Uzay-Zamanın Var Olamayacağı Boyutta Kara
Delikler Oluşamaz
4 Şubat 2015
Herhalde kara deliklerin en bilinen özelliği kara delikten dönüşün olmaması
ya da teknik olarak olarak olay ufkudur. Bir yıldız, bir nesne ya da bir
insan bu sınırı geçerse devasa ışığın bile kaçamayacağı bir çekim yaratır.
En azından bilindik kara delik modelleri genel görelilik tabanlı ve genelde
olay ufku kara deliklerin çoğu tuhaf fenomeninden sorumludur. Interstellar
filminde kara deliğe ilerleme sahnesi oldukça ilginç aslında. Tabi bu sahne
belki daha da gerçekçi olabilirdi.
Fizikçi Ahmed Farag Ali, Mir Faizal ve Barun Majunder tarafından yeni
yayınlanan araştırmada, Einstein yerçekimi teorisinin ” yeni
genelleştirilmesiyle,teorinin olay ufkunun pozisyonun rastgele duyarlılığını
tanımlayamayacağını gösterdiler. Bu durumda olay ufku olmayan bir kare
deliğin etkin olarak mevcut olması mümkün değil.
“ uzan muhtemel minimum uzunluğun altında oluşamaz, zaman minimum zaman
aralığının altında oluşamaz. Bu nedenle uzayda mevcut tüm cisimler belli bir
uzunluk ve zaman aralığının altında olamazlar (Planck skalası). Olay ufku
uzayda zamanın bir noktasında bulunabilir, ayrıca bu boyutun altında
oluşamaz, “ diyor Zewail Bilim ve Teknoloji Şehri ve Benha Üniversitesi’nden
fizikçi Ali .
Ali tüm cisimler derken, biz dahil her şeyden bahsediyor. “Biz fiziksel
olarak belli bir zaman aralığı ve uzunluğun altında olamayız. Buna rağmen
evimiz, arabamız,telefonumuz vb. uzay ve zamanın herhangi bir noktasında biz
var olmadıkça hiçbir şey ifade etmez. Öyle ki, zaten biz belli bir aralığın
ötesinde varız. Buna rağmen olay ufku için bu önemlidir, hesaplamalarımızda
çok büyük farklılıklara yol açabiliyor.
Yerçekimin gökkuşağı aslında genel rölativite ve kuantum mekaniğinin
birleştirmeye kalkışan bir teori. Kara deliklerle ilgili veya evrenin
başlangıcına dair problemleri çözmek için fizikçilere kuantum yerçekimi
teorisi gerekiyor.
“Bu gibi bir teoriyi kimse oluşturamasa da, bazı adaylar mevcut. Bu fikirler
uzay ve zamanı temelde ayırarak veya bazı matematiksel döngüler ve temel
nicelikler kullanarak uzay –zamanı yeniden oluşturarak hatta bazı ufak
sicimler ve bir çok egzotik fikirleri yerleştirebiliyorlar,” diyor Ali .
“Bu modellerin çoğunda ortak nokta ise parçacığın enerjisi olabileceği kadar
çok olabilir ama her zaman parçacığın ulaşabileceği bir maksimum var. Bu
sınırlama kolayca Einstein’ın özel görelelik teorisiyle birleştirilerek, son
olarak özel görelelik teorisinin iki misli yani DSR olarak adlandırılıyor.
Fizikçilerin açıkladığı gibi DSR’ye yerçekimini de ekleyerek genelleştirmek
mümkün. İşte bu teori yerçekiminin gökkuşağı teorisi olarak
isimlendiriliyor.
“Genel göreleliğin maddenin varlığındaki uzay-zaman eğrilerinin geometrisini
tahmin etmesi yerçekimine neden oluyor. Yerçekimi gökkuşağının bu eğimi
tahmin etmesi ise gözlemcinin ölçtüğü enerjiye bağlı. Bundan dolayı,
yerçekimi gökkuşağında yerçekimi parçacıklara farklı davranarak farklı
enerjilerde parçacıklar gibi davranır. Bu fark Dünya gibi maddelerde çok
küçüktür ama kara deliklerde bu fark çok büyük önem kazanır,” diyor Ali.
Bilgi Paradoksu
Bu çalışma sadece kara deliği tanımlayan özelliklerden birini ihlal etmekle
kalmıyor, Stephen Hawking ’in 1970 ’lerde kara delik bilgi paradoksunu da
yeniden çözebiliyor. Hawking o zamanlar kara deliklerin dönerek radyasyon
yaydığını , bunun da onların kazandıklarından daha hızlı kütle kaybetmeleri
nedeniyle, zamanla buharlaşarak herşeyle beraber yok olacağını öne sürmüştü.
Hawking radyasyonu temelde kara deliğe düşen nesnelerin kütlelerinden
kaynaklansa da, teoride bu radyasyon bu nesnelerin tüm bilgisini taşımaz.
Sonunda bu radyasyonun kara deliğin tümüyle buharlaşmasına neden olması
umulur. İşte burada bir soru ortaya çıkıyor : bütün bu nesnelerin bilgisi
nereye gitti?
Günlük hayatımızda bir belgeleri yırtarak veya yakarak bilgiyi yok ederken,
kuantum teorisinde bilgi asla tümüyle yok edilemez. Prensip olarak bir
sistemin başlangıç hali, her zaman son halindeki bilgi kullanılarak
belirlenir. Fakat Hawking radyasyonu hiçbir şeyin başlangıç halini
belirleyemiyor.
Pek çok iddia bu paradoksu çözeceğini iddia ediyor, buna bir miktar bilginin
zamanda yavaşça sızma ihtimali de dahil ki, bu bilgi kara deliği
derinliklerinde depolanıyor ve Hawking radyasyonu gerçekten tüm bilgiyi
içeriyor.
Bu paradoksun en gelişmiş açıklamalarında biri de kara delik bütünleyiciliği
adı verilen kara deliğe düşen gözlemcinin ve bunu uzaktan gözleyenin tümüyle
farklı şeyler görmesine dayanıyor. Kara deliğe doğru giden gözlemci olay
ufkunu geçerken kendi formunda bilgiyi görüyor fakat uzaktaki gözlemci kara
deliğe doğru ilerleyen gözlemcinin genel görelilikteki garip etki yüzünden
asla olay ufkuna ulaşamadığını görüyor. İşte uzak gözlemci olay ufkunda
yansıyan radyasyon formundaki bilginin yansımasını gözlemliyor. Bundan
dolayı bu iki gözlemci iletişim kuramıyor, burada paradoks yok (çoğu insan
için bu çözüm paradoksun kendisinden bile tuhaf karşılanıyor)
Plank Skalası Limitleri
Ali, Faizal ve Majunder yeni araştırmada kara delik bütünleyiciliğinde
yerçekimi gökkuşağının öngördüğü gibi belli bir uzunluk ve zaman aralığının
altında bir olay ufku olmadığında çok farklı şeylerin olabileceğini
gösterdi. Uzak gözlemcinin kara deliğe giden gözlemciyi gözlemesi için
sonsuz zaman gerekirken, yeni teoride zaman sonlu. Yani uzak gözlemci, diğer
gözlemcinin kara deliğe düştüğünü eninde sonunda görüyor.
Ali, Faizal ve Majunder tanımlanan uzay-zaman boyutunun olamayacağı
varsayımından yola çıkarak kara delikteki bilinmezleri arttırdığını iddia
ediyorlar.
“Eğer bu tanımı uzay-zamanın var olabileceği boyutlarda sınırlarsak, kara
deliklerle ilgili problemler doğal olarak çözülecektir. Örneğin, bilgi
paradoksu olay ufkunun var olmasın bağlı ve olay ufkunun belli bir uzunluk
ve zaman aralığının altında olmayan nesnelerden hoşlanıyor. Sonrasında ise
yerçekiminin gökkuşağında mutlak bir bilgi paradoksu yok. Efektif bir ufkun
yokluğunda , kara deliklerden dışarı bilginin sızmasını durduracak hiçbir
şey yok.
Kara Deliklerin Ötesi
Kara deliklerdeki bilgi paradoksunun çözümüne ilaveten fizikçiler minimum
uzunluk ve zaman aralığının doğru cevaba ulaşmak için ne kadar önemli
olduğunu hatırlatıyor. Bilim insanları bu fikri metal bir çubuğa benzetiyor:
“Ne kadar kuvvetin çubuğu kırmadan bükebileceğini sorabiliriz? Eğer
uyguladığımız kuvvet çok büyükse, çubuk kırılacağından ,çubuğun
bükülmesinden konuşmak anlamsızdır. Aynı şekilde yerçekiminin gökkuşağında,
belli bir boyut ve zaman aralığının altında uzayda konuşmakta bu durumda
anlamsız olacaktır.”
“Bu araştırmadan çıkarılacak en önemli ders uzay ve zamanın belirli bir
boyutun ötesinde var olabileceğidir. Belli bir boyutun altunda uzay-zaman
var olamaz. Bundan dolayı belli bir boyutun altında parçacık, madde, veya
kara delik gibi şeyleri tanımlamak anlamsızdır. Bu nedenle bu boyutlarda
uzay zamanın varoluşu daha mantıklı fiziksel cevaplar sağlayacaktır, ” diyor
Ali. Bunlara rağmen, bu boyutların altındaki zaman ve uzunluklarda uzay ve
zamanın varlığını sorduğumuzda, paradoks ve problemlere son verebiliriz.
Araştırma Referansı : Ahmed Farag Ali, Mir Faizal, and Barun Majumder.
“Absence of an effective Horizon for black holes in Gravity’s Rainbow.” EPL
. DOI: 1209/0295-5075/109/20001
Minik Kara Delikler Paralel Evrenlerin Varlığını
Kanıtlayabilir
Bilim insanları; dünyanın en büyük parçacık hızlandırıcısının tekrardan
başlatılmasıyla; Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (BHÇ)’nın evren hakkında bize
başka hangi bilgileri vereceği noktasında oldukça sabırsızlanıyorlar.
Büyük Hadron Çarpıştırıcısı yaklaşık 2 yıldır çalışamaz durumdaydı,
dolayısıyla bilimciler, çalışmalarını sürdüremiyor ve geliştiremiyorlardı.
BHÇ; çok küçük parçacıkları –neredeyse ışık hızına yakın olabilecek–
inanılmaz hızlara çıkarıyor ve sonrasında bu parçacıkları bir çarpışma
rotasına sokarak çarpıştırıyor. Çarpışma neticesi bu çok küçük parçacıklar
daha küçük parçacıklara ayrılıyorlar ve sonuçlar kaydediliyor. Tıpkı akıllı
bir telefonu paramparça ederek içerisinde neler olduğunu görmek gibi ancak
daha bilimsel olanı.
Yenilenmiş BHÇ; bilim insanlarına alternatif evrenlerin varolduğu
düşüncesine kanıtlar bulma noktasında yardımcı olabilir. Yeni yayınlanan bir
makalede, fizikçiler Ahmed Farag Ali, Mir Faizal ve Mohammed M. Khalil;
minyatür kara deliklerin saptanmasının bu görünmez evrenlerin varlığına dair
kanıt olabileceğini söylüyorlar. Yani “diğer boyutlardaki gerçek evrenlerin”
varlığı bilimcilerin tam olarak üzerine yoğunlaştıkları şey. Faizal:
“Diğer boyutlara evrenimizden yer çekimi sızabilen, bu denli bir model
BHÇ’de saptanacak minik kara deliklerin saptamasıyla test edilebilir.
Yerçekimi gökkuşağındaki (yeni bir teori) bu minik kara deliklerin
saptanması için gerekli olan enerjiyi hesapladık. Eğer bu enerjide minik
kara delikler saptarsak, hem Yerçekimi Gökkuşağını hem de ekstra boyutların
doğru olduklarını bileceğiz” diyor.
Yerçekimi gökkuşağı; Einstein’ın Görelilik Teorisinin yerçekimi bakış
açılarının kuantum düzeyde bozulmuş olduğu düşüncesini açıklama girişiminde
olan teoridir.
Bilimciler minik kara deliklerin oluşturulabileceği noktasında oldukça
iyimserler, çünkü güncellenmiş BHÇ’nin kendilerine ihtiyaç duydukları
enerjiden daha fazlasını sağlayabilecek durumda olmasını bekliyorlar.
Eğer bu minik kara delikler oluşturulabilirse, buluş yalnızca paralel
evrenlerin varolduğuna dair kanıt sunmayacak, aynı zamanda da kuantum
mekaniği (çok küçük şeyler) ile genel görelilik (büyük şeyler) arasındaki
uzlaşmazlığı açıklayan bilimsel bir model olan sicim teorisinde de yeni
gelişmelere yol açacak.
Ve eğer minik kara delikler oluşturulamazsa, sonuçlar daha az heyecan verici
olacak ancak her şeye karşın yine de bilimsel bilgide bir ilerlemeye sebep
olacak. Makalenin yazarlarından M. Khalil:
“Eğer öngörülen enerji seviyelerinde kara delikler saptanmazsa, bu durum
olası üç ihtimalden birisi demek olacak. Birincisi; diğer boyutlar yoktur.
İkincisi, diğer boyutlar vardır fakat beklediğimizden daha küçüktürler. Ya
da üçüncüsü; yerçekimi gökkuşağının parametreleri değiştirilmelidir” diyor.
Büyük Hadron Çarpıştırıcısı Ekstra Boyutları Tespit
Edebilir
Mar 20, 2015 - Baran Bozdağ
Physics Letters B dergisinde yayımlanan bir çalışmada, Büyük Hadron
Çarpıştırıcısı’nın (LHC) daha önce Higgs Bozonu ile ilgili bulgularını
gölgede bırakacak yeni bir işlevi ortaya koyuldu. Yazarlar LHC’ın miki kara
delikleri tespit edebileceğini öngörüyor. Kendi başına böyle bir gelişme son
derece büyük bir önem arz ediyor, yine de başka önemli buluşların da önünü
açabilir..
Araştırma dahilindeki bulgular ve öngörüler daha önceleri teorik
fizikçilerin ilgisini çeken sonsuz sayıda ve birbirinden farklı evrenler
olduğunu iddia eden “çoklu-dünyalar hipotezi” kadar ilgi çekici olarak
nitelendirildi. Yeni bilim kurgular yolda gibi görünüyor.. :)
Normalde insanlar çoklu evrenleri düşündüğünde çoklu dünyaların farklı
kuantum interpretasyonu ile var olduğunu ve tüm ihtimallerin var olduğunu
düşünürler. Bu test edilebilir bir olgu olmadığından bilimsel de değildir,
tamamen felsefi bir fikir olarak görülmelidir.
Araştırmada bahsedilen ise gerçek evrende bulunan ekstra boyutlar. Kütle
çekimi evrenimizden dışa doğru yeni boyutlara geçiş yaptığında, bu model LHC
tarafından tespit edilen mini kara delikler ile test edilebilir.
Evrenin çok küçük kara delikler ile dolu olma fikri, kara madde bulmacasını
çözmeye yarayabilecek bir itki kuvveti olarak lanse edildi. Gel gelelim,
böyle nesnelerin var olması tamamen evrenin boyut sayısına bağlı.
Konvansiyonel dört-boyutlu evrende, böyle kara delikler oluşmak için 1016
TeV enerjiye ihtiyaç duyar, bu miktarda enerji LHC‘ın üretebileceği
enerjinin yaklaşık 15 katına eşit.
Sicim teorisi, LHC deneylerinde tespit edilebilecek kadar küçük bir enerji
gerektiriyor olurdu.
Eğer tespit edilmediyse, sicim teorisi yok mudur? Araştırmanın yazarlarına
göre hiç de öyle değil. 10-boyutlu evrende kara deliklerin oluşması için
gereken enerjinin tahmini, uzay zamanın kuantum deformasyonu ile değişen yer
çekimini kayıt dışı bırakıyor.
Hızla akla gelen bir soru olan bu deformasyonun gerçek olma ihtimali.. Eğer
olsa bile, yazıda 4-boyutlu evrenden daha az enerji gerektirecekleri
tartışılıyor. Yine de bu miktar bile bu güne kadar ki çalışmalardaki
enerjinin iki katını gerektiriyor. LHC 14 TeV enerjiye ulaşabilecek şekilde
tasarlandı ancak bugüne kadar en fazla 5.3 TeV’e ulaşıldı. Kara deliklerin
11.9 TeV enerji ile tespit edilebileceği kaydedildi. Bu durumda LHC ful
kapasiteyle çalıştığında , küçük kara delikleri bulabiliriz.
Böyle bir buluş, mikro düzeyde uzay-zaman deformasyonu, ekstra boyutların
varlığı, buradaki paralel evrenler ve sicim teorisi gösterebilir.Ekibin
tanımına göre yeni kara delik teorisi ” yer çekimi bulutu” doğru enerji
seviyelerinde tespit edilebilir ve doğrulanabilir. Böyle etkileyici bir
devrim niteliği taşıyan buluş, fizik bilimini değiştirip yeni bir boyuta
taşıyabilir.
Referans: Phys.org , Large Hadron Collider Could Detect Extra Dimensions ,
Laboratuvar ortamında kara delik... ama minyatüründen!
Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN), yeni ve büyük bir deneye
hazırlanıyor. Büyük Hadron Çarpıştırıcısı'nda (LHC) gerçekleştirilecek
yüksek enerji ile atomları çarpıştırarak, "küçük kara delikleri" tespit
etmeye çalışacaklar. Deneyin başında bulunan Profesör Mir Faizal'a göre
"tahminimize göre yer çekimi başka boyutlara akabilir ve eğer bu
gerçekleşirse LHC'de minyatür kara delikler üretilebilir."
Prof Faizal, başka boyutlar ve paralel evren dendiğinde akla bilim-kurgu
filmlerindekine benzer şeylerin geldiğini oysa bunun test edilemeyeceği için
deney değil, felsefe olduğunu söylüyor. "Paralel evrenren kastımız bu değil.
Kast ettiğimiz şey, ilave boyutlardaki gerçek evrenlerdir. Tıpkı iki boyutlu
(uzunluk ve genişlik) objelerin üçüncü bir boyutta (yükseklikte)
varolabildiği üst üste konmuş paralel kağıtlar gibi, paralel evrenler de
daha yüksek boyutlarda varolabilir. Eğer daha önce belirlediğimiz enerji
seviyesinde minyatür kara delikler tespit edersek, o zaman hem yerçekimi
gökkuşağının* hem de ilave boyutların doğru olduğunu öğrenmiş olacağız"
Geçtiğimiz sene başlatılan ve önümüzdeki aylarda nihayete erdirilmesi
planlanan paralel evrenler ve ilave boyutlar ile ilgili çalışmaların
metafizik sonuçları ne olacak, merakla bekliyoruz.
