusunda gerek konumsal uzay (en-boy-yükseklik), gerekse de zaman
bakımından kaybınız olmaksızın, normalde kolay kolay ulaşamayacağınız
noktalara kolayca ulaşabilmenizi sağlarlar.
2. Solucandelikleri Einstein'ın Genel Görelilik Teorisi sayesinde mümkün
olmuştur. Yani teorik bir temelde mümkündür. Ancak gerçekte var olup
olmadıklarına dair kimsenin en ufak bir fikri yoktur. Ama ola ki varlarsa,
kendi üzerlerine çökmemeleri için yapılarının çok özel (egzotik) bir madde
formuyla kaplı olması gerekir. Yoksa, teorik olarak mümkün olsalar da,
sırf malzeme hatasından ötürü pratik olarak var olamazlar. Dolayısıyla
bunun fiziğin oldukça spekülatif bir sahası olduğunu biliniz.
3. Eğer ki solucandeliklerinin iki ağzı birbirinden farklı hareketlere
sahipse ve farklı kütleçekim alanları dahilindeyse, Einstein'ın Özel/Genel
Görelilik Teorisi devreye girer ve "tünelin" iki ucunun senkronizasyonunun
bozulmasına neden olur. İşte bu sebeple solucandeliğinin iki ucu,
birbirinden farklı zamanlar içerisinde yer alır. Bu da, zaman yolculuğunu
mümkün kılabilir.
Sonuç olarak, solucandelikleri bir zamandan diğer bir zaman ve bir
mekandan diğer bir mekana aynı anda açılan birer tüneller olarak
düşünülmektedir. Bu da, solucandeliğini bir zaman makinası yapmaktadır.
Ancak böyle bir deliğin gerçekten var olup olmadığına dair herhangi bir
fikrimiz henüz bulunmamaktadır.
Unutmamak gerekiyor ki bir şeyin teorik olarak var olması, pratik olarak
var olması ihtimalini elbette oldukça arttırmaktadır; ancak
garantilememektedir. Fakat iyi tarafından bakacak olursak, teorik
olarak var olması mümkün olmasaydı, pratik olarak da gerçek hayatta böyle
bir şeyi görmeyi beklememiz için bir neden olmazdı. Fakat şu anda büyük
bir neden var: teorik olarak mümkünler!
Kaynak: Brian Greene ]
------------------------------------------------------------------------------------
Interstellar - 2014 (Yıldızlararası)
[
“Sevgi ki zaman ve mekanın boyutlarını aşar, algılamaya gücümüzün yettiği
yegâne şeydir,” der Doktor Brand (Anne Hathaway), Yıldızlararası’nın bir
sahnesinde. Fakat Christopher Nolan’ın bu epik bilimkurgu hikayesinde,
kitaplar da boyutları aşıyor. Hatta filmin başlarında Murph (Mackenzie Foy),
kitaplığından düşen ve rasgele savrulduklarını varsaydığımız ciltlerin
şifresini çözmeye çalışıyor. Çünkü bir hayaletin onunla bu yolla iletişim
kurmaya çabaladığını düşünüyor.
Öte yandan Nolan, kitapları şüpheye yer bırakmayacak şekilde, bu amaç için
kullanıyor gerçekten de. Kütüphaneye yerleştirdiği kitaplar filmdeki
karakterlerle ve yarattığı kavramsal dünyayla bir şekilde ilişkili.
Memento(Akıl Defteri) , Inception(Başlangıç) ve Batman Begins(Batman
Başlıyor) gibi filmlerin yapımcısı olan ünlü Christopher Nolan'ın yeni
filmi Interstellar yani Yıldızlararası bu sonbaharın merakla beklenen
filmleri arasında.
Filmde bahsi geçen solucan deliklerinden söz edelim biraz isterseniz.Solucandeliği
ya da Einstein-Rosen Köprüsü;Nathan Rosen ve Albert Einstein tarafından
ileri sürülmüştür.Solucandeliği bilim kurgu ve bilim camiasında uzunca bir
süredir tartışılan bir konudur.Solucandeliği aslında Topolojik bir
vasıftır.Basitce anlatmak gerekirse;uzay çok büyük olduğu için ışık hızına
yakın bir hızla yol almak isteseniz bile bir yıldız sisteminden diğerine
seyahat etmeniz milyonlarca yıl sürebilmektedir.İnsan ömrü göz önüne
alındığındaysa bu süre pek de mantıklı değildir.Bu nedenle bilim insanları
bize bir nevi kestirme yol sunarak solucandeliği sayesinde evrenin bir
ucundan diğerine kısa sürede gidebileceğimizi söylüyorlar.Solucandeliği'nin
bir ucundan girip öteki ucundan çıkıyorsunuz ve kendinizi başka gezegende
buluyorsunuz.
İşte Yıldızlararası tam da bu fenomenin çevresinde dönen bir
filmdir.Filmin hikayesi bir grup cesur kaşifin bu deliklerden birine
gitmeye karar vermesi sonrasında gelişiyor. Bu bilinmeyen boyuta
yapacakları yolculukta, birlikte kalabilmek için verdikleri mücadele her
birini ayrı zorluklarla karşılaştırıyor.Usta yönetmen Christopher Nolan'ın
yazıp yönettiği filmin yıldız oyunculardan oluşan oyuncu kadrosuna sahip.
Eğer sizde Bilim Kurgu hayranıysanız ve Astronomiye meraklıysanız
kaçırmamanız gereken bir film. ]
Neil
deGrasse Tyson, Yıldızlararası (Interstellar) Filmini Yorumladı
Hazırlayan: ÇMB (Evrim Ağacı) - 11 Nov 2014

[ Carl Sagan'ın yüksek başarılı belgeseli Cosmos'un yeni serisinin
sunuculuğunu yaparak büyük beğeni toplayan astrofizikçi, Plüton-düşmanı ve
internet üzerinde "mem" adı verilen esprili fotoğraflara bol bol ilham
kaynağı olan Neil deGrasse Tyson, popüler bilimkurgu filmlerine yaptığı
bilimsel analizlerle de biliniyor. Örneğin, 2013'te vizyona giren Gravity
(Yerçekimi) isimli filme yaptığı yorumları
buraya tıklayarak
okuyabilirsiniz. Tyson, şimdi de, 2014'ün en çok konuşulan filmlerinden
biri olan Yıldızlararası (Interstellar) filminin bilimsel olarak ne kadar
isabetli olduğunu yorumladı. Bunda, filmin baş yapımcılarından Kip
Thorne'un kendisinin de bir teorik fizikçi olmasının etkisinin yüksek
olduğunu söyleyebiliriz. Thorne, film için bir karadeliğin modellemesini
yaparken geliştirdiği denklem seti sayesinde bilime önemli bir katkıda
bulundu. Yani bir bilimkurgu filmi, tam da yapması gerektiği şekilde,
bilime yön verdi.