* Yerçekimi gökkuşağı denilen kavram, einstein’ın kütleçekim kuramı ile
ilgilidir
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Uzay-Zamanın Kuantum Kaynağı
Yıldızlararası (2014) filmindeki gibi
betimlenen kara delikler birbirlerine kuantum kaynaklı olmaları muhtemel
solucan delikleri ile bağlanıyor olabilir.
Çok sayıda fizikçi kuantum garipliklerinin temelinde dolaşıklığın
olduğunu düşünüyor. Hatta bazıları uzay-zamanın geometrisinin özünde de
dolaşıklığın olabileceğinden kuşkulanıyor.
2009 yılının başlarında üniversitedeki öğretim üyeliği görevinden bir yıllık
ücretli izin alan Mark Van Raamsdonk, bu süre boyunca fizikteki en derin
gizemlerden biri ile uğraşmaya karar verir: Kuantum mekaniği ile
kütleçekim arasındaki ilişki. Bir yıllık çalışmanın ardından
meslektaşlarının da fikrini alan bilimci, Journal of High Energy Physics
dergisine konuyla ilgili makalesini gönderir.
Nisan 2010’da dergi kendisine makalesinin kabul edilmediğini bildirir.
Gönderdikleri raporda, makaleyi değerlendirenlerden biri Kanada’da bulunan
British Columbia Üniversitesi fizikçilerinden olan Van Raamsdonk’un kafayı
yediğini ima etmektedir.
Bir sonraki makale gönderimini General Relativity and Gravitation
dergisine yapar. Aldığı tepki birazcık daha iyidir: Değerlendiren kişi
yaralayıcı birkaç söz etmiş ve dergi editörü makaleyi yeni baştan yazmasını
istemiştir.
Fakat o sıralarda Van Raamsdonk, yazısının kısa bir versiyonu ile
Massachusetts Wellesley’de bulunan Kütleçekim Araştırma Derneği tarafından
her yıl düzenlenen prestijli bir makale yarışmasına katılmıştı. Birincilik
ödülünü kazanmakla kalmayıp, oldukça ironik bir başarının da tadını çıkardı:
Yazısının General Relativity and Gravitation dergisinde
yayımlanmasının garantilenmesi.
Yine de editörler temkinliydi. Kuantum mekaniği ile kütleçekimin başarılı
bir şekilde birleştirilmesi, fizikçilerin neredeyse yüz yıldır peşinde
olduğu şeydi. Kuantum mekaniği en küçüklerin dünyasını
yönetir; bir parçacık aynı anda birden fazla yerde olabilir,
aynı anda hem saat yönünde hem de saatin tersi yönünde dönebilir ve daha pek
çok garip şey olur. Kütleçekim ise en büyüklerin evrenini
yönetir; elmalar düşer, gezegenler belirli yörüngelerde dolanır. Kütleçekim
bundan tam 100 yıl önce Kasım ayında, Albert Einstein’ın duyurduğu
genel görelilik kuramı ile tanımlanır. Kuram, kütleçekimin geometri
demek olduğunu belirtir. Einstein, parçacıkların büyük kütleli nesnelerin
yanından geçerken sapmalarının nedeninin bir çekim kuvveti hissetmekten
değil, uzay-zamanın o nesne etrafında eğim kazanmış
olmasından ileri geldiğini söyler.
Her iki kuram da çok sayıda deney ve gözlem ile doğrulanmıştır. Fakat
ikisi bir türlü birbirleri ile uyumlu duruma getirilememiştir. Editörlerin
bakış açısından, Van Raamsdonk’un bu uyumsuzluğu giderme biçimi çok tuhaftı.
Dediğine göre gereken tek şey “dolaşıklık” idi; yani pek
çok fizikçiye göre kuantum dünyasındaki en garip görüngü.
Dolaşıklık, bir parçacığın durumu ölçüldüğü anda, onun dolaşık eşinin
durumunun da belirlenmesini sağlıyordu; hem de aralarındaki uzaklık ne
olursa olsun. Samanyolu’nun öte ucunda olsa bile aynı şey geçerliydi.
Einstein ise dolaşıklık fikrinden tiksiniyor, alaycı bir üslupla “uzaktan
hayaletimsi etki” diye adlandırıyordu. Ama dolaşıklık kuantum kuramının
merkezindeydi. Van Raamdonsk da Einstein gibi düşünen fizikçilerle bu
ironiyi tartışıyordu. Einstein’ın itirazlarına rağmen, dolaşıklık
geometrinin temelinde, dolayısıyla da Einstein’ın geometrik kütleçekim
kuramının temelinde yatıyor olabilirdi. Uzay-zamanın, kuantum sistemdeki
şeylerin nasıl dolaşıklaştığının geometrik bir resminden ibaret olduğunu öne
sürdü.
Bu düşünce kanıtlanmaktan epey uzaktı ve kuantum kütleçekimin tamamlanmış
bir kuramı olduğunu söylemek de güçtü. Fakat bağımsız olarak yapılan başka
çalışmalar da hemen hemen aynı sonucu işaret ediyordu ve böylece önemli
kuramcıların yoğun ilgisine mazhar oldu. Şu anda bir kısım fizikçi
geometri-dolaşıklık ilişkisini geliştirmek üzerine çalışmalar yapıyor ve
bunun için ellerindeki kuantum hesaplama ve kuantum bilgi kuramı için
geliştirilmiş olan tüm modern araçlara başvuruyor.
“Kuantum kuramı ile kütleçekim arasında son on yılda beliren
bağlantıların devrim niteliğinde olduğunu bir an bile tereddüt etmeden
söyleyebilirim,” diyor Stanford Üniversitesi’nden fizikçi Bartłomiej Czech.
Kütleçekimsiz Kütleçekim
Bu çalışma büyük ölçüde fizikçi Juan Maldacena’nın 1997’deki keşfine
dayanıyor. Şu an Princeton İleri Araştırma Merkezi’nde çalışan Maldacena’nın
çalışması, görünüşte farklı olan iki evren modeli arasındaki ilişkiyi ele
alıyordu. Biri bizimkine benzeyen, üç boyutlu, kuantum parçacıklarla dolu,
Einstein’ın kütleçekim yasalarına uyan, fakat ne genişleyen ne de büzüşen
bir evren. Bu evren “anti-de Sitter uzayı(AdS)”
olarak bilinir ve genelde yığın diye bahsi geçer. Öteki model de temel
parçacıklarla doludur, ama bir boyutu eksiktir ve kütleçekim yoktur.
Genellikle sınır olarak bilinir ve matematiksel olarak tanımlanmış bir zar
olduğu söylenebilir. Yığında bulunan herhangi bir noktadan sonlu
uzaklıktadır ama yığını bütünüyle sarar. Bunu 3 boyutlu hava hacmini saran 2
boyutlu balon zarı gibi düşünebiliriz. Sınırdaki parçacıklar “konformal
alan kuramı(CFT)” denilen kuantum sistemin eşitliklerine
uyar.
Maldacena sınır ile yığının bütünüyle eşdeğer olduğunu keşfetti. Tıpkı
bir bilgisayar oyununun 3 boyutlu görüntüsünün bilgisayar çipi üzerindeki 2
boyutlu bir devre tarafından kodlanması gibi, sınırda geçerli olan nispeten
basit, kütleçekiminin olmadığı eşitlikler, yığını yöneten daha
karmaşık denklemlerle aynı bilgiyi içeriyor ve aynı fiziği
tanımlıyordu.
“Bu mucizevi bir şeydi,” diyor Van Raamsdonk. Maldacena’nın keşfi
birdenbire fizikçilerin yığındaki kuantum kütleçekimi hakkında,
kütleçekimini işin içine hiç katmadan düşünmesini sağlayacak bir kapı
aralamıştı. Sınırda bulunan eşdeğer kuantum durumuna bakmaları yeterliydi. O
zamandan beri de çok sayıda fizikçi bu konuda çalışmalar yaptı ve
Maldacena’nın makalesi en çok atıfta bulunulan makaleler arasına girdi.
Van Raamsdonk da bu konuda heyecan duyanlar arasındaydı. Bir yıl sürecek
izne çıkar çıkmaz, Maldacena’nın keşfinin ortaya koyduğu en önemli yanıtsız
sorulardan birine odaklandı: Sınırdaki bir kuantum alanı tam olarak nasıl
yığın içinde kütleçekim üretiyordu? Yanıtın bir şekilde geometri ile
dolaşıklık ilişkisiyle ilgili olabileceğine dair ipuçları zaten vardı. Ama
bunların ne derece kayda değer oldukları meçhuldü. Konu hakkında daha önce
yapılmış tüm çalışmalar özel durumları ele almıştı; bir kara delik içeren
yığın evren gibi. O nedenle Van Raamsdonk bu ilişkinin genel durumda geçerli
mi, yoksa sadece matematiksel bir tuhaflık mı olduğunu
anlamaya karar verdi.
İlk olarak boş bir yığın evren aldı. Bu sınırdaki tek bir kuantum alanına
karşılık geliyordu. Bu alan ve onun çeşitli parçalarını birbirine bağlayan
kuantum ilişkiler, sistemde bulunan tek dolaşıklığı içeriyordu. Peki ya bu
sınır dolaşıklığı kaldırılırsa yığın evrene ne olur, diye sordu Van
Raamsdonk.
Yanıtı bulmak için 2006 yılında ortaya konulmuş olan bazı matematiksel
araçları kullandı. Shinsei Ryu, ve Tadashi Takanagi tarafından
geliştirilen bu araçlar sayesinde, sınırdaki alanın dolaşıklığına yavaş ve
metodik bir indirgeme modelledi. Ardından da yığının verdiği tepkiyi izledi.
Uzay-zamanın esneyip kopmaya başladığını gördü. Nihayet dolaşıklık
sıfırlandığında uzay-zaman ayrık öbeklere dönüşüyordu; fazla esnetilen bir
sakız gibi.
Van Raamsdonk geometri-dolaşıklık ilişkisinin genel olduğunu anladı.
Dolaşıklık uzay-zamanı örerek, pürüzsüz bir bütün haline getiren düğümlerin
özündeki şeydi. Sadece kara deliklerdeki egzotik durumlarda rastlanmakla
kalmıyordu; dolaşıklık hep vardı.
“Daha önce belki de hiç kimsenin anlamadığı temel bir soruyu anladığımı
hissettim; uzay-zamanın gerçekte ne olduğunu,” diye anımsıyor Van Raamsdonk.
Dolaşıklık ve Einstein
Geometrik bir tutkal işlevi gören kuantum dolaşıklık – Van Raamsdonk’un
dergiden ret alan makalesinin özü buydu ve fizikçiler arasında artan bir
biçimde yankı uyandırdı. Şu ana kadar kimse ihtimamlı bir kanıt üretemedi,
yani fikir hala bir varsayımdan ibaret. Ancak bağımsız bir çok yolla akılcı
bir biçimde desteklenebiliyor.
Örneğin 2013’te Stanford’dan Maldacena ve Leonard Susskind, 1935’teki iki
köşetaşı makaleye ithafen kuantum dolaşıklık ile bağıntılı bir varsayımı –
ER = EPR – yayımladılar. ER, Einstein ve Nathan Rosen
tarafından ortaya atılan solucan deliği– iki kara
deliği bağlayan uzay-zaman tüneli – fikrine işaret etmektedir. (Hiçbir
gerçek parçacık böyle bir solucan deliğinde yolculuk edemez, çünkü teori
dışında mümkün olmayan ışık hızından daha hızlı gitmeyi gerektirir.) EPR ise
Einstein, Rosen ve Boris Podolsky tarafından yayımlanan bir makalede
ilk kez ifade edilmekte ve ‘dolaşıklığı’ işaret etmektedir.
Maldacena and Susskind’in varsayımı ise bu iki kavramın yayımlanma
tarihleri dışında başka ortak noktaları olduğuna dikkatleri çekmişti. Eğer
herhangi iki parçacık dolaşıklık ile birbirine bağlandıysa, fizikçiler bu
iki parçacığın etken bir biçimde solucan deliği ile
eklemlendiğini öne sürüyorlar. Aynı zamanda bu durumun tersi de geçerli:
fizikçilerin solucan deliği olarak tanımladığı bağlantı dolaşıklığa denktir.
Tersinir olan bu durumlar, altlarında yatan tek bir gerçekliği açıklayan iki
farklı yol olarak düşünülebilir.
Şimdilik kimse ‘altlarında yatan gerçekliğin’ ne olduğuna dair net bir
fikre sahip olmasa da fizikçiler, giderek bu gerçekliğin var olduğu
konusunda daha çok ikna oluyorlar. Maldacena, Susskind ve diğer bilimciler
ER = EPR hipotezinin, dolaşıklık ve solucan delikleri ile ilgili diğer
bilinenlerle matematiksel olarak tutarlılık gösterip göstermediğini anlamak
için teste tabi tutuyorlar. Şu ana kadarki cevap ise; Olumlu!
Gizli Bağlantılar
Geometri-dolaşıklık ilişkisini destekleyen diğer bulgular da yoğun madde
fiziğinden ve kuantum bilgi kuramından geliyor; yani dolaşıklığın zaten
merkezi rol oynadığı alanlardan. Böylece bu disiplenlerden gelen
araştırmacılar yepyeni kavramlar ve matematiksel araçlarla kuantum
kütleçekime saldırıyor.
Örneğin tensör ağları, yoğun madde fizikçileri tarafından çok sayıda
atomaltı parçacığın kuantum durumlarının izini sürmek için
geliştirilmiş bir tekniktir. Brian Swingle 2007 senesinde Massachusetts
Teknoloji Enstitüsü’nde lisansüstü öğrencisi olduğu sıralarda tensör
ağlarını bu amaçla kullanıyordu ve katı malzeme içinde elektron gruplarının
nasıl etkileştiğini hesaplıyordu. Bu amaca en uygun ağın, komşu elektron
çiftlerini bağlantılandırarak başladığını buldu. Sonra tıpkı bir soyağacının
dallanışı gibi bağlantılarla grup genişliyordu. Fakat daha sonra katıldığı
bir kuantum alan kuramı kursunda Maldacena’nın yığın-sınır karşılıklılığını
öğrenen Swingle, merak uyandırıcı bir desenin farkına vardı: Yığın ile sınır
arasındaki eşleştirme aynı ağaç benzeri ağ yapısındaydı.
Swingle bu benzerliğin bir rastlantıdan ibaret olmayabileceğini
düşünüyordu. 2012 yılında bunu kanıtlayan hesaplamalarını yayımladı.
Bağımsız bir şekilde Van Raamsdonk ile neredeyse aynı sonuçlara ulaşmıştı,
dolayısıyla geometri-dolaşıklık fikrine güçlü bir destek sağlamış oldu. “Tam
olarak bu şekilde tensörleri kullanarak, uzayın dolaşıklıktan inşa edilmiş
olduğunu düşünebilirsiniz,” diyor Swingle.
Bağlantıya bir diğer örnek de fizikçilerin kuantum bilgisayar
yapılandırmak amacıyla icat ettikleri kuantum hata düzeltme kodlarından
geliyor. Kuantum bilgisayarlar, bilgiyi bit biçiminde değil
de kubit biçiminde kodlar. Kubitler, bir
elektronun spininin aşağı ya da yukarı olması gibi kuantum durumlarıdır ve
aynı anda hem 0 hem de 1 değerini alabilirler. İlkesel olarak, kubitler
etkileştiğinde ve doğru şekilde dolaşık duruma geldiğinde böyle bir makine,
normal bir bilgisayarın evrenin ömrü kadar bir zamanda bile bitiremeyeceği
hesaplamaları tamamlayabilir. Fakat uygulamada işlem aşırı derecede
hassaslık ister. Dış dünyadan gelebilecek en küçük bir etki, kubitlerin
narin dolaşıklığını bozabilir ve kuantum hesaplama
yapılamayabilir.
Bu nedenle kuantum hata düzeltme kodlarına ihtiyaç duyulmuştur. Bunlar
kubitler arasındaki bozulan bağlaşıklıkları onarıp, hesaplamayı daha
sağlıklı hale getirir. Bu kodların başlıca özelliklerinden biri daima yerel
olmayışlarıdır. Herhangi bir kubiti onarmak için gereken bilgi, uzayın geniş
bir alanına yayılmış durumda olacaktır. Aksi halde tek bir noktadaki hasar
tüm onarım umudunu yok ederdi. İşte Maldacena’nın yığın-sınır
eşdeğerliliği ile karşılaştıklarında pek çok kuantum bilgi
kuramcısının heyecanlanmasının ardında yatan neden budur. Yığının küçük bir
bölgesine karşılık gelen bilgi, sınırın engin büyüklükteki bölgesi boyunca
yayılmış durumdadır.
“AdS-CFT’ye bakan herhangi biri bunun kuantum hata düzeltme koduna pek de
benzemediğini düşünebilir,” diyor MIT’den bilgisayar bilimci Scott Aaronson.
Fakat geçtiğimiz Haziran ayında Harvard Üniversitesi’nden fizikçi Daniel
Harlow ile California Teknoloji Enstitüsü’nden John Preskill’in liderliğinde
yayımlanan br makalede oldukça güçlü olan şu argüman ileri sürüldü:
Maldacena’nın ortaya koyduğu eşdeğerliliğin kendisi bir kuantum hata
düzeltme kodudur. Araştırmacılar basit bir model içerisinde bunun
matematiksel doğruluğunu gösterdi ve şimdi bu tezlerini daha genel kapsamlı
duruma getirmeye çalışıyorlar.
“İnsanlar senelerden beri dolaşıklığın bir şekilde yığının belirmesi
açısından önemli olduğunu söylüyordu. Ama bunun nasıl ve neden olduğuna
ilişkin ilk ipuçlarını yakalayan sanırım biz olduk,” diyor Harlow.