Daha önceden bilimkurgu filmlerine yaptığı olumsuz eleştirilere kıyasla
Tyson, Yıldızlararası'nı epey bir övüyor. Böylesine bir övgüyü en son
Derin Darbe (Deep Impact) isimli film için yapmıştı. Değerlendirmelerini
Twitter üzerinden aktardığı için çok fazla detaya inilmiyor; ancak eminiz
ilerleyen dönemlerde daha detaylı açıklamalar da yapacaktır. Yazımızda bu
noktadan itibaren filmdeki bazı sahnelerle ilgili bilgilere yer
verilmektedir ("spoiler uyarısı"); dolayısıyla kendi tercihinizle
okumanızı tavsiye ederiz.
Tyson'a göre film, bilimi ve bilim insanlarının çalışmalarını oldukça
yüksek bir isabetlilikle aktarmayı başarıyor. Ancak Tyson her şeyden önce,
filmdeki birçok izleyen tarafından fark edilen bir hataya eğlenceli bir
şekilde dikkat çekerek başlıyor:
"Bir başka gezegendesiniz, bir başka yıldızdasınız, galaksinin bir diğer
kısmındasınız ve iki adam birbiriyle yumruk yumruğa kavgaya giriyor!"
Filmde, bilimsel verileri çarpıtan bir karakterin, diğeriyle ölesiye bir
kavgaya giriştiği sahneler bulunuyor. Bu sahneler gerçekten de akıllarda
astronotların böyle alakasız bir ortamda böyle bir kavgaya girişme
ihtimalini sorgulatıyor. Ancak yine de, çok köklü ve uzun süreli görevler
olduğu ve astronotların canlarını ve ömürlerini ortaya koyduklarını
düşünürsek, böylesi duygu patlamalarının mümkün olduğunu düşünebiliriz
sanıyoruz. Tyson analizlerine şöyle devam ediyor:
"Bir karadeliğin hemen yanındaki bir gezegeni araştırıyorlar. Ben olsam,
karadelikten durabildiğim kadar uzak dururdum."
Tyson, aktörlerin oynadıkları mesleklerle ilgili de dikkat çekiyor:
"Tüm başrol oyuncuları ya bir mühendisi, ya da bir bilim insanını
oynuyor."
Sanıyoruz dikkat çekmek istediği unsur, böylesine kapsamlı bilim
projelerinde görev alan diğer mesleklerden insanların da varlığı. Filmde
buna yer verilmiyor. Ancak Tyson, kendisinin de çok önem verdiği bir
noktaya, kritik bir şekilde parmak basıyor:
"Sadece bilginiz olsun diye söylüyorum: başrolde bulunan ve her biri ya
mühendis, ya da bilim insanı olan karakterlerin yarısını kadınlar
oluşturuyor."
Tyson, daha önceden de dişilerin bilim, teknoloji, mühendislik ve
matematik alanında daha aktif olarak desteklenmesi gerektiğini
vurgulamıştı. Bu noktadan sonra Tyson, filmdeki bilimsel bir doğruyu (ki
bu filmin kalbinde yatan noktalardan birini) vurguluyor:
"Yapımcılar uzayda sıfır kütleçekiminin nasıl, neden ve nerede oluştuğunu
tam olarak biliyorlar."
Bu konuda hatasız olmaları, filmin bilimsel isabetliliğini gösteriyor.
Ayrıca sadece bu da değil, filmin neredeyse tamamının üzerine kurulu
olduğu Einstein'ın Görelilik İlkesi de tam bir isabetlilikle aktarılıyor.
Tyson bunu şöyle yorumluyor:
"Einstein'ın göreli zaman kavramını bugüne kadar hiçbir filmin
gösteremediği gibi deneyimleme şansınız var. Ayrıca Einstein'ın uzay
bükümü kavramını da bugüne kadar hiçbir filmin gösteremediği gibi
deneyimleyebilirsiniz."
Bu, film açısından çok büyük bir başarı olarak yorumlanıyor. Çünkü çoğu
zaman bilimkurgu filmlerinde görselliğe ağırlık verildiği için, bilim
ikinci planda kalıyor. Yıldızlararası'nda ise bundan kaçınılmış. Buna
rağmen, şahane bir görsel şölen sunuyor. Tyson filmi övmeyi bu kadarla
bırakmıyor, bilimsel verilerle de isabetliliğini destekliyor:
"Gerçek evrende de, güçlü bir kütleçekim alanı içerisindeyseniz,
diğerlerine kıyasla size göre zaman çok daha yavaş geçer. Ayrıca filmde,
bir karadelik tarafından yaratılması mümkün olan muhteşem gelgit
kuvvetlerinden kaynaklı muhteşem gelgit dalgaları gösteriliyor."
Tyson, filmin diğer önemli parçalarından biri olan Solucan Delikleri
kavramını da işleyişini isabetli buluyor. Şöyle anlatıyor:
"Uzayda, 3 boyutlu bir portala giriyorsunuz. Evet, herhangi bir yönden bu
portalın içine düşmeniz mümkündür. Evet, buna Solucan Deliği denir."
Tyson'ın gözünden kaçmayan bir nokta ise, Kubrick'in efsanevi filmi "2001:
A Space Odyssey"indeki bir sahnenin tekrarlanmış olması:
"Uyumlu dönüş birleşme manevrası için 2001: A Space Odyssey'dekini tekrar
etmişler. Fakat Yıldızlarası'nda, 100 kat daha hızlı dönüyorlar."
Bundan kastı, bir uzay aracının, kütleçekimini sağlamak için kendi
etrafında dönen bir diğer uzay aracına bağlanması için onunla eş zamanlı
olarak dönmek zorunda oluşu. Filmde, meydana gelen bir patlamadan ötürü
bağlanılmaya çalışılan uzay gemisi olması gerekenden kat kat hızlı
dönüyor. Bu müthiş dönüş hızına uyum sağlamak için, uzay aracına
bağlanmaya çalışan aracı da aynı hızla döndürüyorlar. Böylece göreli
hızları birbirine eşit olduğunda, sanki araçlar birbirlerine kıyasla hiç
hareket etmiyormuş gibi davranılabiliyor.