Dolaşıklığın Ötesi
Bu bakış açısı, yerçekimi-kuantum bilgi bağlantısı daha iyi anlaşılması
için araştırmacılara, en az 4 yıl boyunca yıllık 2.5 milyon dolar destek
sağlayacağını duyuran New York City’den hayırsever kuruluş Simons
Foundation’ın ilgisini çekmiş gibi görünüyor. Programı yöneten Stanford’dan
fizikçi Patrick Hayden’in belirttiğine göre: ‘’ Bilgi teorisi, temel fizik
hakkındaki düşüncelerimizin yapılandırılabilmesi için bizlere güçlü bir
yöntem sunuyor.’’ Ayrıca Patrick Hayden, Simons sponsorluğu kapsamında dünya
çapında 14 enstitüden 16 ana araştırmacının ve takımlarının destekleneceğini
belirtiyor. Gerçekleştirilmesi planlanan ana hedeflerden birisi de,
geometrik konseptler-kuantum dili arasında çeviri yapılması için kapsamlı
bir sözlük geliştirmek. Bu sözlük, fizikçilere kuantum yerçekimi teorisini
tamamlamaları için kendi yöntemlerini bulma fırsatı verebilir.
Bununla birlikte, araştırmacıların karşılaştığı birçok zorluk var.
Bunlardan birisi, şişme-sınır örtüşmesinin evrene uygulanamıyor olması.
Çünkü Evren, ne statik ne de sınırlı; Evren genişliyor ve açık bir şekilde
sınırsız. Bu alanda çalışan birçok araştırmacı, Maldacena’nın denkliğini
kullanarak yapılan hesaplamaların gerçek Evren hakkında doğru şeyler
söylediğini düşünüyorlar; Fakat, henüz kesin bir şekilde sonuçların bir
sistemden diğerine nasıl çevrileceği hakkında tam bir fikir birliği
sağlanabilmiş değil.
Bu konudaki bir diğer zorluk da, dolaşıklığın standart tanımının yalnızca
belirli anda parçacıklara işaret etmesi. Kuantum yerçekiminin tamamlanmış
teorisi bu resme bir de zamanı eklemek zorunda kalacak. Susskind’in
belirttiğine göre: ‘’ Dolaşıklık bu hikayenin büyük bir parçası, fakat
hikayenin tamamı değil.’’
Susskind, fizikçilerin belki de kuantum bilgi teorisinden başka bir
konsepti sahiplenebileceklerini düşünüyor: hesaplama karmaşıklığı. Bu
konsepti sistemin kuantum fazını inşa etmek için gerekli işlemler sayısı ya
da mantıklı adımların sayısı olarak özetleyebiliriz. Düşük karmaşıklığa
sahip bir sistem, neredeyse bütün kubitleri sıfırın üstünde olan kuantum
bilgisayar ile karşılaştırılabilir: bu sistemi tanımlamak ve kurmak
kolaydır. Yüksek karmaşıklığı olan sistem ise bir grup kubitin hesaplaması
çok uzun sürecek bir sayı kodlamasıdır.
Susskind bundan yaklaşık 10 yıl önce, Einstein’ın AdS uzay içerisinde bir
zaman geçtikçe daha da uzayan bir solucan deliğini mümkün kılan genel
görelilik denklemleri için bir çözüm farkettiğinde, hesaplama karmaşıklığı
üzerine düşünmeye başladı. Susskind’in merak ettiği, bu sınır üzerinde
denkliği neyin sağladıydı. Burada değişen neydi? Susskind bunun dolaşıklık
olmayacağını biliyordu; çünkü, farklı sınır üzerindeki parçacıklar arasında
dolaşıklığı sağlayan korelasyonlar maksimumlarına bir saniyeden daha az bir
sürede ulaşıyorlar. Fakat, geçen yıl yayımlanan bir makalede, Susskind ve
Douglas Stanford, zaman geçtikçe sınır üzerindeki kuantum fazın, tam olarak
da hesaplama karmaşıklığında beklendiği gibi çeşitlenebileceğini
gösterdiler.
Susskind, ’’Kara deliğin içinin büyümesinin tam olarak hesapsal
karmaşıklığın büyümesi olduğu daha da açık şekilde görülüyor.’’ Eğer kuantum
dolaşıklık uzayın parçalarını birleştirirse, hesapsal karmaşıklık uzayın
büyümesini yönlendirebilir- ve bu durum zamanın anlaşılmaz elementini işe
karıştırabilir. Potansiyel sonuçlardan birisi, Susskind’in yenice keşfetmeye
başladığı, hesapsal karmaşıklığın büyümesi ve Evren’in genişlemesi arasında
bir bağlantı olabileceği. Bir diğer potansiyel sonuç ise, kara deliklerin
içlerinde kuantum yerçekimin domine ettiği düşünülen çok bölge olduğundan,
hesapsal karmaşıklık kuantum yerçekimi teorisini tamamlamada anahtar role
sahip olabilir.
Geriye kalan zorluklarına rağmen, elde edilenlerin bu alanın yürütücüleri
arasında bir anlamı var: araştırmacılar gerçek ve çok önemli bir şeyi
görmeye başladılar. Swingle’ın belirttiği gibi: ‘’ Daha önceleri, evrenin
neden yapıldığını bilmiyordum. Hatta bu sorunun bir anlamı olup olmadığı
bile net değildi. Fakat şimdi, bu sorunun mantıklı olduğu her geçen gün daha
da netleşiyor. Ve cevap da anlayabildiğimiz bir şey. Evren dolaşıklıklıktan
oluşmaktadır. Van Raamsdonk’a da gelince; 2009’dan beri kuantum dolaşıklık
hakkında 20 makale yazdı. Bunların hepsi de yayın onayı aldı.
Hazırlayan:
– Sevkan UZEL
– Baran BOZDAĞ
– Yusuf Cem DURAKCAN
Kaynak ve İleri Okuma: – Nature527,290–293()doi:10.1038/527290a
Van Raamsdonk, M. Gen. Relativ.
Grav. 42, 2323–2329(2010).
Maldacena, J. M. Adv. Theor. Math. Phys.2 231–252(1998).
Maldacena, J. M. J. High Energy Phys. 2003, 021 (2003).
Ryu, S. & Takayanagi, T. Phys. Rev. Lett. 96, 181602
(2006).
Maldacena, J. & Susskind, L.Fortschr. Phys. 61, 781–811
(2013).
Einstein, A. & Rosen, N. Phys. Rev. 48, 73–77 (1935).
Einstein, A., Podolsky, B. & Rosen, N. Phys. Rev. 47,
777–780 (1935).
Swingle, B. Phys. Rev. D 86, 065007 (2012).
Pastawski, F. et al. J. High Energy Phys. 2015, 149
(2015).
Susskind, L. Preprint at (2014).
Stanford, D. & Susskind, L. Phys. Rev. D 90, 126007
(2014).
Dolaşık Parçacıklar Arasında Solucan Delikleri Olabilir
Einstein’ın Genel Görelilik Kuramını açıklamasının üstünden 100 yıl geçse
de, fizikçiler evrenin en büyük uyumsuzluk sorunu ile uğraşmaya devam
ediyor. Einstein’ın tanımladığı uzay-zaman manzarası Dali’nin tablolarındaki
gibi pürüzsüz, dikişsiz, kesintisiz ve geometrikti. Ama bu uzayı dolduran
kuantum parçacıklar daha ziyade Georges Seurat’ın fırçasından çıkmış gibi
noktasal, ayrık ve olasılıklarla ifade edilir biçimdeydi. Özünde bu iki
tanım birbirine karşıt ve uyumsuz. Şimdi ise yeni ve cesur bir fikir,
kuantum bağlaşıklıkların (korelasyonların) aslında hem bir Dali manzarası
ortaya çıkardığını, hem de resmin yapıldığı tuvali yapılandırdığını öne
sürüyor.
En kısa biçimiyle fikir şu: ER=EPR. Burada ER kısaltması Einstein-Rosen
köprülerini, EPR ise Einstein-Podolsky-Rosen paradoksunu simgeliyor. Her
ikisi de 1935 yılında, Einstein öncülüğünde ortaya konmuş olgular. ER
köprüleri, birbirinden çok uzakta bulunan iki kara deliğin bağlantılı
olmasını ifade eden solucan deliklerine verilen ad olup, EPR paradoksu da
birbirinden çok uzakta bulunan iki kuantum parçacığın arasında eşzamanlı
gerçekleşen hayaletimsi etkileşimi belirtiyor. İkisi arasında herhangi bir
ilişki olabileceği düşüncesi ise çok yeni.
Eğer ER=EPR ise solucan delikleri ile kuantum dolaşıklık aynı olayın farklı
görünüşleri demektir. Bu ilişki tüm uzay-zamanı yapılandırıyor olabilir.
Yeni yaklaşımın mimarlarından Stanford‘lu fizikçi Leonard Susskind, kuantum
dolaşıklığın bir “uzaysal bağlantılılık” yaratıp parçacıklara dikiş atarak,
uzay kumaşını dokuyor olabileceğini söylüyor. Susskind’in çalışma arkadaşı
olan Princeton Üniversitesi‘nden Juan Maldacena, bu bağlantılılık olmasaydı
tüm uzayın parça parça kalacağını ekliyor. Yani bu durumda uzay-zamanın o
sağlam ve güvenilir yapısı, dolaşıklığın hayaletimsi özelliklerinden ortaya
çıkmış oluyor. Dahası, ER=EPR olması durumunda kütleçekim ile kuantum
mekaniğini uyumlu hâle getirmek de mümkün olabiliyor.
Kara delik savaşları
Kuantum dolaşıklığı anımsayalım. İki kuantum parçacık dolaşık duruma
geldiklerinde, tek bir varlığın iki parçası olurlar. Birbirlerinden ne kadar
uzakta olurlarsa olsunlar, parçacıklardan birinin başına gelen şey ötekini
de etkiler. Maldacena buna eldiven örneğini veriyor. Bir sağ el eldivenine
rastlarsanız, hemen bilirsiniz ki onun eşi sol el eldivenidir. Bunda
hayaletimsi bir durum yok. Kuantum versiyonunda ilginç olan ise eldivenlerin
ikisi de aslında hem sağ el hem de sol el (ve ikisi arasındaki tüm
olasılıklar) iken, birisi gözlemlendiği anda ya sağ tek ya da sol tek olması
ve eşzamanlı olarak diğer parçacığında öbür tek hâline gelmesi.
Kara deliğin olay ufku, artık geriye dönmenin imkansızlaştığı sınırdır.
Ufuk, tıpkı bir hologram gibi, içerideki her şeyin kodunu taşır.
Stephen Hawking‘in kara deliklerin buharlaşabilmesi keşfinde dolaşıklık
önemli rol oynamıştı. Olay dolaşık parçacık çiftleri ile ilgiliydi. Uzayın
her yanında çok kısa (belirsizlik ilkesinin izin verdiği kadar kısa) ömürlü
sanal madde-antimadde çiftleri sürekli belirip kaybolur. Buna kuantum
çalkalanmaları (fluctations) denir. Hawking, bu çiftlerden biri kara deliğe
düşerken diğeri düşmezse, deliğin ışınım yayımlayacağını fark etmişti.
Yeterince uzun bir süre sonunda delik buharlaşarak hiçliğe dönüşecekti ki,
bu da akla deliğe düşen enformasyona ne olduğu sorusunu getiriyordu.
Kuantum mekaniği yasaları bilginin bütünüyle yok olmasını yasaklar. Öyleyse
kara deliğe giren bilgi sadece çok mu değişmişti, yoksa gerçekten
kaybedilmiş miydi? Böylece Susskind’in adlandırmasıyla “kara delik
savaşları” başlamış oldu. Sonunda Susskind kendisini bile şoka uğratan
keşfiyle, deliğe düşen tüm bilginin 2-boyutlu olay ufkuna sıkışacağını
anladı. Kara deliğin olay ufku, artık geriye dönmenin imkansızlaştığı
sınırdır. Ufuk, tıpkı bir hologram gibi, içerideki her şeyin kodunu taşır.
Enformasyon kaybolmamıştır ama değişmiştir ve ulaşamayacağımız bir yerde
depolanmıştır. İlerleyen çalışmalarda holografi sadece kara deliklerin
anlaşılmasında değil, sınırı ile tanımlanabilen tüm uzay bölgeleri için
kullanılmaya başlandı. Son on yıldır da çılgınca görünen “uzayın bir tür
hologram olduğu” fikri ciddi bir çalışma alanı durumuna geldi.
Olay ufkunun ötesi
Holografi, kara deliklerin olay ufkunda ve diğer sınır bölgelerde ne olduğu
ile ilgilenir. İçeride olup bitenlere ilişkin bir şey söyleyemez. Örneğin
kara deliklerde olay ufkunun ötesindeki bilgiye erişmek imkansız olduğu için
fizikçilerin orada olup-bitenlerle ilgili deney yapması, fizik yasaları
tarafından yasaklanmıştır. Bununla beraber, 2012 yılında Santa Barbara’dan
bir grup fizikçinin yayımladığı makalede, kara deliklerin zaten bir iç
yapıya sahip olmadıkları, ufkun hemen ardında bir koruma kalkanı (firewall)
olduğu öne sürülmüştür.
Santa Barbara’lı fizikçilerin düşüncesi şuydu: Eğer olay ufku, görelilik
kuramının öne sürdüğü gibi pürüzsüz ve görünüşte sıradan bir yer ise, kara
delikten çıkan parçacıkların kara deliğe düşen parçacıklarla dolaşık olması
gerekir. Ama enformasyon kaybolmadığına göre, kara delikten çıkan
parçacıkların bir yandan da Hawking radyasyonu içinde saçılmakta olan
parçacıklarla da dolaşık olması gerekir. O zaman ortada çok fazla dolaşıklık
olur ve bunlardan birinin var olmaması gerekmektedir.
Dolaşıklığın tek eşli olma gerekliliği, iki parçacık arasında olabilmesi
nedeniyledir. Aynı anda iki dolaşıklık (yani kuantum çok eşlilik) basitçe
mümkün değildir. Çünkü o durumda kara deliklerin boğazındaki pürüzsüz ve
sürekli uzay-zaman var olamaz. Ufuktaki dolaşıklıkta meydana gelen bir
kırılma, uzayda bir süreksizliğe yol açıp enerjiyi katlar ve bir kalkan
(firewall) yaratır.
Bu ve bir kaç başka çalışmadan aldıkları ilhamla konuya eğilmeye devam eden
Susskind ve Maldacena, sonunda bir gün Maldacena’nın Susskind’e gönderdiği
ER=EPR şifresi ile araştırmalarını sunmaya yaklaşırlar. 2013 tarihli
makalelerinde, Santa Barbara fizikçilerinin atladığı bir dolaşıklık türünden
söz ederler. Bu dolaşıklık, Susskind’in deyimiyle uzayı tek parça hâlinde
tutmaktadır. Olay ufkunun içindeki ve dışındaki uzay bağımsız değildir.
Sınırın iki tarafındaki parçacıklar solucan deliği sayesinde bağlantılı
olabilirler. ER=EPR dolaşıklığı görünüşteki paradoksun bir nevi çevresinden
dolaşmaktadır. Makalede bazılarının “ahtapot resmi” diye dalga geçtiği bir
grafik yer almaktadır. Burada çok sayıda solucan deliği içeriden dışarıya
doğru çizilmiştir.
Bir diğer deyişle, kara deliğin boğazını düğümleyecek bir dolaşıklığa gerek
yoktur. Deliğin hâlâ içinde olan parçacıklar, uzun süre önce giden
parçacıklara doğrudan bağlıdır. Ufuktan geçmelerine gerek yoktur;
içeridekiler ve dışarıdakiler aynı olarak düşünülebilir. Karmaşık “ahtapot”
solucan deliği, kara deliğin içi ile Hawking ışınımıyla çok önceden gitmiş
parçacıkları bağlantılı kılmaktadır. Şu anda kimse ER=EPR düşüncesinin işe
yarayıp yaramayacağından emin olamıyor. Ne olursa olsun, dolaşık kuantum
parçacıklar ile uzay-zamanın pürüzsüzce kıvrık geometrisini denkleştirmek
çok büyük bir adım.
Kaynak: QuantaMagazine.org “Wormholes Untangle a Black Hole Paradox”
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Evrenin Kaynak Kodu
Bir fizik öğrencisinin öğrendiği ilk şey hız ile sürat
arasındaki farktır. Günlük hayatta eşanlamlı olarak kullanılan bu iki
kavramdan sürat, aslında hızın iki bileşeninden biridir. Skaler bir
büyüklük olan sürat hızın sayısal büyüklüğünü belirtirken, vektörel
bir büyüklük olan hızın bir de yönü vardır. Tüm vektörler, hem
sayısal nicelikleri hem de yönelimsel nitelikleri verilerek tanımlanabilir.
Aslında skalerler ve vektörler daha
geniş bir ailenin iki üyesidir: Tensörler. Skalerler
sıfırıncı mertebeden, vektörler de birinci mertebeden tensörlerdir. Daha
yüksek mertebeli tensörler de vardır ve mertebeleri onların kaç bileşenle
tanımlanabildiğini gösterir. Yani tensörler, çok boyutlu veri kümeleridir ve
fiziğin her köşesinde karşımıza çıkarlar.
Tensör ağları
Uzay-zaman dokusunu konu alan kuramsal çalışmalarda tensör ağları
son derece yararlı matematik araçlar olarak görülüyor. Bu yaklaşımda uzay-zaman
küçük legolar gibi birbirlerine tutunan parçaların oluşturduğu bir ağ iken,
legoları bir arada tutan şey de dolaşıklık oluyor. Eğer uzay-zamanı anlamak
istiyorsak, dolaşıklığı geometrik açıdan düşünmeliyiz.
Stanford Üniversitesi‘nden araştırmcı Brian Swingle
“Dolaşıklık uzay-zamanın kumaşıdır; sistemi dokuyan ipliktir. Bu yüzden
toplu özellikleri, tekil özelliklerinden farklı olur. Toplu
özelliklerin ilginçliklerini görebilmek için ise dolaşıklığın nasıl bir
dağılım gösterdiğini anlamak gerekir,” diyor. İşte bu dağılımın
matematiksel temsili tensör ağları oluyor. Swinger, katı
hâl fiziği çalışırken, egzotik malzemelerin özelliklerini öngörmek için
tensör ağları kullanmış. Daha sonra sicim kuramı üzerinde birkaç ek ders
almaya karar verdiğinde, sicim kuramının kara delik fiziğine ve kuantum kütleçekimine
yaklaşımı aklına tensör ağlarını getirmiş.
Kalabalık sistemlerin modellenmesi
Karmaşık bir kuantum sistemi modellemek kolay değildir.