Sonrasında Tyson, filmin önemli parçalarından biri olan ve son derece
ilginç bir tasarıma sahip, son derece yüksek bir yapay zekaya sahip
robotlarına hoş bir gönderme yapıyor:
"Filmde KIPP isimli bir robot var. Filmin baş yapımcılarından biri de
fizikçi ve ismi Kip. Sadece söylüyorum..."
Nihayetindeyse esprili bir şekilde, 2 tavsiyeyle bitiriyor:
"Eğer ki filmin altyapısını oluşturan fiziği anlamadıysanız, Kip Thorne'un
fazlasıyla okunabilir olan Yıldızlararası'nın Bilimi (The Science of
Interstellar) kitabını tavsiye ederim. Eğer ki filmin kurgusunu
anlamadıysanız, size yardımcı olabilecek bir kitap yok." ]

Interstellar ve Solucan Delikleri
Yazan: Ayşe Berceste Dinçer
[ Christopher Nolan’ın yeni bilim-kurgu filmi Interstellar 7 Kasım’da
vizyona girdi. Uzak yolculuğu konulu filmin başrollerini Matthew
McConaughey ve Anne Hathaway paylaşıyor. Interstellar’da Dünya yok olmanın
eşiğinde. İklim değişiklikleri kuraklığa, dolayısıyla da kıtlığa yol
açmış. Bu sırada uzay-zaman bütünlüğünde (space-time continuum) bir yırtık
keşfediliyor. Uzay yolculuğunu mümkün kılan bu keşfin ardından yaşamın
sürdürülebileceği yeni bir gezegen bulmak ve insan ırkını kurtarmak
amacıyla bir grup araştırmacı yola çıkıyor. Akıllara durgunluk veren
yıldızlar arası mesafeleri nasıl mı kat ediyorlar? Tabi ki solucan
delikleri yardımıyla. Birçok bilim-kurgu filminde galaksiler arası
kestirme yollar olarak karşımıza çıkan solucan deliklerinin bilimsel arka
planını kısaca araştırdım ve sizlerle paylaşmak istedim.
Henüz büyük çaplı uzay yolculukları gerçekleştirmek mümkün değil.
Yıldızlar arası yolculuk yapılamamasının sebeplerinden biri de evrenin
büyüklüğü. Yıldızlar ve galaksiler arasındaki mesafe o kadar fazla ki
bilimsel altyapı ve maddi imkânlar yeterli olsa bile insan ömrü bu
yolculuklar için fazla kısa. Örneğin Dünya’ya en yakın yıldız olan Proxima
Dünya’dan tam 4.22 ışık yılı uzaklıkta. Bu da günümüzün en hızlı uzay
gemisinin 80.000 yılda kat edebileceği mesafeden bile fazla. Solucan
delikleri de tam bu noktada devreye girerek yıldızlar arası mesafelerin
çok daha kolay aşılabileceğini öneriyor.
Solucan Delikleri
19.yüzyıla kadar bir kuvvet olarak bilinen yerçekimini Einstein tekrar
tanımlayarak solucan deliği kavramını bilimin gündemine dâhil etti.
Einstein’a göre yerçekimi bir kuvvet değil, uzay-zamandaki kıvrımlardı. Bu
teori üzerine Albert Einstein ve Nathan Rosen uzayın bazı noktalarda
kıvrılması yani şekil değiştirmesiyle evrende birbirine çok uzak olan iki
noktanın bir araya gelebileceğini önerdiler. Bu tünel benzeri yapılara ise
solucan delikleri (wormhole) adını verdiler. Bir kâğıdın iki ucunu bir
araya getirdiğimizde nasıl en uzak iki nokta aynı noktada birleşiyorsa,
Einstein’ın matematik modeline göre uzay da kâğıt gibi kıvrılabiliyor ve
uzayın farklı noktaları birleşebiliyor.

Solucan Deliğinin Şematik Gösterimi
Uzay yolculuğunun kilit noktası gibi görünen solucan delikleri maalesef
galaksiler arası yolculukları henüz mümkün kılamıyor. Gözlenebilen uzayda
hala bir solucan deliği bulunamadı ve solucan deliklerinin nasıl oluştuğu
hakkında net bir bilgi yok. Teorik fizikçi Wheeler’a göre ise solucan
deliklerinin devamlı oluşup kaybolması mümkün. Fakat Wheeler’ın teorisine
göre bu delikler yaklaşık 10^-33 santim. Yani bırakın bu delikler
aracılığıyla seyahat etmeyi, solucan deliklerinin tespit edilebilmesi bile
çok zor.

Eğer bir deliğin yeri tespit edilebilirse bunun genişletilmesi şart. Bilim
insanları bir solucan deliğinin genişletilmesinin “egzotik madde” ile
mümkün olabileceğini söylüyor. Egzotik madde bildiğimiz maddelerin aksine
negatif enerji yoğunluğuna ve negatif basınca sahip. Bu maddenin sahip
olduğu negatif enerjinin solucan deliğini büyütebileceği ve yapıyı daha
stabil hale getirebileceği öngörülüyor. Egzotik madde teoriye göre evrende
mevcut fakat bu amaçla kullanılabilecek bir egzotik madde örneği henüz
bulunamadı.
Egzotik madde ile solucan delikleri genişletilse bile bu yapıların uzay
yolculuğunda kullanılıp kullanılamayacağı belli değil. Çünkü egzotik madde
yardımıyla stabil hale gelen solucan deliğine egzotik olmayan bir madde
mesela bir uzay gemisi dâhil olduğunda yapının kararlılığı bozulabilir. Bu
durumun sonucunda neler olabileceğini ise tahmin etmek çok da zor değil.
Diyelim ki bir solucan deliği bulundu, genişletildi ve bir uzay gemisi
başarıyla bu yapıdan geçti. Peki tünelin diğer ucunda ne var? Bilim
adamları solucan deliklerinin farklı zamanlarla hatta farklı evrenlerle
bağlantılı olabileceğini öngörüyor. Yani bu kestirme yollar bizi zamanın
farklı bir dilimine veya bambaşka evrenlere götürebilir.