Hatta klasik fizikte bile iki cisimden fazlası hesapları son derece
zorlaştırır. Üç nesneli bir sistemi (üstelik klasik fizikte) hesaplamakta
zorlanırken, milyonlarca atomdan oluşan sistemleri (kuantum fiziğinde)
hesaplamak için tensör ağlarına gereksinim duyulur. Dalga fonksiyonunun
içerdiği tüm bilgi tensör ağına sığdırılır ve deneyde
ölçülecek büyüklüklere odaklanılır: Malzemenin ışığı ne kadar eğdiği, sesi
ne kadar soğurduğu ya da elektriği ne kadar iyi ilettiği gibi. Tensör bu
anlamda bir kara kutuya benzetilebilir. Bir dizi sayı girdisi alır ve başka
bir dizi çıktı verir. Dolayısıyla basit bir dalga fonksiyonuna
uygulanabilir. Örneğin taban durumunda olup etkileşmeyen çok sayıda
elektrondan oluşan bir sistemin dalga fonksiyonuna uygulanır. Süreç, büyük
ve karmaşık bir sistemi temsil eden dalga fonksiyonu elde edene
dek tekrarlanır. Sonuçta ortaya net bir çizim çıkar.
Bu basitleştirmeyi elde etmenin anahtarı “yerellik”
ilkesidir. Her bir elektron sadece ona en yakın elektronlarla etkileşir. Çok
sayıda elektrondan her birinin komşuları ile etkileşimi ağda bir dizi
düğüm oluşturur. Bu düğümler tensörlerdir ve dolaşıklık onları
bağlamıştır. İşte ağı bu düğümler dokumuştur. Karmaşık bir hesap
kolaylaştırılmış, hatta bazı durumlarda sayım işine indirgenmiştir. Değişik
türde tensör ağları bulunur ve bunlar arasında en işe yarayanı MERA (çok
ölçekli dolaşıklık renormalizasyon tahmini hesabı) tipindekilerdir.
Holografik ilke
Bu ağların, tekil bir geometrik yapının nasıl çok sayıda
nesnenin karmaşık etkileşiminden belirebildiğini göstermeleri fizikçileri
çok heyecanlandırıyor. Ortaya çıkan geometrinin, uzay-zamanın
pürüzsüz geometrisinin, küçük pürüzler (kuantum parçacıklar)
arasındaki etkileşimler sonucu ortaya çıkışına benzeyebileceğini
seziyorlar. Tensör ağları üzerinde çalışan fizikçilerin, kaç boyut ile
başlanırsa ondan bir fazla sayıda boyuta sahip bir sistem ortaya
çıktığını görmeleri de, holografik ilkeyi geliştiren
kütleçekim kuramcılarının dikkatini çeken bir unsur olmuştu.
1970‘lerde fizikçi Jacob Bekenstein,
bir kara deliğin girişindeki bilginin, deliğin içindeki
3-boyutlu hacimde değil de, 2-boyutlu sınır bölgede kodlandığını
göstermişti. Ondan 20 yıl sonra Leonard Susskind ile
Gerard ‘t Hooft bu kavramı tüm evrene genişleterek, bir
hologram benzetmesi yaptı: 3-boyutlu evrenimizin tüm ihtişamı aslında
2-boyutlu bir kaynak koddan beliriyordu.
Swingle’ın çalışması, uzay-zamanın dolaşıklıktan dokunmuş kumaşı ile tensör
ağlarının holografik ilkesini harmanlayarak, eğimli uzay-zamanın ortaya
çıkışını öneriyor. Bu durumda uzay-zamanın, kuantum bilginin geometrik
temsili yani grafiği olduğu söylenebilir.
Büyük güçler, büyük sorumlulukları da beraberinde getirir. Dünya
üzerindeki gücümüzü ve bilgimizi daha da
ileriye taşımamız, Dünya üzerindeki canlı yaşamı ya da en azından insanlığı
yok edebilme ihtimalimizi her geçen gün arttırıyor. Peki, evreni
yok etmemiz mümkün mü?
CERN’deki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı parçacıkları
çarpıştırmaya başladığı sıralardaki yaygaraları hatırlayın. Birkaç felaket
tellalı, bu deneylerin kıyamete açılan bir kapı olduğunu iddia ediyordu. Var
olan bu öfke, protonların yüksek enerjilerle çarpıştırılıp araştırılması
ile tetiklendi. Einstein’ın genel görelilik teorisine göre;
bu kadar yüksek enerjinin atomdan daha küçük hacimde yoğunlaştırılması,
evreni ve zamanı bozup evrenin dokusunda bir delik açabilmeye yetebilir. Bu
mini kara delik aniden büyüyerek evreni yutabilir.
CERN, bu ihtimali ciddiye alıyor ve güvenlik/sağlık tedbirlerini
çalışma alanında göz önünde bulunduruyor. 2008 yılında açıklandığı üzre de,
bu felaket senaryolarının gerçekleşmesi neredeyse imkansız.
Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nın enerjisi orijinalinin 2 katına
çıkartılsa dahi, herhangi bir felaketin gerçekleşmesi söz konusu değil.
Fakat, yine de tam olarak bu işten sıyrılmış değiliz. Çünkü, 2012 yılında
Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda keşfedilen Higgs bozonu, aslında evrenin
tamamen farklı bir yolla yok edilebileceğine inanmamıza
sebep oldu.
Case Western Reserve University’den Lawrence Krauss ve James Dent, bu
tehlikeye ilk defa 2008 yılında dikkat çekmişlerdi. Krauss ve Dent’in
belirttiğine göre, problem, evrenin kuantum fiziğinin
kanunlarına göre işlemesi ve bu sistemin gözleminin kuantum durumu
etkileyebilmesinden kaynaklanıyor.
Bu durum size Schrödinger’in kedisi formundan tanıdık
gelebilir. Bu kedi, kapalı bir kutuda ölümcül bir zehir ile yaşayan
hayali bir hayvandır. Kutu açılana kadar kedi, hem ölü hem diri olarak
bulunur. Fakat, kutuyu açma eylemi, muhtemel geleceklerinden birisini
görmemize olanak sağlar. Kutu kapalıyken hem ölü hem diri
olarak bulunabilecek kedi, kutu açıldığında ya ölü ya da diri
olabilir. Bunun imkansız görünmesinin sebebi basit bir şekilde insana özgü
sezgilerimizin bu duruma aşina olmamasıdır. Fakat kuantum mekaniğinin tuhaf
kurallarına göre bu bütünüyle mümkündür. Bunun gerçekleşebilmesinin sebebi,
kuantum mekaniğindeki olasılık alanının devasa olmasıdır.
Matematiksel olarak bir kuantum mekaniği durumu, tüm muhtemel durumların bir
toplamıdır (yani süperkonumudur). Schrödinger’in kedisi’nin
durumunda kedi, ‘ölü’ ve ‘diri’ durumlarının süperkonumunda (aynı anda her
ikisinde birden) bulunur. Başka bir deyişle, insan gözlemi sistemin durumunu
değiştirir.
Krauss ve Dent’in önermesine göre, benzer bir durum evren için de
uygulanabilir. Kosmos için kuantum hal yazmak, teorik olarak
mümkün. Farklı haller arasındaki bu geçişler, tıpkı
Schrödinger’in kedisi deneyinde olduğu gibi, insan gözlemi
ile etkilenebilir. Bütün kosmosa ait bir özelliğin gözlemlenmesi, evrenin
genişlemesini hızlandırdığı düşünülen karanlık enerji gibi, halihazırda
bulunan iki farklı halin kesin tek bir hale
dönmesine sebep olabilir. Yani, bir süpernovaya bakmak, bütün bir evrenin
kuantum halini değiştirmeye yeterlidir.
Bu gözlemin sonucu, evrenin halini resetleyebilir. Başka
bir deyişle, evrenin halini birkaç adım geriye götürebilir. Fakat, bu
durumda uzak ihtimal olarak bir yıkım da mevcut. Çünkü, aslında biz,
fizikçilerin ”false vacuum” olarak adlandırdığı, uzay ve
zamanın stabil olmayan bir yapısında yaşıyoruz. Bu durum,
evrenin kuantum halinin yavaş yavaş daha stabil olana doğru
bozunduğu anlamına geliyor. Bundan dolayı, gözlem yapmak bu kuantum
hale aniden geçmenin bir anahtarı olabilir. Evren bir anda
kendi varlığına son verip, bizim artık içinde olmadığımız
daha stabil bir kosmos olarak ortaya çıkabilir.
Tabii ki, bu görüş ilk ortaya atıldığında oldukça tartışmalıydı. Çünkü,
fizikçilerin ”false vacuum” olarak adlandırdığı sistemin içerisinde yaşayıp
yaşamadığımızı bilmiyorduk. Fakat, Higgs bozonunun bazı
özellikleri gösteriyor ki, neredeyse kesin bir şekilde ”false vacuum”
içerisinde yaşıyoruz. Şimdilerde Arizona State University’de çalışmalarına
devam eden Krauss’un belirttiğine göre; bu keşif, sorunları daha
amacına uygun tartışmamızı sağladı.
Şu anda, kesin bir şekilde kozmozu gözlemlemenin, kozmozun kuantum halini
etkileyip etkilemeyeceğini bilmiyoruz. Eğer etkiliyorsa, gerçekten de
evrenin ölümünün zeminini hazırlıyor olabiliriz. Fakat,
tıpkı Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’ndaki kara delik korkusunda olduğu gibi,
geceleri uykumuzu kaçıracak bir durum söz konusu değil.
Yani bu durum, yalnızca bir düşünce deneyi; felaketin habercisi değil.
Kaynak: ”The human universe: Could we destroy the fabric
of the cosmos?” New Scientists, Retrieved
Yaklaşık 3.8 milyar yıl sürdü ama sonunda bu
günlere gelebildik. Dünya üzerinde yaşam, tarihinin büyük bir kısmı boyunca
oldukça sıkıcıydı. Daha sonra insanlar ortaya çıktı, ve herşey daha da
ilginç bir hal aldı.
Bizim türümüzü tanımlayan özelliklerden bir tanesi de bağlantı kurabilme
yeteneğimizdir. Doğumundan itibaren insan, etrafında gördüğü her şeyi
algılayıp yorumlar. Bazen bunlar basit olarak sesleri ve ışığı algılamak
aşamasında kalırken, bazen de kurduğu bağlantılarla Dünya’nın işleme
kanunlarının çıkarımını yapabilir- gündüz ve gece birbirini takip eder,
havaya atılan nesneler yere düşer, gibi. Bu çıkarımlar arasında kurduğu
bağlantılarla da olayları daha da anlamlı hale getirir; taş havaya
atıldığında yere düşüyorsa elma da havaya atıldığında yere düşer, gibi.
Bilim tarihi de bizim bağlantı kurma yeteneğimizle bağdaştırılabilir.
Bilim tarihi, alakasız gibi görünen olaylar arasındaki derin bağlantıların
kurulması tarihidir. Newton’un yere düşen elmayı farketmesi ve bu durumun Ay
ile olan bağlantısını kurması örneği üzerinden bu durumu düşünebilirsiniz.
Newton’un farkettiği şey; elmanın yere düşmesini sağlayan kuvvet ile Ay’ın
yörüngede kalmasını sağlayan kuvvetin aynı oluşuydu: kütleçekim. Faraday ve
Maxwell de benzer bir bağlantı sistematiği kullandılar ve elektrik ile
manyetizmanın, aslında birbirlerinden farklı görünseler de yakından ilişkili
olduklarını gösterdiler. Elektromanyetizma daha sonra beta bozunması gibi
şeylerden sorumlu zayıf nükleer kuvvet ile birleştirildi.
Bütün bu birleştirimler, evreni anlamamız için gerekli, farklı fiziksel
teorilerin sayısının azalmasını sağlıyor. Belki de, bir gün bütün teorilerin
tek bir teoride, her şeyin teorisinde, toplanması da mümkün olabilir.
Her Şeyin Teorisi, Gerçekçi Bir Arayış mı?
İlk olarak Afrika savanalarında hayatta kalmak için evrimleşmiş bir
beynimiz olduğunu biliyoruz. Peki gerçekten de beynimiz, bütün bir evreni
anlamamızı sağlayacak tek bir teori geliştirebilecek mi?
California Institute of Technology’den Sean Carroll’a göre; evrenin ve
Dünya’nın yaşı göz önüne alındığında gerçekten de insanlar kısa bir süre
içerisinde Dünya’nın işleyişi hakkında büyük miktarda bilgi toplayabildiler.
Bundan yalnızca bir yüzyıl önce, başka galaksilerin var olduğunu ya da
evrenin genişlemekte olduğunu bilmiyorduk. Tabii ki yalnızca bunlarla da
sınırlı değil. Kuantum mekaniği ile ilgili bildiklerimizin çok büyük bir
bölümünü geçtiğimiz 100 yıl içerisinde keşfettik ve evrenin işleyişi ilgili
oldukça isabetli teoriler ürettik. Bilginin şu andaki birikme hızı göz önüne
alındığında da, Carroll’a göre, bir gün bütün bir sistemin nasıl işlediğini
tam olarak anlayabiliriz.
Belki de anlayamayız. Örneğin şempanzeleri düşünelim, kaplumbağalardan
çok daha zekiler fakat hiçbir zaman kuantum teorisini kavrayamayacaklar, ya
da böyle bir teoriye ihtiyaçları olduğunu belki de hiç farketmeyecekler.
Şimdi de kendimizi şempanzelerin yerine koyup, şempanzeleri de kaplumbağalar
gibi düşünelim. Yani, şempanzelerden daha zeki olmamıza rağmen, hiçbir zaman
anlayamayacağımız derecede karmaşık şeyler olabilir mi? Kendi beynimizin
işleyişini bile bilgisayar modellemeleri yardımıyla anlamlandırmaya
çalıştığımız düşünülürse aslında bu sorunun yerinde olduğu ortaya çıkıyor.
Her şeyi anlayabilecek kapasitede olduğumuzu düşünsek bile, önümüzde
yapacak çok işimiz var. En başarılı iki fizik teorimiz; oldukça büyük
nesneler ile uğraşan genel görelilik ve oldukça küçük olanlarla uğraşan
kuantum mekaniği. Bu iki teorinin tek bir teoride birleştirilmesi şu
anda oldukça zor gibi görünüyor.
Benzer bir şekilde, dört temel fiziksel kuvveti tanımlamış durumdayız:
elektromanyetik, zayıf nükleer, güçlü nükleer ve yerçekimi(kütleçekim). Bu
kuvvetlerden üç tanesi temel parçacıkların ilişkisinin en iyi açıklandığı
standart model içerisinde değerlendirilebilir. Fakat kütleçekim standart
model içerisinde değerlendirilemiyor. Kütleçekim ve standart modeli
birleştirmek, her şeyin teorisine ulaşmamızda büyük bir adım olabilir. Yakın
zamanda ise bizi her şeyin teorisine götürecek en iyi atışımızın, küçük
titreyen yayların birbirleriyle ilişkisini yeniden biçimlendiren sicim
kuramının olduğunu söyleyebiliriz. Fakat buradaki sorun da, henüz sicim
kuramını test etmek için iyi bir yöntemimiz yok. Peki, deneyle test
edemeden, nasıl bu kuramı gerçekten anladığımızı iddia edebiliriz?
Yine de, Columbia University’den matematikçi Peter Woit’in de söylediği
gibi; nihayetinde bir gün bütün teorilerimizi test edip evreni
anlayabileceğimizi söylemememiz için hiçbir sebep yok.
Peki, kosmosu tamamen anladığımız zaman ne olacak? Eğer bilgi güç demek
ise, bu bilgi bizi ne kadar güçlü yapacak? Belki de bu bilgi bizi solucan
deliklerini kullanarak yolculuk yapabildiğimiz, istediğimiz yere
ışınlanabildiğimiz bilim kurgu filmlerindeki gibi bir geleceğe doğru
götürecek.
Tabii ki işin bir de kültürel boyutu var. Her şeyin teorisi aynı zamanda
kültürel bir şoku da beraberinde getirip, belki de ne olduğumuz hakkında
bize kesin bir şey söylebilir. Belki de evrenin merkezindeyizdir ya da
evrenin kıyısındayızdır ve gördüklerimiz holografik yansımalardır.
Öğrendiklerimiz bizi bambaşka çözümlemelere de götürebilir tabii ki. Ama
kesin olarak şunu bilebiliriz; biz evreni anlamak için çaba sarfetmeye devam
edeceğiz. Carroll’un söylediği gibi: ” Her şeyin teorisini araştırmadaki
önemli nokta bir şeyler yapıyor olmak değildir, Dünya’nın nasıl işlediğini
anlamaktır. Keşifin zaten kendisi bir ödüldür.”
Kaynak: ”The human universe: Can we understand
everything?” New Scientists Retrieved
20.yüzyıl fiziğinin en büyük başarılarından ikisi, Einstein’ın genel
görelilik kuramı ile kuantum mekaniğidir.
Her ikisi de evrene ve kendimize bakışımızı temelden değiştiren kuramlar
oldu, ama ikisini bir arada düşünmek mümkün olmadı. Kuantum mekaniği en
küçük ölçekte geçerli olurken, görelilik en büyük ölçeklerde kendini
gösteriyor. İki kuramı birleştirmek için yıllardan beri çabalayan fizikçiler
ise net bir sonuca ulaşabilmiş değil.
Geçtiğimiz aylarda İsrail’deki Hebrew Üniversitesi‘nden David
Bruschi tarafından yapılan bir çalışma kuantum mekaniği ile görelilik
kuramının birleştirilmesine yönelik bir adım niteliği taşıyor. Bruschi,
kuantum dolaşıklığın kütleçekim alanı üzerinde ölçülebilir bir etki
yaptığını ileri sürerek, kuantum mekaniği ve genel görelilik kuramları
arasında uzun zamandır aranan bağlantıyı (henüz deneysel kanıt olmasa da)
kuruyor.
Görelilik formülasyonu
Kuramcının düşüncesi ilkesel anlamda oldukça basit. Fizikçiler uzun
süredir bir parçacığın aynı anda birden fazla konumda bulunabildiğini
biliyorlar. Bu iki konum arasında, kuantum mekaniğinde matematiksel olarak
iyi tanımlı olan ve dolaşıklık adı verilen açık bir kuantum
bağlaşıklık (korelasyon) bulunuyor. Yeni yaklaşım ise matematiği
kuantum mekaniği yerine, görelilik bağlamında (kontekst) formüle etmek.