Günümüzde solucan delikleri ile yıldızlar arası yolculuk arasında büyük
engeller var. Fakat evrenin keşfi için solucan delikleri ve daha birçok
metot üzerine çalışmalar yürütülüyor. Interstellar günümüzün bilimsel
gerçeklerinden uzak olabilir ancak uzay yolculuğunu bilimin gündemine
taşıdığını ve filmden sonra uzay araştırmalarına yeterince önem verilip
verilmediğinin konuşulmaya başlandığını düşünürsek bu filmin uzay bilimi
çalışmalarına az da olsa katkıda bulunduğu sonucuna ulaşabiliriz. ]

Interstellar bize ne anlatıyor?
yazan: stefo benlisoy — 18/11/2014
Nihayet gösterime giren Christoper Nolan’ın yönettiği Interstellar
(Yıldızlararası) halihazırda çok sayıda tartışmaya konu olmakta. Okumakta
olduğunuz yazı filmin vesile olduğu galaksiler arası seyahatin bilimsel
olanaklılığı, uzay zamanın özellikleri, kara delikler, görelilik, beşinci
boyut gibi (haddim olmayan) derin tartışmalara girmeyip Nolan’ın filminin
arka planındaki insan doğasına ilişkin varsayımlara ve bunun sonuçlarına
odaklanacak. Interstellar ilk etapta, insanlığın ekolojik felaket ve gıda
krizinin pençesinde kıvrandığı bir dünyayı betimliyor. Atmosferin bileşimi
değişmekte, yeryüzü gitgide ölü bir gezegen halini almakta, insanın evi
olmuş küre, bizzat insanın yarattığı ekolojik krizin pençesinde
kıvranmaktadır. Nolan, belki de yerinde biçimde ölen dünyayı, ABD’de
1930’larda aşırı kuraklığın yol açtığı ve oldukça vahim ekolojik ve
tarımsal sonuçlara sebep olan dönemin ABD kırsalındaki toz fırtınalarına (dustbowls)
göndermelerle aktarıyor.
Kahramanımız Cooper (Matthew McConaughey), çiftçi olmadan önce NASA’nın
uzay programına katılmış bir pilot ve mühendistir. Fakat ekolojik felaket
nedeniyle artık uzay araştırma programlarına katılacak cüretli kâşiflerden
çok kanaatkâr çiftçilere ihtiyaç duyulduğundan, o da bilime ve keşfetmeye
olan tutkusunu içine gömerek toprağına dönmüş ve gezegendeki nadir
ekilebilir ürünlerden birisi olarak kalmış mısır ekimiyle uğraşmaya
başlamıştır. Bu noktada Nolan’ın filmin ilk bölümünde tasvir ettiği post
apokaliptik dünya tablosuna biraz daha odaklanmak gerek. Ekolojik krizin
ulaştığı vahim koşullar içerisinde bir biçimde düzen sağlamak için
toplumsal yaşamda bir dizi değişikliğe gidilmiştir. Krizin pençesindeki bu
dünyada insanlar teknonolojik yenilikler yapmayı, yeni keşifler
tasarlamayı bırakmıştır. Hayatta kalmanın getirdiği çetin zorluklara göğüs
geren insanlık tabir-i caizse göğe bakmaktan vaz geçmiştir. NASA’nın Ay’a
yaptığı yolculuklar Soğuk Savaş sırasında SSCB’yi amansız bir uzay
yarışına sokup mali açıdan zorlamak için uydurulmuş başarılı propaganda
stratejilerinden biri olarak görülmektedir. Sadece uzay programları değil,
ordular da ortadan kaldırılmıştır. Bireysel tutku ve arzular toplumun
genel iyiliği için bir kenara itilmiş, ikincilleşmiştir. Çocukları Tom (Timothee
Chalamet) ve Murph’ün (Mackenzie Foy) öğretmenleriyle yaptığı sohbette
oğlunun üniversiteye gidemeyeceği, notlarının kıt olduğu, babası gibi
çiftçi olması gerektiği, başka bir seçenek için yeterli kaynak olmadığı
söylenince Cooper, “neden artık ordular yok, para nereye gidiyor” diye
sorar. Aldığı yanıt, dünyanın artık mühendislere, kâşiflere, atılımlara
değil toprağa bakan, mevcut kıt kaynakları kullanabilecek bakıcılara (caretaker)
ihtiyaç duyduğudur.
Tüm bu arkaplan bağlamında bir gün Cooper ve bilime ilgisini paylaşan kızı
Murph, NASA’nın “yeraltına” indiğini keşfedeceklerdir. Bu yeraltı
araştırma merkezinde bulunan Profesör Brand (Michael Caine)
başkanlığındaki ekip Nolan’ın yıllar önce eğitildiği projeyi devam
ettirmektedir. Brand’ın amacı Satürn halkalarında keşfedilen ve galaksiler
arası seyahati mümkün kıldığı düşünülen, muhtemelen gelişmiş uzaylılarca
oluşturulmuş bir “solucan deliği” (wormhole) aracılığıyla insanlığa
evrende yeni bir ev bulabilmektir. Brand dünyanın sonunun kaçınılmaz
olduğu ve çözümün yeryüzünde değil gökte olduğuna Cooper’ı ikna eder.
Böylelikle Cooper ailesini bu kaçınılmaz görünen sondan kurtarmak için
yola çıkmayı ve çocuklarını bu sonu belirsiz macera uğruna terk etmeyi
kabul eder. Bu yolculukta ona Brand’ın kızı Amelia da (Anne Hathaway)
eşlik edecektir. Neticede biraz da insanüstü varlıkların el vermesiyle
sayısız badireyi atlatan, katedilmez mesafeleri aşan Cooper ve Amelia,
insanlığa yeni bir ev bulmayı başaracaklardır. Dahası Cooper, galaksiler
arasında yolculuğu olanaklı kılarak geride kalan insanları kurtarabilecek
bir formülün şifresini, uzay zamanın farklı ritimlerde akışı nedeniyle
artık bir yetişkin olmuş kızı Murph’e (Jessica Chastain) aktarmayı
başarır. Cooper mekân ve zaman içerisinde yaptığı bu inanılmaz keşif
yolculuğu sayesinde inanılmazı başaracak, insanlığı kurtaracaktır.
Nolan’ın filminde insanlığın geleceğine ilişkin oldukça “umutlu” bir
hikâye anlattığını söylemek mümkün. Interstellar sınırsız büyümeye,
genişlemeye dayalı sürdürülemez yaşam tarzının, yarattığı “maliyet” ne
olursa olsun sürdürülebileceğini, Amerikan rüyasının ila nihai devam
edebileceğini ima ediyor. Sınırlı bir dünyada sınırsız büyüme ve genişleme
güdüsünün yarattığı sorunların ancak bu dünyayı terkederek, yani daha
fazla büyüyerek, genişleyerek aşılabileceğini vazediyor. İnsanlığın hangi
sınırlarla, engellerle karşılaşırsa karşılaşsın, Cooper’ın kızının
neredeyse son anda galaksiler arası yolculuğu mümkün kılacak kütleçekim
teoremini çözmesi gibi mucizevi bir çözüm bulabileceğine iman ediyor.
Cooper’ın “bir yol bulacağız, her zaman bulduk” derken kastettiği de bu.
Bu noktada bir parantez açarak Nolan’ın filminde uzay zaman içerisindeki
tüm gelgitlere, geçmiş ve gelecek arasında salınımlara rağmen sabit kalan
tek şeyin ABD yaşam tarzıyla özdeş olarak kurgulanmış insan doğasının
kendisi olduğunu söylemek gerekiyor. Filmin en büyük açmazlarından birisi
de bu. Film insanlığın hikâyesine, onun evrimindeki bir sonraki aşamaya
ilişkin söz söylemek gibi iddialı bir işe soyunurken aslında yaptığı şey
tarih dışı ve sabit olarak kurgulanan ABD’li insan tipolojisini kendine
temel almak. Orta batılı aile babası bir çiftçi olan “kahramanımız” Cooper
da zaten bunun cisimleşmiş hali.
Aslında Interstellar’ın ABD demokrasisinin oluşumunu ve alamet-i
farikasını açıklamak için 19. yüzyılın sonunda tarihçi Frederick James
Turner tarafından oluşturulmuş ve sonrasında hayli popüler olmuş meşhur
“sınır” tezinden esinlendiği rahatlıkla söylenebilir. Turner’ın öne
sürdüğü bu teze göre ABD demokrasisi ve bireyciliğinin kaynağı sürekli
genişlemeye ve yeni sınırlara ulaşılmasına dayanmaktadır. Sınır
deneyiminin yarattığı kâşif veya öncü tipolojisi Amerikan ayrıksılığının
ve “yaratıcı enerjisinin” en büyük kaynağıdır. Sürekli genişleyen ve yeni
ufuklara varılmasını sağlayan sınır hattı, Amerikalı kâşif ya da öncülerin
oluşturduğu toplumun karakterini, Avrupalı akrabalarının eski ve köhnemiş
alışkanlık, kurum ve adetlerinden farklılaşmasını sağlamaktadır. Bizde de
Osmanlı kuruluşuna, “uç toplumuna” dair tartışmaları esinlemiş olan bu
tez, Amerikan istisnailiğini açıklamakta uzun süre oldukça popüler
olmuştur. Turner, 19. yüzyılın sonunda bu tezi ortaya attığında,
Amerika’ya dinamik ve yenilikçi karakterini kazandıran bu sınırın
kapanmaya başlamasından ve sınır deneyiminin son bulmasından endişe
ediyordu. Bu noktada hızla Interstellar’a dönecek olursak Nolan’ın filmi
de “sınırın” artık nihai olarak kapandığı düşünülen bir dünya tarihsel
anda başlar. Filmin ilk bölümünde tasvir edilen koşullar erişilecek,
fethedilecek yeni sınırlar ortadan kalktığında Amerikan/insan karakterinin
nasıl bir aşınmaya yüz tutuğunu göstermektedir. Cooper ve arkadaşlarının
bilinemeze yaptıkları keşif yolculuğuysa insanlığın ufkunda tekrar ucu
açık sınırların belirmesine yol açacaktır. Zaten filmde “vahşi batıya”
ilişkin bu sınır mefhumu, yaşamın mümkün olabileceği gezegenlere
ulaşıldığında dikilen ABD bayrakları ya da Satürn halkalarında inşa
edilmiş yerleşimi koruyan askerlere “ranger” ismi verilmesi türünden
göndermeler aracılığıyla akla getiriliyor. Bu anlamıyla Interstellar’ın
bilim kurgunun bir alt türü olan uzay westerninin (space western)
temalarını bolca kullandığı söylenebilir. Uzay westerlerinde sıkça
vurgulanan bir tema uzayın aslında nihai ve sonsuz “sınır” olduğudur. Bu
anlamda Intersteller’da da Cooper sayesinde artık insanın önünde açılan
uçsuz bucaksız sınırlar onun sürekli genişleme, yeni ufukları fethetme
ihtiyacını nihai olarak tatmin edecektir.
Interstellar, insanlığın doğayla ilişkisinde temel bir değişikliğe
gitmeden, bugünkü biçimde varolmaya devam edebileceğini, arkasında koskoca
bir dünyayı “enkaz” olarak bıraksa bile yeni dünyaları fethederek yola
devam edebileceğini vurguluyor. Yaşadığımız gezegenle barışmaktansa, bir
enkaz haline “getirdiğimiz” yuvayı onarmaya çalışmaktansa yeni bir ev
bulmanın, onu fethetmenin tutkusunu öne çıkarıyor. Bu anlamıyla günümüz
ekolojik krizinin, insanlığın mevcut üretim ve tüketim ilişkilerinde ve
egemen toplumsal örgütlenme biçiminde radikal bir değişikliğe gitmeden,
teknolojik çözümlerle aşılabileceği inancıyla tam olarak örtüşüyor.
Kapitalist modernleşme sürecinin şekillendirdiği mevcut toplumun
ilerlemeye ve teknolojinin gücüne sarsılmaz inancını, teknolojinin
fetişleştirilmesi, adeta seküler bir dine dönüşmesi sonucunda insan
toplumunun doğal sınırları teknolojik inovasyonlarla aşabileceğine ya da
hiç olmazsa öteleyebileceğine ilişkin yersiz iyimserliğini paylaşmakta.