Bruschi, iki konumun en yüksek düzeyde dolaşık olduğu durumda ve olmadığı
(en yüksek düzeyde karışık olduğu) durumda, pertürbasyonun matematiksel
özelliklerinin nasıl evrildiğini formüle edince şunu buluyor: En
yüksek düzeyde karışıklık durumunda pertürbasyon sıfır olurken, en
yüksek düzeyde dolaşıklık durumunda pertürbasyon, parçacığın enerjisine ve
dolaşıklığın eşdurumluluk (coherence) zamanına bağlı bir ölçekte uzaya
yayılıyor. Bu çeşit bir pertürbasyon matematiksel olarak kütleçekim
dalgasına benzer; ancak çok daha küçük ölçeklidir. Aslında parçacığın
birazcık daha ağırlaşmasına denk bir durumdur. Bu da algılanma potansiyeli
var demektir.
Çok küçük bir etki
Yine de fazla heyecanlanmamak gerek. Bruschi etkinin elektron kütlesi
mertebesinde (10^-31 kg) kütlesi olan kuantum parçacıklar için ne boyutta
olacağına ilişkin üstünkörü bir hesaplama yapmış. Böyle bir parçacığın iki
konumda dolaşıklaşması durumunda, ağırlığında 10^37’de birlik bir değişim
olacağını bulmuş. Bu son derece küçük bir miktar elbette. Çok ağır
parçacıklar kullanarak etkinin arttırılabileceğini belirten Bruschi,
ultra-görelilikcil (ultra-relativistic: enerjisinin neredeyse
tamamı momentum biçiminde olup, durgunluk kütlesi aşırı küçük olan)
parçacıkların da işe yarayabileceğini ekliyor. Bir diğer olasılık ise tamamı
dolaşık durumda (N00N durumunda) olan çok sayıda parçacık kullanmak.
Makalenin önemi, etkinin gözlemlenebileceği ölçeği
öngörmesinden çok, böyle bir etkinin varlığını öngörmesi olsa gerek.
Bruschi’nin geleceğe dönük tasarısı, görelilik kuramı ile kuantum kuramını
bağdaştırabilmek ve sonunda da kuantum kütleçekim kuramına ulaşabilmek. Bu
yolda da, kuramsal olarak öngördüğü dolaşıklık nedenli ağırlık artışının
deneysel olarak gözlemlenmesi kuşkusuz büyük bir adım olacaktır.
Kütleçekimsel ışık sapması kuantum fiziği ile
hesaplandı
Nis 13, 2015 - Sevkan Uzel
Einstein 1916 yılında Genel Görelilik Kuramı‘nı
yayımladı. Kuramı deneysel olarak kanıtlayan ve ün kazandıran öngörü ise
nesnelerin kütlesel çekimlerinin ışığı saptıracağıydı. 1919 yılında yapılan
gözlem ile öngörü doğrulandı ve Güneş’in kütleçekim
alanında, uzak yıldızlardan gelen ışığın saptığı anlaşıldı. Her nesne kendi
kütleçekim alanı ölçüsünde bir sapma yaratsa da, Güneş gibi çok büyük
kütleli gök cisimleri söz konusu olunca, bu sapma gözlemlenebilir ölçüde
büyük oluyordu.
Genel göreliliğe göre, nesnenin kütlesi nedeniyle bir oyuk oluşturduğu
uzayzaman dokusu ile açıklanan kütleçekim kaynaklı bu olayı, şimdi
bilimciler kuantum fiziği yöntemleri ile hesaplamayı başardı. Böylece bir
türlü bağdaştırılamayan bu iki kuramın (genel görelilik ile kuantum
fiziğinin) birleştirilmesi yolunda önemli bir adım daha
atılmış oldu.
Bir kuantum alanı olarak kütleçekim
Son 10 yıldır ışığın sapmasını genel görelilik yerine kuantum
mekaniksel yasalar bağlamında açıklayabilmek için çalışan
Danimarka Niels Bohr Enstitüsü‘nden fizikçiler, Physical Review
Letters dergisinde yayımladıkları makale ile başarıya ulaştıklarını
açıkladı. Niels Bjerrum-Bohr ve ekibinin yaptığı çalışmada, kütleçekim bir
kuantum alanı olarak tanımlandı ve kuantum mekaniksel hesaplamalar ile
sapmanın ne olacağı öngörüldü.
Kuantum mekaniğinin kurucularından Niels Bohr’un torununun torunu olan
ekip lideri Niels Bjerrum-Bohr, hesaplamalarında
kütleçekimi bir etkin-alan kuramı (kütleçekimin olası bir kuantum-alan
kuramının düşük enerjili yaklaştırması) olarak tanımladıklarını, böylece
fotonların kütleçekimsel etkilerle nasıl çiftlendiğini
bulduklarını belirtiyor. Sunulan bu hesaplama yöntemi, kuantum kütleçekimin
ışığın sapması ve diğer kozmolojik olaylar üzerindeki olası etkilerinin
değerlendirilmesi için basit bir yol sağlıyor.
Her Şeyin Kuramı’na giden yolda bir adım daha!
Işığın sapma nedeni olarak uzayzamanın geometrisini gösteren genel
görelilik kuramı ile parçacıklar ve alanlardan söz eden kuantum kuramını
birleştirip “Her Şeyin Kuramı“na (Theory of Everything)
ulaşmak fiziğin hedeflerinin başında geliyor. Henüz bu başarılamamış olsa
da, farklı görüngüler için iki kuramda ayrı ayrı yapılan hesaplamaların
tutması oldukça heyecan verici.
Hesaplama yöntemlerinde son yıllarda erişilen ilerleme sayesinde şimdiye
kadar mümkün olmayan bu çalışmayı yapabildiklerini anlatan Bjerrum-Bohr,
etkin alan kuramından yararlandıklarını ekliyor. Böylelikle kuantum mekaniği
çerçevesi içine alınan ışığın sapması görüngüsü, astronomların uzak ışık
kaynaklarından bilgi alması açısından da büyük önem taşıyor.
Kaynak: – ScienceNordic.com “Scientists calculate the diffraction of
light with quantum physics”
Evrenimiz dört temel kuvvet tarafından yönetiliyor:
kütleli nesneleri birbirine çeken Kütleçekim Kuvveti,
elektrik yükleri arasındaki Elektromanyetik Etkileşim, atom
çekirdeğini bir bütün halinde tutan Güçlü Çekirdeksel Kuvvet
ve kararsız çekirdeklerin dağılmasına neden olan Zayıf Çekirdeksel
Kuvvet.
Bu saydıklarımızın son üç tanesi için fizikçilerin kuantum kuramları var.
Böylece bu kuvvetlerden ileri gelen görüngülerin en küçük atomaltı
ölçeklerde duyarlı hesaplamalarını yapabiliyorlar. Ancak kütleçekim bunun
dışında kalıyor. Onlarca yıldır süren çalışmalara karşın kütleçekim için
genel kabul gören bir kuantum kuramı halen mevcut değil. Evrenin temel
özelliklerinin daha iyi anlaşılabilmesi için ise bu mutlak bir gereklilik.
Stanford Üniversitesi’nden Parçacık Fiziği ve Astrofizik alanında çalışan
Prof.Lance Dixon, kuantum kütleçekim kuramının
geliştirilmesine ilişkin temel noktaları soru-cevap şeklinde ele alıyor:
Kuantum kütleçekim nedir?
Kütleçekim hariç, doğanın temel kuvvetlerini kuantum mekaniği
kavramlarını kullanarak tanımlayabiliyoruz. Parçacık fiziğinin Standart
Modeli’nde özetlenen bu kuramlarda kuvvetler, etkileşen parçacıklar
arasındaki minik bilgi parçacıklarının değiş-tokuşunun sonucudur. Örneğin
elektriksel yükler, foton (elektromanyetik kuvveti taşıyan ışık
parçacıkları) değiş-tokuşu yaparak birbirlerini iter veya çekerler. Güçlü ve
zayıf kuvvetlerin de fotona karşılık gelen parçacıkları vardır. Bunlar
sırasıyla gluonlar ve W ile Z bozonları olarak adlandırılır.
Atomaltı süreçleri hesaplamak için sürekli olarak bu kuramları kullanıyor
ve inanılmaz hassaslıkta sonuçlar elde ediyoruz. Örneğin CERN’de bulunan
Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda (LHC) gerçekleşen karmaşık proton-proton
çarpışmaları için son derece isabetli öngörüler yapabiliyoruz.
Ama kütleçekim farklı. Albert Einstein’ın genel görelilik kuramı büyük
ölçeklerdeki kütleçekiminin kütleli nesnelerin uzay-zaman dokusunda
yarattığı çarpıtmaların sonucu olduğunu açıklasa da, atomaltı parçacıkların
kütleçekimden nasıl etkilendikleri konusunda birşey söylemiyor. Kuantum
kütleçekimi, Einstein’ın genel göreliliği ile kuantum mekaniğini
birleştirmeye çalışıyor. Diğer kuvvetlerle benzerlik kurarak, kütleçekimin
de taşıyıcı parçacıkların değiş-tokuşu vasıtasıyla iletilebileceğini
öngörüyor ve bu kuramsal parçacıkları graviton olarak adlandırıyoruz.
Araştırmacılar kuantum kütleçekiminin hangi soruları
yanıtlamasını umuyor?
Kuantum kütleçekim evrene ilişkin önemli soruları yanıtlamamıza yardım
edebilir.
Örneğin kuantum etkiler, ışığın bile kütleçekimlerinden kaçamadığı büyük
kütleli nesneler olan kara deliklerin yakınında önem kazanıyor. Bununla
birlikte, kara deliklerin tam olarak kara olmadığı düşünülüyor. Eğer olay
ufkunun yakınındaki kuantum etkiler parçacık çiftleri üretirse ve eşlerden
biri kara deliğe düşerken diğer eş düşmezse, düşmeyen eşe Hawking Işıması
adı veriliyor.
Araştırmacıların daha iyi anlamayı umduğu bir diğer şey ise Büyük
Patlama’dan sonraki ilk saniyeler. O anlarda evren aşırı derecede sıcak ve
yoğundu, devasa bir enerjiydi. Planck ölçeği denilen o enerji ölçeğinde,
kütleçekim diğer temel kuvvetler kadar güçlüydü ve kuantum kütleçekimsel
etkiler çok önemliydi. Ama o enerjilerdeki fiziği betimleyebilecek bir
kuantum kütleçekim kuramına sahip değiliz.
Dünya üzerinde gerçekleşen süreçlerin çok daha küçük enerji ölçeklerinde
olduğunu, kütleçekim üzerinde ölçülemeyecek denli küçük kuantum düzeltmeler
olduğunu unutmamak gerek. Örneğin LHC’de ulaşılabilen en yüksek enerjiler
bile Planck ölçeğinden milyarlarca kat düşük kalıyor. O nedenle kuantum
kütleçekim çalışmaları büyük ölçüde “düşünce deneyleri”nden ibaret kalıyor.
Kütleçekimin bir kuantum kuramını bulmak neden bu kadar zor?
Kuantum kütleçekimin bir versiyonu sicim kuramı tarafından sunulmuş
durumda, ama başka olasılıkları araştırıyoruz. Kütleçekim, kuantum
kuramlarına sahip olduğumuz diğer kuvvetlerden epey farklı.
Herşeyden önce kütleçekim aşırı derecede zayıf. Diğer üç kuvvetin en
zayıfı olan Zayıf Kuvvet’ten bile milyarlarca kat daha zayıf. Aslına
bakarsanız kütleçekimin farkına varabilişimizin tek nedeni gezegeni
oluşturan tüm parçacıkların toplam çekim kuvvetini hissediyor oluşumuz.
Kütleçekimin bir diğer farkı da kütleli nesnelerin birbirlerine daima
çekim uyguluyor oluşu. Tersine, güçlü kuvvet sadece çok yakın mesafelerde
çekim uygularken, elektromanyetik kuvvet yüklerin işaretine göre çekici veya
itici olabiliyor.
Son olarak, graviton diğer tüm kuvvet taşıyıcı parçacıklardan farklı bir
parçacık özelliğine sahip. Spini, diğerlerinin iki katı kadar.
Hesaplamalar bundan nasıl etkilenir?
Matematiksel olarak ele alınması çok daha zorlaşır.
Biz genellikle kuantum etkileri hesaplamaya baskın bir matematiksel
terimle başlıyoruz ve giderek küçülen terimlerle devam ediyoruz.
Hesaplamamız gereken terimlerin sayısı, yani mertebe, elde etmek istediğimiz
duyarlılığa bağlı. İşi karmaşık hale getiren şeylerden biri yüksek mertebeli
terimlerin bazen sonsuz büyüklükte olması ve bizim öncelikle bu
sonsuzluklardan kurtulmamız gerekiyor. Yoksa anlamlı öngörüler yapamayız.
Elektromanyetik, zayıf ve güçlü kuvvetler için bunu nasıl yapacağımızı
uzun zamandır biliyoruz. Her mertebedeki sonsuzlukları yok etmek için
renormalizasyon dediğimiz sistematik bir yöntemimiz var. Böylece kuantum
etkileri çok hassas biçimde hesaplayabiliyoruz. Ne yazık ki kütleçekimin
farklı doğasından ötürü henüz kütleçekimin renormalize edilebilir bir
kuramını bulamadık.
Şu ana dek kuantum kütleçekim hakkında neler öğrendiniz?
Geçtiğimiz yıllarda bu alanda çalışan bilimciler, kuantum kütleçekim
hesaplamalarının nasıl yapılacağının daha iyi anlaşılmasında önemli adımlar
attı. Örneğin belli kuramlarda ve belli bir mertebede graviton etkileşimleri
için yazılan karmaşık matematiksel ifadelerin yerine, zaten bildiğimiz daha
basit ifadeler olan gluon etkileşimlerinin karesini yazabileceğimiz
anlaşıldı.
Bu keşif sayesinde kuantum etkileri giderek artan mertebelerde
hesaplamayı başardık. Bu da sonsuzluklar ortaya çıktığında bize yardımcı
oluyor. Meslektaşlarım ve ben N=8 süperkütleçekim adı verilen bir kuramda
hiçbir sonsuzluğa rastlamadan dördüncü mertebeye kadar hesaplama yapabildik.
İdealimiz, sonsuzluklara ilişkin çeşitli öngörüleri sınamak için daha
yüksek mertebelere çıkmak, ama bu çok zor.
Yakın zamanda bir de birbirleri üzerinden saçılma yapan iki gravitona
ilişkin kuram üzerine çalışmamız oldu. 30 yıldan fazla süre önce, bu
hesaplamaların ikinci mertebesinde sonsuzlukların belirdiği ve bunların
dualite dönüşümleri ile değiştirilebileceği gösterilmişti. Yani
kütleçekimsel alanların bir tanımını, eşdeğer bir başkası ile
değiştirebiliyoruz. Bu değişim çok şaşırtıcıydı çünkü tanımların kuantum
düzeyinde eşdeğer olmayabileceği anlamına geliyordu. Şimdi biz bu
farklılıkların aslında temelde yatan fiziği değiştirmediğini göstermiş
olduk.
Sizin kuantum kütleçekim yaklaşımınızın sicim kuramından farkı
ne?
Bizim yaklaşımımızda atomaltı parçacıklar noktasal olarak betimleniyor,
tıpkı Standart Model’de olduğu gibi. Bu parçacıkların her biri uzay ve zaman
boyunca yayılan bir temel alan ile ilişkili oluyor. Öte yandan sicim
kuramında parçacıkların yayılmış bir nesnenin farklı titreşimleri olduğu
düşünülür; aynı gitar telinden çıkan farklı notalar gibi. İlk yaklaşımda,
örneğin gravitonlar ile fotonlar kütleçekimsel ve foton alanları ile
bağlantılıdır. sicik kuramında ise her ikisi de bir sicimin farklı titreşim
modlarıdır.
Sicim kuramının çekici yanlarından biri, parçacıkları noktasal olmayan
yani yayılmış nesneler olarak almasının sonsuzlukları gideriyor olmasıdır.
Dolayısıyla ilkesel olarak sicim kuramı kütleçekimsel etkileri atomaltı
düzeyde öngörebilir.
Bununla birlikte, araştırmacılar yıllar içinde sicim kuramlarının doğru
görünmesini sağlayacak başka yollar bulmuşlardır. 1980’lerin ortasında
Princeton’da lisansüstü öğrencisi olduğum dönemde, öngörü yapabilecek sicim
kuramı için çok sayıda seçenek olabileceği aklıma gelmişti. 10 yıl kadar
sonra olası çözüm sayısı 10^500 mertebesine ulaşmıştı. Bir karşılaştırma
yapmak gerekirse Dünya üzerindeki insan sayısı 10^10’dan azdır;
Samanyolu’ndaki yıldız sayısı da 10^12’den azdır. Peki bizim evrenimizi
doğru biçimde tanımlayanını nasıl bulacağız?
Kuantum kütleçekim için ise durum tam tersi. Bu da yaklaşımı sicim
kuramından daha iyi öngörü yapabilir kılıyor, ilkesel olarak. Muhtemelen
kuantum kütleçekimdeki sonsuzlukları uygun biçimde gidermemizi sağlayacak
pek fazla kuram yok; daha bir tane bile bulmuş değiliz.
Ne tür bir gelişme bu alanda çığır açardı?
Birisi mucizevi bir şekilde, kuantum kütleçekimsel etkileri şu an mümkün
olandan daha yüksek duyarlılıkta öngörmek için tutarlı olarak
kullanabileceğimiz bir kuram bulsa, çok ilginç olurdu. Böyle bir kütleçekim
kuramı, şu an elimizde bulunan diğer doğa kuvvetleri tablosuna uyardı.
Sicim kuramı sınanamazlığı ile ünlüdür. Fakat geçtiğimiz günlerde iki
kuramsal fizikçininin ortaya attığı yöntem ile bu kurama ilişkin kanıt bulma
umudu doğdu. İleri Araştırma Enstitüsü’nden (IAS) kuramcılar, sicim
kuramının sınanmasında ilerleme kaydedebilecek yöntemlerinin 14
milyar yıl önce varolan parçacıkları aramak üzerinde yoğunlaştığını
ifade ediyor. O zamanlar evren, Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda (LHC)
gerçekleşen çarpışmalardan 15 milyar kat fazla enerjiyle büyümekteydi.
Bilimciler LHC’yi bu düzeye kadar çıkaramaz; hatta ona yaklaştıramaz
bile. Ama teknolojinin yardımı ve evrenbilimsel çalışmalar aracılığıyla bu
parçacıklara ilişkin kanıtları gözlemleme olasılıkları bulunur.