Kısacası Interstellar, o tüm cafcaflı bilimsel jargonunun arkasında
insanlığın seçilmiş tür (ya da ABD özelinde konuşacaksak seçilmiş ulus)
olduğunu, önüne çıkacak sorun ve doğal kısıtları en nihayetinde bir
şekilde aşabileceğini vaz ediyor. İnsanın ekolojik ve toplumsal
ilişkilerinde köklü bir paradigma değişikliğine gerek olmadığı, doğayı
yönetilebileceğini ve üzerinde denetim kurarak ona galebe çalabileceğini
savunuyor. Hatta en nihayetinde Tanrı, Kader ya da beşinci boyutun
sırlarına vakıf insanüstü varlıkların müdahaleleriyle kurtarılacağımızı,
mucizevi çözümlere bel bağlamakta beis olmadığını aktarıyor. Sözün özü,
toplumsal örgütlenmesi aracılığıyla üzerinde yaşadığı gezegeni, sinema
perdesinde değil gerçek hayatta hızla bir enkaza çeviren insanlık
açısından iç ferahlatıcı olmakla birlikte, onu uçuruma sürüklenmekten
alıkoyamayacak bir sonla hikâyesini nihayetlendiriyor.
-------------------------------------------------------------

Interstallar (yıldızlararası)
Kara delik başrolde
İbrahim Türkmen - 02 Aralık 2014
Nolan’ın son filmi, ilk defa bir kara deliği ve bir solucan deliğini
resmediyor. Artistik bir hayal gücüyle değil, ünlü fizikçi Kip Thorne’un
danışmanlığında, makul teoriler ve en sağlam denklemler ışığında...
Memento, Dark Knight ve Inception gibi her biri IMDb’de en iyi filmler
listesinin üst sıralarında yer alan yapımlara imza atan yönetmen
Christopher Nolan, bu defa Interstellar adlı 165 milyon dolar maliyetli,
169 dakika süren bir bilim kurgu ile izleyicilerin karşısına çıktı.
Bu yazı, bir film kritiği değil. O yüzden spoiler verileceği korkusu
taşımanıza gerek yok. Ne dramatik kurgusu, ne karakter tahlilleri
incelenecek. Interstellar, bu yazı için, bugüne dek doğrudan
gözlemleyemediğimiz kara deliklerin ve sadece beşinci ve daha üzeri
boyutlarda karşılığı bulunan teorideki solucan deliğinin neye
benzeyeceğine dair en gerçekçi ve ayakları en çok yere basan modellemeleri
içerdiği için önem taşıyor.
Interstellar ya da Türkçesiyle Yıldızlararası, gerçekçiliğiyle, bilimkurgu
türünün en müstesna örnekleri arasında yerini alacaktır kuşkusuz. Teorik
fizikçi Kip Thorne’un bilim adamı kimliği ile kollarını sıvayıp işin içine
girmesi bile bu filmi nadide bir eser hâline getirmeye yetiyor. Thorne, bu
filmde gerçekleşen olayların teorik arka planını tasrih eden bir de kitap
yazdı. W. W. Norton & Company tarafından basılan kitap, 336 sayfa ve
filmdeki kurgu ile ilgili bütün kuramları ele alarak, Thorne’un kullanmayı
çok sevdiği tabirle “educated guess” (kitabî veya tam tercümesiyle
eğitimli tahmin) için gerekli çerçeveyi sunuyor.
2009’a kadar Caltech’de profesör olarak görev yapan Kip Thorne’u,
kozmoloji, astrofizik ve kütleçekim fiziğine ilgi duyanlar yakından bilir.
Thorne’un, Einstein’ın genel görelilik kuramının astrofizik alanındaki
uygulamaları üzerine önemli katkıları oldu.
Charles Misner ve John Wheeler ile birlikte kaleme aldıkları 1.200
sayfalık “Gravitation” kitabı, genel görelilik kuramının İncil’i namıyla
ünlüdür. 1994 yılında yayımlanan ve maalesef Türkçeye çevrilmeyen “Black
Holes and Time Warps: Einstein’s Outrageous Legacy” adlı eseri, popüler
bir kitaptı ve “Kara Delikler ve Zaman Sıçramaları: Einstein’ın
Dehşetengiz Mirası” diye çevrilebilecek bu eser, fizik bilmeyenlere genel
görelilik ve kütleçekim gibi zor konular hakkında aşinalık kazandırmayı
amaçlıyordu.
Yaşayan en büyük beyinlerden, kara deliklerin doğası hakkında ufuk açıcı
teorileriyle bilime katkı sağlayan Stephen Hawking bu kitaba bir önsöz
yazmıştı. ALS hastalığından dolayı, gelişmiş bir tekerlekli sandalyede
felce yakın bir hâlde hayatını sürdüren Hawking, 1970 yılının Ocak ayında
Roger Penrose ile birlikte yayımladıkları makalede, tekillik (singularity)
kavramını daha ileri düzeyde kuramsallaştırıyordu. Hawking ve Penrose,
kara deliklerin kütleçekimsel tekilliğe çöktüğünü gösterdi.
Hawking, olay ufkuna yakın kuantum dalgalanmaların enerjisiyle kara
deliklerin radyasyon yaydığını da gösterecekti. Filmde bu kuramlara
dramatik bir kurguya ilişik de olsa epey dokunulmuş. Thorne’un filme
katkısını dikkate alırken, onun Hawking’i yakından tanıyan ve kuramlarını
çok iyi etüt etmiş biri olduğu akıldan çıkarılmamalı.
Thorne, meşhur Carl Sagan’ın da yakın arkadaşıydı. Bilime yaptığı mütevazı
katkılar bir yana, Sagan’ın kozmolojiyi yeni nesillere sevdirmek için
sunduğu devasa hizmetler yadsınamaz. Cosmos adlı belgeseli 1980’lerde
TRT’de gösterildiği için, Sagan, ortalama bir Türk’ün ismini çok bilmese
de aslında aşinası olduğu biri. Yakın zamanda gösterime giren ve hem
içerik hem de görsel olarak görkemli bir yapım, “Cosmos: A Spacetime
Odyssey,” artık hayatta olmayan işte bu Sagan’a bir saygı ifadesiydi.
Belgeselin bu defaki sunucusu Neil Degrasse Tyson idi. 17 yaşında bir kar
fırtınasının esir aldığı bir cumartesi günü Sagan ile tanıştığını
anlatıyordu belgeselin ilk bölümünde. Sagan, bilime meraklı bu delikanlıya
yoğun işlerinin arasında bir gününü ayırmış ve geç vakit onu otobüs
durağına bıraktıktan sonra, fırtına eğer yolları kapatır da evine
dönemeyecek olursa onlarda kalabileceğini söyleyerek, bir kâğıda evinin
telefon numarasını yazıp ona vermişti. “Fizikçi olacağımı biliyordum ama
nasıl bir insan olacağıma o gün karar verdim.” diyordu Tyson.
Tyson, 2013 yılında gösterime giren, başrollerinde Oscar ödüllü Sandra
Bullock ve George Clooney gibi oyuncuların yer aldığı film Gravity’nin
absürtlüğüne dikkat çeken sert yazılar yazmıştı. Ancak Interstellar için
attığı Twitter mesajlarında, bir küçük eleştiri yanında bolca övgü vardı.
Tyson’a göre, Einstein’ın zamanın göreliliği ve uzayın eğriliğini hiçbir
filmin ulaşamadığı ölçüde göz önüne seriyor bu film.
Interstellar bundan fazlasını da yapıyor aslında. İlk defa bir kara deliği
resmediyor. Artistik bir hayal gücüyle değil, makul teoriler ve en sağlam
denklemler ışığında... Thorne’un katkısı burada ortaya çıkıyor.

Filmde, Gargantua adında, Güneş’imizin kütlesinin yüz milyon katı
büyüklüğünde kurgusal bir kara delik var. Rabelais’in bir devin hikâyesini
anlattığı satirik eserinden adını alan bu kara delik, simsiyah bir
gözbebeğini kuşatan dairevî bir ışık nehriyle ve etrafındaki gaz ve tozdan
oluşan yığılım halkası (accretion disc) ile şimdiye dek tasavvur
edilenlerden çok daha farklı, ve doğrusunu söylemek gerekirse, daha
heyecan verici.
Thorne, formüllerle dolu bir tomar hazırlıyor ve bunu filmin görsel
efektlerini yapan Oscar’lı Double Negative firmasına veriyor. Firma bu
formülleri işleyip görsel olarak üretebilecek yeni bir işleyici
geliştirmek zorunda kalıyor. Çünkü mevcut efekt yazılımları için görelilik
kuramlarının mecbur kıldığı kütleçekimsel kırılmayı tasvir etme imkânı
yoktu. Verilerin ve denklemlerin tanımlanması bitip Gargantua’nın
işlenmesine sıra geldiğinde ise süreç çok zorlu geçmiş. Tek bir resim
parçasının işlenmesi 100 saati bulmuş ve bütün işlem 800 terabaytlık bir
veri üretmişti.
Thorne bile nasıl bir şey ortaya çıkacağını bilmiyordu. Sonuçlar kendisine
gösterildiğinde gördüğü şey onun için de hayli şaşırtıcı oldu. “Neden? Ah
tabii ya!” dedi Thorne, kara deliği bir halka gibi kuşatan yığılım diskini
ilk gördüğünde. Oluşan imajda, ışık hızının yaklaşık yüzde 98’i kadar
yüksek bir hızda dönen kara deliğin bir tarafında içbükeylik, diğerinde
ise bir şişme vardı. Yığılım diski, kütleçekimsel kırılım sayesinde iki
farklı görüntü oluşturacak şekilde bükülüyordu. Thorne bu durumu açıklayan
bir bilimsel makale üretti ve böylece film, sadece bilimden istifade
etmemiş, ona katkıda da bulunmuş oldu.
Tek bu değildi filmin katkısı. Double Negative, yine Thorne’un sunduğu
bilgiler ışığında bir solucan deliğini de modellemeyi başardı. Bugüne dek
solucan delikleri genelde içeri doğru vakumlu bir akışın bulunduğu, iki
ucu açık uzun delikler şeklinde tahayyül edilmişti. Interstellar ise
içinden bir uzay aracının geçebileceği kadar büyük bir küre tasvir etti.
Solucan deliği, Einstein denklemlerinin teorik olarak mümkün bulduğu bir
fenomendir, ancak varlığına dair hiçbir kanıt yoktur. En başta, en az
beşinci boyutu gerektirdiğinden, bilinen dört boyutlu uzay-zamanda
tanımlanması kolay değildi. Bununla birlikte, üç boyuttaki bir deliğin iki
boyutta bir daire şeklinde gözükmesi gibi, beşinci boyuttaki bir deliğin
de üç boyutlu evrende hacimli, arkasındaki evrenin görüntüsünü yansıtan
bir kristal küre şeklini alması makul duruyor.
Tabii Einstein denklemleri, solucan deliklerinin gerçekleşmesi hâlinde
bile bunun ancak atom-altı boyutta ve saniyenin milyonda biri bir sürede
kararlı durabileceğini öngörüyor. Thorne’a göre bunu aşmanın ve koridoru
açık tutmanın yolu, negatif kütle kullanmak.
Bilim ve hayal her ne kadar birbirinin karşıtı gibi telakki edilse de,
bilim çoğunlukla hayal gücünün ve spekülasyonun gerçeklikle harman olduğu
bir alan. Öyle de olmalı. Çünkü hiçbir şeyin ışık hızını geçemediği bir
evrenin künhüne nüfuz ederken, çoğunlukla dehaların ehlileşmiş ve
eğitilmiş hayal gücü bize rehberlik eder. Interstellar, hayal perdesinin
görsel imkânlarını kozmolojinin gizemlerini gözetleyen bilim adamlarının
hizmetine sunarak yeni bir açılım yapmış.
-------------------------------------------------------------------------
Interstellar (Yıldızlararası) filim
inceleme
yazan: Umut Karatepe
Sert bilim-kurgu adı konulan, olası teknolojik gelişimleri aksiyon veya
macera değil de, bilimsel spekülasyon ve felsefe için kullanan türü
sinemaya uyarlamak çok zor iş. Bu tarz filmler salonlara safi eğlenmeye
giden genel seyirciye sıkıcı gelebilir, fakat aynı zamanda bilim bazlı
büyüleyici ve karmaşık görselleri elde edebilmek için eğlencelik
“blockbuster” filmlere fırlatılan bütçeye ihtiyacı vardır. İşte bu yüzden
en ünlü yönetmenlerin bile yüksek bütçeli sert bilim-kurgu çekebilmesi bir
mucize, sonuç iyi de olsa kötü de…

Bu mucizelerin arasından türün sınırlarını zorlayan ve bilime bağlı
kalırken sinemanın daha önce gitmediği olağanüstü diyarlara korkusuzca
ilerleyen devrimsel bilim-kurgu filmleri ise tek elle sayılacak kadar
nadirdir. Daha önce bu filmlerin yarattığı dünyaların benzerini hiçbir
yerde görmemiş seyirci ve eleştirmen kitlesi, beynin algılayabildiği
gerçeklere bu denli bir cesaret ile meydan okuyan bir sanat eseri ile ne
yapacağını şaşırıyor tabii. Belki de bu yüzden bu filmler vizyona girdiği
dönemlerde ortalama eleştiriler alıp, ‘saçmasapan’ ve ‘mantıksız’ damgası
verilip bir kenara atılıyor, ta ki on-yirmi sene sonra zamanının ötesinde
birer şaheser olarak taçlandırılıncaya kadar.