Bilinmeyen Parçacıklar
Şişme (Büyük Patlama’dan 10 ile 33 saniye arasında gerçekleşmiş olan çok
kısa süreli aşırı evren büyümesi) sırasında parçacıklar astronomik ölçekte
bir güçle çarpışıyorlardı. Bu zamana ait kalıntıları, kozmik arka
alan ışınımı adını verdiğimiz kalıntı enerji sisindeki minik
çalkantılar olarak görüyoruz. Bilimciler, o sıralarda varolan tarih öncesi
parçacıkların kalıntılarını da belki bulabilir.
“Eğer şişme sırasında yeni parçacıklar varolduysa, ilkel
çalkalanmalar üzerinde bir iz bırakmış olabilirler. Bunlar belirli desenler
şeklinde göze çarpabilir,” diyor Princeton İleri Araştırma
Enstitüsü’nden kuramcı Juan Maldacena.
Maldacena ve çalışma arkadaşı Nima Arkani-Hamed, bu parçacık desenlerinin
neye benzeyebileceği konusunda kuantum alan kuramı
hesaplamaları yapmış ve elde ettikleri sonuçları, bu yıl Hindistan’da
düzenlenen sicim kuramı konferansında sunmuşlardı.
Minik Sicimler
Sicim kuramı genellikle en temel görüşü ile özetlenir: Maddenin temel
birimleri parçacıklar değildir; tek boyutlu, titreşen enerji
iplikçikleridir.
Kuramın amacı, kuantum mekaniği ile Einstein’ın genel görelilik kuramı
arasındaki matematiksel bir uyuşmazlığı gidermektir. Örneğin bir kara
deliğin içinde, kuantum mekaniğine göre kütleçekim imkansızdır. Bir kuramı
diğerine uydurmak adına yapılan her türlü girişim, tüm narin sistemin
çökmesine yol açar. Bunu denemek yerine, sicim kuramı yepyeni bir
matematiksel çatı inşa eder. Bu yapıdan her iki kuram da doğal
olarak doğar. Doğanın kuvvetleri zarif bir biçimde birleşir ve bilinen tüm
temel parçacıklar doğru niteliklerle tanımlanmış olarak belirir.
Matematiksel bir sistem olarak sicim kuramı muazzam sayıda öngörüde
bulunmuştur. Peki bunların ne kadarı test edilebilmiştir? Şimdiye kadar
hiçbiri.
Sicimlerin evrendeki en küçük nesneler olduğu düşünülüyor. Parçacık
fiziği deneylerindeki ölçekler bile sicimler için devasa büyüklükler
anlamına geliyor. Dolayısıyla parçacık fiziği deneyleri üzerinde sicimlerin
etkilerini hesaplamak hiç kolay değil. Sicim kuramcıları yeni parçacıkların
varlığını öngörebiliyor, ama kütlelerini hesaplayamıyorlar.
Durumu daha da zorlaştıracak biçimde, sicim kuramı birbirlerinden
kuvvet, parçacık ve boyut sayılarıyla farklılaşan çeşitli evrenler
de tanımlayabiliyor. İncelenebilir enerjilerdeki öngörüler, bu bilinmeyen
ayrıntılara bağlı oluyor. Hiçbir deney, gerçekliğin böylesine çoklu
alternatifini sunan bir kuramı kanıtlayamaz.
Sicim Kuramını Sınamak
Ama bilimciler sicim kuramını en azından kısmen test edebilecek deneyler
yapabilmenin yollarını arıyor. Kuramın öngörülerinden biri, benzersiz bir
özelliğe sahip parçacıkların varolduğu yönünde: Spini 2’den büyük
olan parçacıklar.
Spin, temel parçacıkların bir özelliğidir. Spinsiz parçacıkların bozunumu
simetrik desenler izler. Spinli parçacıkların bozunumu asimetrik olur ve
spin arttıkça bu desenler giderek karmaşıklaşır. Böyle parçacıkların
çarpışmalarından ortaya çıkan karmaşık bozunum desenleri, evren genişleyip
soğurkenki duruma ilişkin izler barındırabilir.
Maldacena ve Arkani-Hamed’e göre, bilimciler spini 2’den büyük olan
parçacıkların desenlerini, gökadaların dağılımının ince çeşitlemelerinde
veya kozmik arka alan ışınımında bulabilir. Gözlemsel evrenbilimcilerin bu
ufak sapmaları görebilmesi için geniş bir uzunluk ölçeği aralığında ilkel
çalkalanmaları ölçmesi gerekir.
IAS kuramcıları, eğer böyle büyük kütleli ve yüksek spinli parçacıklar
var ise ölçümlerin ne olması gerektiğini hesapladı. Böyle bir parçacığın,
fizikçilerin LHC’de bulabileceğinden çok daha büyük kütleli olması
gerekiyor.
Zorlu Bir Önerme
Evrenbilimciler şu anda kozmik mikrodalga arka alan ışınımındaki
desenleri inceliyor. Planck, BICEP ve POLAR BEAR gibi deneyler, üzerine
rastgele olmayan bir kuvvetin etkidiğini kanıtlayacak olan
polarizasyon araştırması yapıyor. Eğer zamanın etkilerini geri
sarar ve bu enerji ile etkileşmiş tüm diğer kuvvetleri aradan çıkarırlarsa,
geriye kalan desenin şişme döneminden kalan izler olacağını umuyorlar.
Maldacena ve Arkani-Hamed tarafından öne sürülen desenler daha zor
farkedilebilir ve girişime daha duyarlı. O nedenle böyle sinyallerin
deneysel olarak bulunmasına daha çok zaman var gibi görünüyor.
Yine de bu araştırma böyle izlerin bulunması ve evrenin tümünde iz
bırakmış parçacıklara bakışımızın aydınlanması için bir adım olabilir.
Sicimlerin Değeri
Evrenin sicimlerden oluştuğunu birileri kanıtlasa da kanıtlamasa da,
sicim kuramının matematiğinin başka alanlara uygulanabileceği çoktan
anlaşıldı.
2009 yılında, araştırmacılar sicim kuramının matematiğinin yoğun madde
fiziğindeki geleneksel problemlere uygulanabileceğini keşfetti. O zamandan
beri, süperiletkenler üzerine yapılan çalışmalarda sicim
kuramından yararlanılıyor.
Kuantum alan kuramına ve süpersimetriye katkılarından ötürü 1990 yılında
Field Madalyası alan IAS kuramcısı Edward Witten, bu yılki sicim
konferansında gördüğü en yenilikçi çalışmanın Maldacena ile Arkani-Hamed’in
araştırması olduğunu belirtti.
Bilim insanları paralel evrenler kuramını gerçekten nasıl sınayacaklarını
bildiklerini düşünüyorlar. İşte pek çok evrenden birinde yaşayıp
yaşamadığımızı çözmemizin yolu…
Paralel evrenlerin varlığı modern kuramsal fiziğe fazla uygun olmamasıyla,
bilimkurgu yazarları tarafından uydurulmuş bir şey gibi görünebilir. Fakat
sonsuz sayıda paralel evrenden oluşan bir ‘çokluevren‘de
(İng. multiverse) yaşadığımız fikri, fizikçiler arasında görüş ayrılıkları
yaratmasına rağmen uzun süredir bilimsel bir ihtimal olarak düşünülüyor.
Güncel tartışmaların odağında ise kuramı sınamak için bir yol bulmak var;
gökyüzüne bakıp, diğer evrenlerle çarpışma izleri aramak da buna dahil.
Çokluevren görüşünün aslında bir kuram olmadığını, daha ziyade kuramsal
fizik üzerindeki mevcut anlayışımızın bir sonucu olduğunu akılda tutmakta
fayda var. Bu ayrım çok önemli. Parmaklarımızı şıklatıp “Şurada bir
çokluevren olsun” demedik. Evrenin sonsuz sayıda farklı evrenden biri
olabileceği görüşü, kuantum mekaniği ve sicim kuramı gibi mevcut
kuramlardan türedi.
Birçok-dünya Yorumu
‘Schrödinger’in kedisi’ adı verilen düşünsel deneyi belki duymuşsunuzdur.
Bu kedi, kapalı bir kutuda yaşayan hayali bir hayvandır. Kutuyu açma eylemi,
hem ölü hem de diri olduğu an da dahil kedimizin muhtemel
geleceklerinden birisini görmemize olanak sağlar. Bunun imkansız
görünmesinin sebebi basit bir şekilde insana özgü sezgilerimizin bu
duruma aşina olmamasıdır.
Fakat kuantum mekaniğinin tuhaf kurallarına göre bu bütünüyle mümkündür.
Bunun gerçekleşebilmesinin sebebi, kuantum mekaniğindeki olasılık alanının
devasa olmasıdır. Matematiksel olarak bir kuantum mekaniği durumu, tüm
muhtemel durumların bir toplamıdır (yani süperkonumudur).
Schrödinger’in kedisi’nin durumunda kedi, ‘ölü’ ve ‘diri’
durumlarının süperkonumunda (aynı anda her ikisinde birden) bulunur.
Fakat, gerçekçi bir mantık sağlamak için bunu nasıl yorumlarız? yaygın
yöntemlerden biri, bütün bu olasılıkları muhasebe kayıtları gibi düşünüp,
‘nesnel olarak doğru’ olan tek kedi durumunun bizim gözlemlediğimiz durum
olduğunu düşünmektir. Ancak, birisi çıkıp bütün bu olasılıkların gerçekten
varolduğunu ve bir çokluevrenin farklı evrenlerinde varlıklarını
sürdürdüklerini kabul etmeyi de seçebilir.
Sicim Mimarisi
Sicim kuramı, – geleceği en parlak olan olmasa bile – kuantum
mekaniği ile yerçekimini birleştirebilmemize olanak tanıyan en
parlak yaklaşımlarımızdan bir tanesidir. Bu herkesin bildiği üzere zordur.
Çünkü, kütleçekim kuvvetini, atom ve atomaltı parçacık ölçeklerinde yani
kuantum mekaniğinin çerçevesi içinde tanımlamak çok zordur. Bütün temel
parçacıkların tek boyutlu sicimlerden meydana geldiğini söyleyen sicim
kuramı ise doğanın bilinen bütün kuvvetlerini bir arada tanımlayabilir:
kütleçekim, elektromanyetizma ve nükleer kuvvetler.
Fakat sicim kuramının matematiksel olarak işleyebilmesi için en az 10 tane
fiziksel boyut olması gerekir. Biz sadece 4 boyutu gözlemleyebildiğimiz
için (yükseklik, genişlik, derinlik ve zaman), eğer doğruysa sicim
kuramının gerektirdiği ek boyutların bir şekilde gizli
kaldığı sonucuna ulaşılır. Fiziksel görüngüleri gördüğümüz biçimiyle
açıklamada kuramı kullanabilmek için, bu ek boyutların görülemeyecek kadar
küçük olacak şekilde bükülerek sıkıştırılmış olmaları gerekir. Belki de
bizim büyük 4 boyutumuzun her noktasında fark edemeyeceğimiz denli küçük 6
yön daha bulunuyordur.
Sicim kuramının, bazılarının özellik olarak tanımlayabileceği bir sorunu
da bu sıkıştırmayı yapmanın pek çok yolunun olmasıdır – 10 üzeri 500
olasılık miktarından bahsedilir. Bu sıkıştırmaların her biri, farklı
elektron kütleleri ve farklı kütleçekim sabitleri gibi birbirinden
farklı fizik kanunlarına sahip evrenlerden birinde sonuçlanacaktır.
Bununla beraber, sıkıştırma (İng. compactification) yöntembilimine karşı
güçlü itirazlar da bulunmaktadır, bu sebeple mesele tam olarak oturmuş
değildir.
Fakat, ortadaki sorunun şu olduğunu farzedelim: ”Biz bu olasılık
tabiatlarının hangisinin içinde yaşıyoruz?”. Sicim kuramının kendisi bunu
tahmin edecek bir işleyiş sağlamıyor ve sınayamadığımız için
kullanışsız hale geliyor. Fakat neyse ki, erken evren
kozmoloji çalışmamızdan bir fikir, bu açığı bir özelliğe dönüştürüyor.
Erken Evren
Evrenin çok erken zamanlarında- Büyük Patlamanın hemen sonrasında- Evren,
şişme adı verilen hızlandırılmış bir genişleme dönemine girdi. Şişmeye,
aslında mevcut gözlenebilir evrenin neden neredeyse tekdüze sıcaklığa
sahip olduğunu açıklamak için başvurulmuştu. Ancak kuram aynı zamanda,
daha sonra Cosmic Background Explorer, Wilkinson Microwave Anisotropy
Probe ve PLANCK uzay aracı gibi farklı uzay araçları tarafından
doğrulanan, bu kararlılık etrafındaki sıcaklık dalgalanmalarının spektrumu
ile ilgi de tahminde bulundu.
Kuramın kesin detayları hâlâ ateşli bir şekilde tartışılırken,
fizikçilerin büyük bir bölümü şişmeyi kabul ediyor. Ancak, bu kuramın bir
sonucu, evrenin hâlâ hızlanmakta olan başka bölümlerinin olması gerektiği.
Oysa uzay-zamanın kuantum dalgalanmaları yüzünden, evrenin bazı bölümleri
aslında hiçbir zaman şişmenin son durumuna ulaşmaz. Bu şu anlama geliyor,
evren en azından şu an bildiklerimize göre daima genişlemektedir. Bu
yüzden bazı bölümler, diğer evrenler haline gelmekle sonuçlanabilir ve bu
evrenler de başka evrenler olur ve bu böyle devam eder. Bu işleyiş sonsuz
sayıda evren oluşturur.
Bu senaryoyu sicim kuramı ile birleştirirsek, bu evrenlerin her birinin ek
boyutlarının farklı sıkıştırılmışlıklara ve bu nedenle de farklı fizik
kanunlarına sahip olması olasılığını elde ederiz.
Fotoğraf : Evrensel arka alan
ışınımı. Kütleçekim dalgaları ve diğer evrenler ile çarpışma işaretleri
için didik didik aranıyor.
Kuramı Sınamak
Sicim kuramı ve şişme tarafından tahmin edilen evrenler, kuantum
mekaniğinin matematiksel bir uzayda yaşayan pek çok evreninden farklı
olarak aynı fiziksel uzayda yaşıyorlar ve üst üste gelebilir veya
çarpışabilirler. Aslında, kaçınılmaz olarak evrensel gökyüzünde aramayı
deneyebileceğimiz muhtemel izler bırakarak çarpışmalıdırlar.
İzlerin kesin detayları, modellere çok yakından bağlı ve evrensel
mikrodalga arkaplanındaki soğuk veya sıcak noktalardan, galaksilerin
dağılımındaki kuralsız boşluklara kadar uzanıyorlar. Buna rağmen, diğer
evrenler ile olan çarpışmaların belirli bir yönde gerçeklesmesi
gerektiğinden, herhangi bir izin gözlemlenebilir evrenimizin tekdüzeliğini
kıracağı ise genel bir beklenti.
Bilim insanları etkin bir şekilde bu izlerin peşine düştüler. Bazıları
bunu doğrudan Büyük Patlamanın ardında bıraktığı parlaklıkta, evrensel
mikrodalga arkaplanındaki damgalar üzerinden arıyor. Ancak, henüz böyle
bir iz görülmedi. Diğerleri ise, tıpkı devasa nesneler içinden geçtiğinde
uzay-zamanda meydana gelen daire şeklindeki dalgalar olan yerçekimi
dalgaları gibi dolaylı destek arıyorlar. Bu gibi dalgalar şişmenin
varlığını doğrudan kanıtlayabilir ve en sonunda çokluevren kuramının
desteğini pekiştirebilir.
Varlıklarını kanıtlayıp kanıtlayamayacağımızı tahmin etmek zor. Fakat
böyle bir bulgunun devasa sonuçları göz önünde tutulursa, kesinlikle
aramaya değer olmalı.
Kaynak : Sciencealert.com,
“Scientists think they know how to test the parallel universes theory
– for real”
1900’lü yıllarda İngiliz fizikçi Lord Kelvin’in şöyle dediği rivayet
edilir: “Fizikte artık keşfedecek bir şey kalmadı. Yapılabilecek tek şey
giderek daha netleşen ölçümler almak.” Bundan 30 yıl kadar sonra ise fizik
alanında kuantum mekaniği ve görelilik kuramı
devrim yarattı. Bugün hiç bir fizikçi evrene ilişkin fiziksel bilgimizin
tamamlanmaya yaklaştığını iddia etmeye cesaret edemez. Tam tersine, her bir
yeni keşif daha büyük bir Pandora kutusunun kilidini açmış oluyor ve daha
derin fizik soruları ortaya çıkarıyor. Gelin şimdi hâlâ yanıt aranan
sorulardan en ünlü bir kaç tanesini inceleyelim.
1) Karanlık enerji nedir?
Astrofizikçiler, sayıları ne kadar eğip-bükse de, evren
denklemi tutmuyor. Kütleçekimin uzay-zamanı içe doğru çekmesine rağmen,
evren giderek daha hızlı bir şekilde genişliyor. Astrofizikçiler bu
duruma neden olan görünmez bir etkenin var olduğunu, bu etkenin kütleçekime karşı
koyaduğunu ileri sürüyor. İşte buna da karanlık enerji
adını veriyorlar. En geniş çapta kabul gören modelde karanlık enerji bir “evrensel
sabit” olarak rol alıyor. Yani uzayın içkin bir özelliği olup,
negatif kütleçekim gibi davranıyor. Uzay genişledikçe, daha fazla yer
açılıyor, dolayısıyla da daha çok karanlık enerji oluşuyor. Genişlemenin
gözlemlenmiş hızına bakılırsa, bilimciler toplam karanlık enerji miktarının,
evrenin %70 kadarı olduğunu belirtiyorlar. Fakat onun nasıl
aranıp bulunacağını bilen kimse yok.
2) Karanlık madde nedir?
Evrendeki maddenin yaklaşık %84’ünün ışığı soğurmadığı
ve yayımlamadığı biliniyor. Böyle maddelere karanlık madde
adı veriliyor ve doğrudan görülemiyorlar. Aslına bakarsanız, henüz dolaylı
yollardan da saptanabilmiş değiller. Karanlık maddenin varlığı ve
özellikleri, görünür madde üzerine yaptığı kütleçekimsel etkiden, ışımadan
ve evrenin yapısından çıkarılabiliyor. Bu tuhaf maddenin,
gökadaların banliyölerinde hüküm sürdüğü ve “zayıf etkileşen büyük
kütleli parçacıklar”dan (WIMP) oluşmuş olabileceği düşünülüyor.