1968 yılında Kubrick’in 2001: Bir Uzay Macerası vizyona girdiğinde
seyirciler ve eleştirmenler hem sinema dilini bu kadar zorlayan, hem de
insanlığın olası geleceğini bu kadar detaylı bir biçimde inceleyen bir
film ile ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Bu dönemde filmin ortasında küfür
ederek sinemadan çıkan seyirciler, 2001’i yerden yere vuran eleştirmenler
bulmak zor değildi. Fakat on yıllar sonra Kubrick’in filmi teknik bir
şaheser olarak anılmakla kalmıyor, insanlığın kapsamını ve evrendeki
yerini derin bir dürüstlükle inceleyen filozofik bir sanat eseri olarak da
biliniyor.
Gerçek 2001 yılında vizyona giren Kubrick/Spielberg şaheseri Yapay Zeka
ise özellikle sınırları zorlayan karmaşık finali yüzünden ilk başta
anlaşılmamıştı, bir kenara atılmıştı. Fakat sadece sekiz yıl sonra ilk
vizyona girdiğinde kötü puan veren eleştirmenler bile içinde bulunduğu on
yılın en iyi filmlerinden bir olduğunu kabul ettiler. Gerçek yapay zeka
teknolojisi ilerledikçe o filmin değerinin giderek daha da çok
anlaşılacağını tahmin ediyorum.
Şimdi ise sıra bol bol tartışma yaratma, eleştirmenler ve seyirci
tarafından anlaşılamama, bundan on-yirmi yıl sonra bir şaheser olarak
adlandırılma sırası Christopher Nolan’ın muhteşem, cesur, aşırı kuvvetli
bir biçimde duygusal olduğu kadar karmaşık, ve sinema sanatının
sınırlarını zorlamaktan haz alan modern sert bilim-kurgu şaheseri
Yıldızlararası’nda.
Vizyona girdiği günlerde Yıldızlararası hakkında bir sürü hiddetli
tartışmalar oluşacak. İlk karesinden son karesine kadar hem bilimsel, hem
de duygusal bakımdan bu kadar ağır ve bu kadar cesaret dolu bir yapımın
zaten seyirciyi ikiye böleceği kesin. Bir de bu duruma son yirmi, yirmi
beş dakikanın sinema tarihinde görülmemiş bir ‘öteye’ balıklama dalmasını
akılda tutarsak Yıldızlararası hakkında uzun bir süre konuşacağız gibi
görünüyor. Film daha ABD’de bile vizyona girmeden eleştirmenlerin
bazılarının final hakkında sövüp sayması, benim aralarında bulunduğum
bazılarının ise huşu dolu bir trans ile Nolan’ın cesaretine tapması elde
bu kadar devrimsel bir örnek varken normal karşılanmalı.
Yıldızlararası’nın hikayesi hakkında herhangi bir detay vermek seyirciye
haksızlık olacaktır. Daha ilk on dakikasından sonra bile film hakkında
önemli detayları vermekten ustalıkla kaçınan fragmanların aktardığı hikaye
elementleri bitiyor. Bu bakımdan tek bildiğimiz Matthew McConaughey’in
canlandırdığı Cooper isimli bir pilotun insanlığın geleceğini kurtarmak
için aralarında çok sevdiği kızının da bulunduğu ailesini geride bırakıp
uzaya gitmek zorunda kaldığı. Emin olun, salonlara girmeden önce bu
kadarcık detay ile yetinmeniz yeter de artar.
Bunun dışında senaryonun hiçbir başka detayına dokunmak istemediğim için
Yıldızlararası’nı geçmiş Nolan sinemasının tekniği ile kıyaslayacağım. İlk
olarak daha önce teknik bakımdan mükemmel olmasına rağmen hikaye
bakımından fazla klinik ve soğuk bir havaya sahip olduğuna dair
eleştiriler alan Nolan, Yıldızlararası ile teknik bakımdan en karmaşık
yapımını inşa etmenin yanında kariyerinin en duygusal filmini de ortaya
koyuyor. İnsan olmanın hem evrenin genişliği ve bilinmezliği ile, hem de
sevginin ve inancın gücü ile bağlantısını McConaughey ve kızı arasındaki
ilişki ile bir arada tutmayı başarıyor Nolan.
Yıldızlararası’nın içerdiği bilim-kurgu elementleri
cool dizaynlar ile seyirciyi etkilemek için değil, yarattığı dünyanın
gereksinimlerini olabildiğince gerçekçi bir biçimde göstermek için ferah
bir minimalizme sahip. Mesela her uzay bazlı filmde gelişmiş yapay zekaya
insansı bir görünüm verilir. Yıldızlararası’nda 2001’deki kocaman
monolitleri hatırlatan robotlar görsel etkileyicilik yerine verimliliğe
odaklanıyorlar.
Nolan, hikayesini güneş sisteminin ötesine götürmesine rağmen geçen
senenin muazzam Yerçekimi’nde olduğu gibi uzayı bilimsel bakımdan
olabildiğince gerçekçi bir biçimde betimlemeyi başarıyor. Dış uzay
çekimlerinde ses birden kayboluyor ve Hans Zimmer’ın muazzam müziği ile
başbaşa kalıyoruz.
On-yirmi yıl sonra eleştirmenler ve sinema severler tarafından zamanının
ötesinde bir bilim-kurgu şaheseri olarak anılmasını bırakın, küresel
ısınma yüzünden insanlığın geleceğini tehlikeye atacak problemler ile
yüzleşmek zorunda kalacak bir sonraki jenerasyona biraz da olsun ümit
aşılayacak bir film olma ihtimali bile var Yıldızlararası’nın.
Bu kadar geniş, karmaşık ve özellikle kocaman bütçesine kıyasla cesur bir
yapım hakkında konuşulacak, detaylara girilecek çok şey var tabii ki.
Fakat bu kadar erken bir raddede tek tavsiyem salonları bir an önce
doldurmanız, özellikle sert bilim-kurgudan, akıl dahil bütün duyuları
zorlayan sinemasal meydan okumalardan haz alıyorsanız.
Giriş Sayfası - Anasayfa