Dünyanın çeşitli noktalarında WIMP arayan dedektörler bulunsa da, henüz bir
şey bulamadılar.
3) Neden zamanın yönü var?
Zaman ileri doğru akar çünkü evrenin entropi özelliği
(düzensizlik derecesi) sürekli artar. Entropideki bir artışı, oluştuktan
sonra geri döndürmek mümkün olmaz. Entropinin hep arttığı gerçeği mantıksal
bir meseledir: Parçacıkların düzensiz dağılabilecekleri
olasılıkların sayısı, düzenli dağılabileceklerinden çok daha fazladır.
Dolayısıyla bir değişim gerçekleşirken, sonucun düzensiz seçeneklerden
birine dönüşme olasılığı çok daha büyük olur. Ancak
buradaki asıl önemli soru, geçmişte entropinin neden düşük olduğudur. Başka
bir deyişle, evren neden başlangıçta düzenli bir yapıdaydı, neden devasa
miktarda bir enerji ufacık bir yere sıkışmış durumdaydı?
4) Paralel evrenler var mı?
Astrofiziksel veriler uzay-zamanın eğimli değil de düz bir
şekilde sonsuza uzanıyor olabileceğini öneriyor. Eğer öyleyse
bizim görebildiğimiz ve evren olarak adlandırdığımız bölge,
sonsuz genişlikte bir çoklu-evrenin (multiverse) küçük bir
parçası demektir. Öte yandan kuantum mekaniği, her bir
kozmik parçada sonlu sayıda olası parçacık konfigürasyonu (10^10^122 farklı
olasılık) olabileceğini söyler. Öyleyse sonsuz sayıda kozmik parça
olduğunda, parçacık düzenlenişlerinin tekrar etmesi kaçınılmazdır.
Yani parçacıkların aynen bizim evrenimizdeki gibi düzenlendiği
farklı evrenler var demektir. Bundan başka bizim evrenimizden bir
parçacıklık konfigürasyon farkı bulunan, iki parçacıklık
konfigürasyon farkı bulunan ve ayrıca bütün parçacıkların farklı düzenlenmiş
olduğu evrenler de var demektir. Bu mantıkta yanlış olan bir şey var
mı, yoksa tuhaf sonucu gerçek mi? Ve eğer gerçekse, paralel
evrenlerin varlığını nasıl saptayabiliriz?
5) Neden antimaddeden daha çok madde var?
Evrendeki madde miktarının neden zıt yüklü ikizi antimaddeden bu
kadar fazla olduğu sorusu, aslında neden var olan her şeyin var
olduğu sorusuyla aynı kapıya çıkar. Evrenin maddeye de antimddeye de
simetrik davrandığını, Büyük Patlama sırasında tam olarak eşit
miktarda madde ve antimaddenin ortaya
çıktığını farz ediyoruz. Fakat eğer gerçekten böyle olduysa, yine
birbirlerini ortada hiçbir şey kalmayacak biçimde yok
etmeleri gerekirdi. Protonlar anti-protonlarla, elektronlar pozitronlarla
(anti-elektron), nötronlar da anti-nötronlarla birleşip yok olmalı ve geride
maddesiz bir foton denizi kalmalıydı. Bir nedenden ötürü
yok olmadan kalan madde fazlalığı oluştu ve böylece biz var olduk. Bu
durumun da kabul edilebilir herhangi bir açıklaması bulunamadı.
6) Evrenin geleceğinde ne var?
Evrenin geleceği bilinmeyen bir omega faktörüne bağlı.
Evrendeki madde ve enerji yoğunluğunun bir ölçüsü olan Ω faktörü
eğer 1’den büyükse, uzay-zaman tıpkı bir küre gibi kapalı demektir.
Karanlık enerji yoksa, evrenin genişlemesi eninde-sonunda duracak ve bu kez
büzüşme başlayacak demektir. Sonunda da evren kendi içinde çökecek, yani
Büyük Çökme gerçekleşecektir. Eğer evren kapalı ama
karanlık enerji de mevcut ise, küresel evren sonsuza dek
genişleyebilir.
Ω faktörü 1’den küçükse, evrenin geometrisi açık bir
yapıda demektir. Bu durumda nihai son, Büyük Donma‘yı
izleyen bir Bütük Yırtılma olacaktır. Evrenin dışa
genişlemesi gökadaları ve yıldızları birbirlerinden uzaklaştıracak, ardından
da genişleme hızı o denli artacaktır ki, atomları bir arada tutan kuvvetleri
bile etkisiz kılacaktır.
Ama eğer Ω=1 ise, evren düzdür ve sonsuz bir düzlem
olarak genişler. Eğer karanlık enerji yoksa, böyle bir düzlemsel evren
sonsuza dek genişler, fakat giderek azalan bir genişleme hızı olur ve
durmaya yaklaşır. Eğer karanlık enerji varsa, düz evren de sonunda
Büyük Yırtılma deneyimi yaşayacaktır.
7) Ölçüm yapmak kuantum dalga fonksiyonunu nasıl çökertir?
Elektron, foton ve diğer temel parçacıkların hüküm sürdüğü garip dünyada
geçerli yasa kuantum mekaniğidir. Parçacıklar küçük toplar
gibi değil, geniş bir alana yayılmış dalgalar gibi davranırlar. Her parçacık
bir dalga fonksiyonu ya da olasılık dağılımı
ile betimlenir. Bu dağılım parçacığın konumu, hızı ve diğer özelliklerine
ilişkin bilgi içerir; fakat tam bir netlikte ne olduklarını söyleyemez.
Her bir özellik için bir değerler kümesi bulunur ve dalga fonksiyonu
bu kümedeki değerlerin olasılıklarını söyler. Net bir yanıt
isterseniz, deneysel ölçüm yapmanız gerekir. Ölçümle birlikte daga fonsiyonu
çöker ve örneğin konuma ilişkin net ve tek bir yanıt alınır.
Peki nasıl ve neden parçacığı ölçmek daga fonsiyonunun
çökmesini sağlayarak, deneyimlediğimiz bu sağlam gerçekliği yaratır?
Ölçüm problemi olarak bilinen bu ezoterik mesele, şayet mevcutsa
gerçekliğin ne olduğunun anahtarını saklıyor.
8) Sicim Kuramı doğru mu?
Tüm parçacıkların tek boyutlu düğümlerden yani sicimlerden
oluştuğunu ve bunların farklı titreşimlerinin farklı parçacıklar
olarak algılandığını düşünmek, fizikçilerin işini epey kolaylaştırıyor.
Sicim Kuramı sayesinde fizikçiler parçacıkları yöneten kuantum
mekaniği ile uzay-zamanı yöneten kütleçekimi birleştirebiliyorlar.
Böylece evrendeki dört temel kuvveti tek bir çerçevede görebiliyorlar.
Sorun şu ki, Sicim Kuramı’nın işe yaraması için evrenin 10
ya da 11 boyutlu olduğunu kabul etmek gerekiyor: 3 tane
büyük uzay boyutu, 6 ya da 7 tane sıkışmış uzay
boyutu ve 1 tane de zaman boyutu. Sıkışmış uzay boyutları tıpkı
titreşen sicimler gibi aşırı küçük boyutlarda olmalılar ve onları algılamak
için şu an elimizde hiç bir yöntem yok. O nedenle bu kuramı şu an için
doğrulamak da mümkün değil, yanlışlamak da.
9) Kaosta düzen var mı?
Fizikçiler akışkanların davranışını tanımlayan denklemleri tam
olarak çözemiyorlar. Aslında Navier-Stokes denklemleri
denilen bu eşitliklerin genel bir çözümünün olup olmadığı bile
bilinmiyor. akışkanın her noktasını tanımlayan bir çözüm var mı, yoksa
çözümün tekillik denilen bilinmeyen noktaları mı var? Sonuç olarak
kaosun doğasını anlayamıyoruz. Fizikçiler ve matematikçiler hâlâ
hava tahminlerini tutturmanın zor mu olduğunu, yoksa zaten net
öngörü yapmanın imkansız mı olduğunu merak ediyorlar. Türbülans
matematiksel olarak betimlenebilir mi, yoksa matematiği aşar mı?
Kaynak: LiveScience.com “The 9 Biggest Unsolved Mysteries in Physics”
Kuantum dünyası klasik dünyaların etkileşiminden mi
doğuyor?
Nis 8, 2015 - Sevkan Uzel
Paralel evrenler uzun süredir kuramsal fiziğin
gündeminde yer alıyor. Dinozorların yeryüzünden silinmediği bir evren,
kızılderililerin barış içinde yaşamaya devam ettikleri bir başka dünya,
okulun ilk günü o çocuğun yanına oturmadığınız ya da hiç doğmadığınız bir
gerçeklik… Tüm bu olası paralel dünyaların aslında o kadar da paralel
olmayıp, birbirleriyle etkileşime girebileceklerini öne süren bir çalışma,
geçtiğimiz aylarda Physical Review X dergisinde yayımlandı. Bu
ilginç kuram, klasik dünyalar arasındaki söz konusu etkileşimlerin, kuantum
görüngülerinin nedeni olabileceğini ileri sürüyor.
Avustralya’nın Brisbane kentindeki Griffith Üniversitesi’nden kuramsal
kuantum fizikçisi Howard Wiseman ve ekibinin yaptığı
çalışmada, herhangi bir dalga fonksiyonunu referans almadan, kuantum
etkilerinin sonlu sayıda klasik dünya arasında gerçekleşen
evrensel etkileşimlerden doğabileceği belirtiliyor. Böylece kuantum
kuramını, mekanik kuramın süreklilik limiti olarak anlamak
mümkün oluyor. Burada kullanılan ‘dünya‘ teriminin de,
özellikleri net bir biçimde belirlenmiş tüm evren anlamında olduğunu
anımsayalım. Bu yaklaşımda evrenin özellikleri, parçacıklarının ve
alanlarının klasik konfigürasyonu ile belirlenmiş olup, her dünya
deterministik bir evrim sergiler.
Etkileşen paralel evrenler
Howard Wiseman -Griffith University
“Bu, önceki kuantum yorumlarına göre temelden bir değişim demek,” diyor
Howard Wiseman. Yıllardan beri kuramcılar, kuantum davranışı çok çeşitli
matematiksel çerçeveler yoluyla açıklamayı denemişlerdir. En eski
yorumlardan biri, klasik dünyanın çok sayıda eşzamanlı kuantum dünyaların
varlığından ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Ancak
Amerikalı kuramcı Hugh Everett tarafından 1950’lerde ortaya atılan bu “çok
sayıda dünya” yaklaşımı, birbirlerinden bağımsız ve etkileşimsiz
dünyalar fikrine dayanıyordu. Tam tersine, Wiseman’ın takımı
birbirini dürten çok sayıda dünya kurguluyor ve buna “çok
sayıda etkileşen dünya” adını veriyorlar. Kendi başına her bir dünya
klasik Newton fiziği ile yönetiliyor. Ama birlikte, bu dünyaların etkileşim
hareketi, fizikçilerin kuantum dünyası olarak betimledikleri görüngüye yol
açıyor.
Bu etkileşimin kuantum görüngülerini nasıl üretebileceğinin izini
matematiksel olarak süren fizikçiler, pek çok kuantum görüngüsünün çok
sayıda etkileşen dünya kuramı ile açıklanabileceğini vurguluyorlar.
Yayımladıkları makalede, parçacıkların dalga doğasını gözler önüne
seren ünlü çift yarık deneyinde gözlemlenen kuantum girişiminin 41 tane
etkileşen dünya ile nasıl ortaya çıkabileceğini gösteren hesaplamalar
sunulmuş. Ayrıca kuantum davranışın iyi bilinen örneklerinden biri olan
kuantum tünellemeye ilişkin bir açıklamaları var. Kuantum tünelleme,
parçacıkların klasik dünyada kendi başlarına aşamayacakları enerji
bariyerlerinden tünelleme yapabilmeleri olgusudur. Dediğine göre Wiseman’ın
senaryosunda, bir enerji bariyerine iki tarafından yaklaşan iki klasik
dünyadan biri hızını arttırırken diğeri geri teper. Böylece ortaya çıkan
dünyada, parçacık aşılamaz bir engelden geçmiş gibi görülür.
“Böyle bir açıklamanın kesin doğru olduğunu söylemek mümkün değil,” diyor
Wiseman. Her şey bir yana, çok sayıda etkileşen dünya kuramının başa çıkması
gereken daha çok konu var; kuantum dolaşıklığı açıklayabilmek gibi. Wiseman,
dünyaların etkileşmesini sağlayan kuvvetlerin özellikleri ve etkileşim için
özel başlangıç koşullarının gerekip gerekmediği gibi konuların araştırılması
konusunda diğer bilimcilere önayak olmayı umuyor. “Kuantum görüngülerinin
doğal bir biçimde belirdiği bir kuram arayışı benim itici gücüm,” diyor.
Michigan Üniversitesi Ann Arbor kampüsünden fizik felsefecisi Charles
Sebens yeni yaklaşımı heyecan verici bulduğunu belirtiyor. Kendisinin de
bağımsız olarak geliştirdiği ve “Newton kuantum mekaniği”
gibi çelişik bir ad verdiği benzer çalışmaları bulunuyor. Aslında o ve
Wiseman’ın ekibi aynı genel düşünceye farklı yaklaşımlarda bulunmuş. “Onlar
taban durumu enerjisi ve kuantum tünelleme gibi belli görüngülerin kapsamlı
analizlerini yapmışlar. Bense olasılık ve simetri konusunda daha derin
çalıştım,” diyor Sebens.
Ekibin atacağı bir sonraki adım, düşüncelerini sınayabilecekleri yollar
bulmak olacak. Eğer çok sayıda etkileşen dünya yaklaşımı doğruysa,
muhtemelen kuantum kuramından biraz farklı öngörüleri olacak. Wiseman şöyle
diyor: “Bu sapmaların ne olabileceğini henüz bilmiyoruz, ancak insanların şu
anda aramakta olduğu türdeki sapmalardan çok daha farklı olabileceğini
düşünüyoruz.”
Kaynaklar: – Nature.Com “A quantum world arising from many ordinary ones”
– H.Wiseman. “When parallel worlds collide … quantum mechanics
is born”
Andrei Linde, 80’li yılların başında fizikçi Alan Guth’un geliştirdiği
kozmik şişme teorisi üzerine çalışırken evrenin tek ve
emsalsiz olamayabileceği üzerine bir teori geliştirmiş ve daha sonra bu
bilimsel yaklaşım sicim teorisi tarafından da onaylanmıştı.
Çoklu evrenler olarak adlandırılan bu model, artık bilim dünyasında yaygın
olarak kabul edilen bir fikre dönüştü. Çünkü daha önce fiziğin açıklamakta
zorlandığı konuları alternatif bir yaklaşımla aydınlatabiliyor. Örneğin,
evrenin yaşama uygun ortamı barındırmış olması kolayca açıklanmayan
konuların başında geliyordu. Bu, ya rastlantısal bir durum olmalıydı ya da
yaşamın oluşması için en uygun ortamı sağlayacak şekilde gelişmişti (antropik
ilke). Eğer çoklu evrenler modeli doğruysa, bu uyum tamamen bir rastlantı.
Çünkü teoride bahsi geçen evren sayısı öyle fazla ki bunca ihtimal içinde
bir değil birçok farklı evrende yaşam olabileceği gerçeği ortaya çıkıyor.
Kozmik Şişme
Evrenin her yerine eşit olarak yayılan düzenli olma yönündeki eğilim
kozmik şişme kuramıyla açıklanıyor. Bu kuram çoklu evrenler modelini de
zorunlu kılarak, evrenimizin, her biri farklı özelliklere sahip
evrenlerden oluşan dev bir yapıda yer aldığını söylüyor.
Şişme kuramı öncesinde tek ve emsalsiz olan bir evrende
yaşadığımızı düşünüyorduk. Dahası kozmolojik gözlemlerimiz de evrenin
neredeyse hiç değişmeyen bir davranış modeline sahip olduğunu gösteriyordu.
Yani evrenin her yerinde düzenli olma yönünde bir eğilim görülmekteydi ve bu
homojen dağılımın sebebini kimse açıklayamıyordu. Linde artık tek ve
emsalsiz evren modelini rafa kaldırmamız gerektiğini düşünüyor.Çünkü kozmik
şişme teorisi evrenin düzenli olma yönündeki eğilimini açıkladığı gibi
beraberinde çoklu evrenler modelini de zorunlu kıldı. Bu nasıl mı oldu?
Teoriye göre; evren oluşum aşamasında muazzam hızda bir uzay
genleşmesi geçirdi. Böylece uzayın birbirinden farklı içeriğe sahip
kısımları esneyerek değişime uğradı, son derece pürüzsüz bir hal aldı. Bu
noktada galaksiler belirmeye başladı. Linde bundan sonrasını şöyle
açıklıyor; “Evrenin bir futbol topunun siyah ve beyaz altıgenlerden oluşuyor
olması gibi bir yüzeyi olduğunu farz edenin. Topu patlatmadan şişirebilecek
olsaydık, her bir siyah ve beyaz altıgen müthiş derece genişler ve
birbirlerinden uzaklaşmaya başlardı. Siyah altıgenlerden birinde yaşıyor
olsak, genişleme arttıkça beyaz kısımların varlığından bile habersiz duruma
gelirdik. Sonunda tüm evrenin siyahtan ibaret olduğunu düşünüp neden başka
bir rengin oluşmadığı üzerine bilimsel açıklamalar üretmeye çalışırdık.
Beyaz altıgenlerden birinde yaşayanlar da aynı şeyi düşünüyor olurlardı.
İşte şişme kuramı hem siyah hem de beyaz bölümlerin var olabileceğini ve
bizim bunu gözlemleyemeyeceğimizi söylüyor.” Özetle Linde, bu
altıgenlerin her birinin farklı fizik kurallarına sahip evrenler olduğunu
söylüyor.
Daha büyük hali için görselin
üzerine tıklayınız.
Günümüzün en güçlü teorilerinden olan sicim kuramı da
uzay-zamanı 10 boyutlu (9 uzay boyutu ve zaman) olarak
başanlı bir şekilde formüle ederek buna destek veriyor. Ama bizim
algıladığımız 3 boyutlu uzayda diğer boyutların fark edilmesi mümkün değil.
Çünkü öyle ufak boyutlarda ve öyle sıkıştırılmış gibiler ki onları
algılamamız imkânsız. Fizikçiler ekstra 6 boyutun bu kadar küçük olmasının
birçok nedeni olabileceğini düşünüyor. Peki, bu derece sıkışıp küçülmelerine
rağmen neden patlayıp ortadan yok olmadılar? Linde; “Nedenini hiçbirimiz
bilmiyoruz. 10 yıl önce bu duruma bir yaklaşım sunuldu. Ve evrenin farklı
bölümlerinde 10 üzeri 500 farklı koşulun olabileceğine dair bir tablo ortaya
çıktı. Bu olasılıkların her biri farklı uzay boşluğu enerjisi ve birbirinden
farklı madde türleri içeren bölgeleri tarif ediyor” diyor. Bu bölgelerin her
biri farklı evrenler olarak tanımlanıyor.
“Tabii ki evrenin diğer kısımlarını göremediğimize göre bu tablonun doğru
olduğunu kanıtlayamayız” diyor Linde; “Diğer bir taraftan, bunun aksini de
ispatlayamayız çünkü bahsi geçen diğer bölgeler bizden çok uzaktalar.
Dolayısıyla konu hakkında şu ana dek gerçekleştirilen en iyi yaklaşım bu
teoriden geldiği için 10 üzeri 500 adet farklı evren
olduğuna karşı çıkan bir teorinin bunca olasılık arasından neden sadece bir
tanesinin tüm evrende geçerli olduğunu kanıtlaması gerek.”
Tabii fizikçilerin tamamının bu modele katılmadığını da
belirtmek gerek. Örneğin, Princeton Üniversitesi’nden Paul Steinhardt, “Bu
teori hiçbir şeyi açıklamıyor, sadece her şeyin mümkün olabileceğini
gösteriyor. Bu yüzden kullanışlı bir model değil” diyor. Perimeter Enstitüsü fizikçisiLee Smolin de karşı
çıkanlar arasında. Tek bir evren olduğunu ve fizik kurallarının zaman içinde
gelişerek yaşam için uygun koşulları sağladığını düşünüyor. İngiliz fizikçiPaul Davies ise bu yaklaşımın
bilimsel olmaktan ziyade felsefi açıklamalar ürettiğini dilşünerderden.
Ama Linde’nin cevabı hazır: “Eğer tek bir evren olduğu fikrine geri
döneceksek şu üç koşulun sağlanması gerek: şimdikinden daha iyi bir
kozmolojik yaklaşım, elimizdekinden farklı parçacık etkileşimleri teorisi ve
evrenin neden bir şekilde yaşama uygun koşulları oluşturduğuna dair
alternatif bir açıklama.”
– Andrei Linde – Teorik Fizikçi / Stanford Üniversitesi Fizik Profesörü
Einstein’ın Genel Görelilik Kuramı ve Bilinmesi
Gereken 12 Madde
Kas 14, 2015 - Sevkan Uzel
1905 yılında Albert Einstein fizik yasalarının tüm ivmelenmeyen
(duran veya sabit hızla ilerleyen) gözlemciler için aynı olacağını ve
ışığın boşluktaki hızının gözlemcinin hareketinden bağımsız olduğunu ortaya
koydu. Bu özel görelilik kuramıydı. Fiziğin tümü için
yepyeni bir çerçeve getirerek, yeni uzay ve zaman kavramları sundu.
Einstein’ın genel görelilik kuramı,
Dünya çevresindeki uzay-zamanın eğrilmekle kalmayıp, gezegenin dönüşü
nedeniyle burgulanacağını da öngörmüştür. NASA’nın Gravity Probe B adlı uzay
aracı bunun doğruluğunu kanıtladı.
Einstein bundan sonraki 10 yıl boyunca, kurama ivmelenmeyi de dahil
edebilmek için uğraştı. 1915 yılında genel görelilik kuramını
yayımladı. Bu kuramda, kütleli nesnelerin uzay-zamanda bir çarpıtma
yaptığını ve bunun kütleçekim olarak algılandığını ortaya
koydu.
Kütleçekimin Çekişi
İki nesne birbirleri üzerine “kütleçekim” olarak bilinen bir
çekim kuvveti uygular. Isaac Newton üç hareket yasasını
formüle ettiğinde, iki nesne arasındaki kütleçekimini niceliksel ifadesini
yazmış oldu. İki cismi birbirine çeken kuvvet, cisimlerin kütlelerine ve
birbirlerinden ne kadar uzak olduklarına bağlıydı. Dünya’nın merkezi sizi
kendisine doğru çekerken (ve sizi yeryüzünde tutarken) bile, sizin
kütle merkeziniz de Dünya’yı kendisine doğru çekiyordu. Kütlesi çok büyük
olan Dünya, sizin uyguladığınız çekimi çok hafif hissederken, siz çok daha
küçük kütleli olmanız nedeniyle Dünya’ya bağlı
kalıyordunuz. Yine Newton’un yasaları, kütleçekimin cisimlerin kendi
içlerinden kaynaklandığını ve belirli bir uzaklığa kadar etki edebildiğini
varsayıyordu.
Albert Einstein özel görelilik kuramında, tüm ivmesiz gözlemciler için
fizik yasalarının aynı olduğunu belirtmiş ve gözlemci hangi hızla ilerliyor
olursa olsun ışık hızının boşluktaki değerinin hep aynı
ölçüleceğini göstermişti. Sonuç olarak, uzay ile zamanın içiçe örülü olup,
uzay-zaman olarak adlandırdığı tek bir süreklilik
olduğunu anlamıştı. Bir gözlemci için aynı anda gerçekleşen iki olay, başka
bir gözlemci için farklı zamanlarda gerçekleşmiş olarak algılanabilirdi.
Genel görelilik kuramı denklemleri üzerinde çalıştıkça, Einstein kütleli
nesnelerin uzay-zamanda bir çarpıtmaya yol açtığının farkına vardı. Bir
trambolinin tam ortasına büyük bir nesne bıraktığınızı düşünün. Nesne kumaşı
aşağı iterek çukurluk oluşturur. Tramboline bir de bilye bırakırsanız, bilye
büyük nesnenin oluşturduğu çukurun sınırını geçtiğinde, sarmallar çizerek
nesneye doğru iner. Bu tıpkı bir gezegenin çekim alanına giren bir
göktaşının durumuna benzer.
Deneysel Kanıt
Her ne kadar sahip olduğumuz aygıtlarla uzay-zamanı göremesek ve
ölçemesek de, uzay-zamanın eğrilmesi dolayısıyla oluşması öngörülen çok
sayıda görüngü doğrulanmıştır.
Kütleçekimsel Merceklenme: Kara delik gibi büyük kütleli
bir nesnenin çevresinde ışık bükülür ve arkasında bulunan
nesneler için bir mercek gibi davranır. Astronomlar büyük kütleli nesnelerin
arkasındaki yıldızları ve galaksileri incelemek için bu yöntemi sürekli
kullanmaktadır.
Einstein Haçı
Pegasus Takımyıldızı‘nda bulunan Einstein Haçı
adlı kuasar, kütleçekimsel merceklenmeye mükemmel bir örnektir. Dünya’dan
yaklaşık 8 milyar ışık yılı uzakta bulunan bu kuasar, 400 milyon ışık yılı
uzaklıktaki bir gökadanın arkasında yer alır (bizim bakış açımıza göre).
Gökadanın yoğun kütleçekimi kuasardan gelen ışığı büktüğü için gökada
çevresinde bu kuasarın dört farklı görüntüsü oluşur.
Kütleçekimsel merceklenme bilimcilerin pek çok ilginç gözlemde
bulunmasını sağlayabilir. Fakat yakın zamana kadar mercek çevresinde
belirleyebildikleri oldukça durağandı. Örneğin mercek (bu olayda büyük
kütleli bir gökada) yakınından geçen ışık, her biri farklı süreler alan
farklı yollarda ilerlediğinden, bilimciler bir bakışta tek bir süpernovanın
dört farklı zamandaki durumunu görebilmişlerdi.
Bir diğer ilginç gözlemleri ise NASA’nın Kepler teleskopunun saptadığı
ölü bir yıldızdı. Beyaz cüce olarak bilinen bu yıldız, bir
kırmızı devin yörüngesindeki ikili bir sistemdeydi. Beyaz cücenin
kütlesi daha büyük olmasına rağmen, ikili sistem eşinden çok daha
küçük yarıçaplı bir yörünge izliyordu.
“Bu teknik, neredeyse Los Angeles ile New York arası kadar bir mesafeden
(yaklaşık 483 kilometre) bir ampül üzerindeki sineği seçebilmeye
eşdeğer,” diyor Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nden Avi Shporer.
Merkür’ün yörüngesindeki değişimler: Güneş’in büyük
kütlesinin uzay-zamanda yarattığı kıvrımlardan ötürü Merkür’ün yörüngesi
yavaş yavaş kaymaktadır. Birkaç milyar yıl sonra Dünya ile çarpışması bile
olası.
Dönen cisimlerin yakınında uzay-zamanın çerçeve kaymasına
uğraması: Dünya gibi ağır bir cismin kendi etrafındaki dönüşü,
çevresindeki uzay-zamanı çarpıtır. 2004 yılında NASA tarafından
Gravity Probe B (GP-B) adında bir araç tarafından bu etki
doğrulanmıştır. GP-B ekibinden Francis Everitt şöyle diyor: “Dünya’yı balın
içine batırdığınızı düşünün. Gezegen dönerken etrafındaki bal eğrilir; tıpkı
uzay-zaman gibi. GP-B Einstein’ın evreninin en derin iki öngörüsünü
doğruladı.”
Kütleçekimsel kırmızıya kayma: Bir nesnenin
elektromanyetik ışıması bir kütleçekimsel alan içinde hafifçe esner. Bir
ambulans sireninden yayılan ses dalgalarını düşünün. Araç gözlemciye
yaklaşırken ses dalgaları sıkışır; uzaklaşırken ise esner yani kırmızıya
kayar. Doppler Etkisi olarak bilinen bu olay tüm frekanslardaki ışık
dalgalarında da oluşur. 1959 yılında Robert Pound ve Glen Rebka adlı iki
fizikçi, radyoaktif demirin gama ışınlarını Harvard Üniversitesi’ndeki bir
kuleye göndererek, kütleçekim nedeniyle normal frekanslarından birazcık daha
azaldıklarını buldu.
Kütleçekimsel dalgalar: İki karadeliğin çarpışması gibi
şiddetli olayların uzay-zamanda dalgalanma yaratabileceği düşünülüyor. Bu
dalgalanmalara kütleçekimsel dalga adı veriliyor. LIGO
gözlemevi halen bu kuramsal öngörüyü doğrulamak için çalışıyor.
2014 yılında bilimciler, Antartika’da bulunan BICEP2 teleskopunu
kullanarak Büyük Patlama’dan artakalan kütleçekimsel dalgaları
saptadıklarını duyurdular. Bu tür dalgaların kozmik arka alan
ışınımı içine gömülü olduğu düşünülüyor. Ancak yapılan ileri
araştırmalar, BICEP’den gelen verilerin geçersiz olduğunu ortaya koydu.
“Erken evrenden kalan bu benzersiz kaydı aramak hem zor hem de heyecan
verici,” diyor Avrupa Uzay Ajansı’ndan Jan Tauber.
Einstein’ın genel görelilik
teorisi 1915 yılının Kasım ayında yayımlanmıştı. Buna göre kütle
çekimi, uzaydaki büyük kütleli cisimler tarafından uzay-zamanın
bükülmesiydi. Science News ise son sayısında genel
göreliliğin 100. yıl dönümü dolayısıyla dikkatleri bu eşsiz teoriye
çekmeye çalıştı, elbette biz de..
1915 yılında evren küçük ve durağan (statik) algılanıyordu, uzay
ise boş ve pürüzsüz. Çünkü yer çekimi uzaydaki maddeleri uzaydaki tüm
yerlere doğru çekmiş olmalıydı. Bu fikirlerin genel olarak dönemin
bilimcileri arasında hakim görüşler olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Tabii ki bir kişi dışında – Albert Einstein.
Yıllarca uzay, zaman, madde ve kütle çekim üzerine düşündükten ve
çalışmalar yürüttükten sonra Einstein, ‘genel görelilik teorisi’ ile bilimin
kozmosla ilgili kavrayışını büyük bir değişime sürükledi.
Yine Einstein’a ait olan özel görelilik teorisi, yaklaşık on yıl kadar
daha önce ortaya atılmıştı ve burada Einstein uzayı zamanla, maddeyi de
enerji ile birleştirmişti. Bundan kısa bir süre, Einstein göreliliğin genel
versiyonunun uzay-zaman ile kütle-enerji’yi birleştirerek kütleçekimini
yaratacağını gördü. Kütleçekim, bu alanların hepsini bir araya getirmek
yerine uzay zaman dokusunu büker ve bu bükülmenin yarattığı kıvrımların
üzerinde uzay-zaman boyunca ilerler.
Einstein’ın uzayı büken teorisi aynı zamanda beyinlerimizi de büküyor. Bu
teori yalnızca Newton’un kanununun işlemediği noktalardaki kütleçekimsel
gizemleri açıklamakla kalmadı aynı zamanda kara deliklerden, evrenin
genişlemesine kadar bir çok beklenmedik doğal fenomenin de önceden tahmin
edilebilmesini sağladı. Bu süreçten sonra evren küçük ve statik olmanın tam
tersine, genişleyebilen, dinamik ve genel görelilik olmadan açıklanamayacak
tuhaf astrofiziksel cisimlerle dolu olarak anlaşıldı ve bilinir oldu.
Bugün ise son birkaç on yıldır olduğu gibi, astrofizikçiler çağın diğer
büyük devrimci teorisi kuantum mekaniği ile genel göreliliği bağdaştırmak
üzere çalışıyor. Bugünlerde bu uğraşlardan yeni bir teori yaratılacak gibi
görünüyor, bilimciler bunun beklentisi içindeler. Tahmin edilen bu gelişme
ile birlikte evrenin varlığının kökeni ve özü ile ilgili çok derin bir
kavrayış sağlanacaktır. Bu kavrayış da Einstein olmadan mümkün olmayacaktı.
Bir yıldız çökerek kara delik haline geldiğinde, fizik yasalarının
içinde geçerli olmadığı bir uzay-zaman tekilliği oluşur. 1965 senesinde
Roger Penrose, bu tekillik ile zamanla büzüşen tuzaklanmış yüzeyleri
ilişkilendiren bir teorem sunmuştu. Genel görelilik kuramının sonuçlarından
biri olan bu hipotez şimdilerde altın yıldönümünü kutluyor.
Şu anda Oxford Üniversitesi’nde Emeritus (emekli olmuş ama onursal olarak
görevini sürdüren) Profesör durumundaki fizikçi ve matematikçi Roger Penrose,
tam 50 yıl önce görelilikle ilgili iki kavramı ilişkilendirdiği bir teorem
formüle etti. Bu kavramlardan biri “kütleçekimsel tekillik”, yani
fiziksel niceliklerin tanımlanamadığı bir uzay-zaman hatası. Diğer kavram
ise “tuzaklanmış yüzeyler” adı verilen, zamanla kaçınılmaz bir
şekilde büzüşen alanlar. Bu tür yüzeyler ömrünü tamamlayarak patlayan
yıldızlar tarafından oluşturuluyor. Yıldız çökerken yerini bir kara deliğe
bırakıyor. Bu esnada, zamanın varolmaktan çıktığı ve bilinen fizik
yasalarının artık uygulanamaz olduğu bir kütleçekimsel tekillik yaratılıyor.
Penrose’un işte bu iki kavramı ilişkilendiren teoremi, Einstein’ın genel
görelilik kuramının matematiksel olarak sağlam olan ilk büyük sonucu
olarak değerlendirildi. Teoremi yayımladıktan kısa süre sonra Penrose,
Stephen Hawking ile birlikte bir başka teoremi sınadı. Buna göre, bizimki
gibi genişleyen bir evrenin başlangıcında anlık bir tekillik
olması gerekiyordu; yani sonsuz yoğunluğa sahip gizemli başlangıç durumu
olan bir Büyük Patlama.
Bu teoremleri ele alan bir makalenin yazarlarından biri olan ve Basque
Country Üniversitesi’nde çalışan kuramsal fizikçi José M. M. Senovilla şöyle
diyor: “Bu iki teoremden şu anlaşılıyor ki, genel görelilik kuramı
fiziksel olarak kabul edilebilir belli koşullar altında, tekil ve
katastrofik olayların varlığını öngörmektedir; kara deliğin içinde olanlar
ya da evrenin başlangıçtan itibaren genişleyişi gibi. Fakat bir yandan da
Einstein’ın kuramının, kendi sınırlamalarını içerdiğine ve
tanımladığına işaret ediyorlar Çünkü bütünüyle kabul edilemez olan
“sonsuz” tekillikler durumuna bağlı olarak, uç koşullar altındaki belli
durumlarda kuram geçerliliğini yitiriyor.”
Teoremlerin kendileri, kara delikler gibi katastrofik olayların varlığına
işaret etmiyor. Eğer teoremlerin hipotezleri geçersiz kılınırsa,
tekilliklerden kaçınmak mümkün oluyor. “Buna bir örnek olarak
evrenin tamamının enerji yoğunluğunun ortalama olarak sıfır olması
durumu verilebilir. Ancak bu pek gerçekçi değil, o nedenle tekillikler
varlıklarını sürdürüyor,” diye ekliyor Senovilla. Penrose’un tekillik
teoremini konu alan çalışması, genel görelilik kuramının 100.yaşının onuruna
Classical and Quantum Gravitydergisinde yayımlandı.
Kaynak: Eurekalert.org, “The golden anniversary of black-hole
singularity”
Büyük Patlama Yok Mu? Yeni Bir Denkleme Göre Evrenin
Başlangıcı Yok
Şub 21, 2015 - Gürkan Akçay
Yeni bir kuantum denklemine göre; evrenin bir başlangıcı yok. Bu yeni
model; kuantum düzeltme ifadelerinin Einstein ‘ın Genel İzafiyet Teoremine
uygulanması ile elde edildi. Model, aynı zamanda karanlık madde ve karanlık
enerjiye dair açıklamalar getirebilir.
Genel İzafiyet teoreminin tahminine dayanarak evrenin bir yaşının olduğu
ve bu yaşın 13.8 milyar yıl olduğu neredeyse tüm bilimciler tarafından güçlü
delillere dayandırılarak kabul görüyor. Evrenin başlangıçta bir tekillik (singularity)
ya da sonsuz yoğunlukta bir noktadan genişleyerek, Büyük Patlama ile
başladığı düşünülüyor.
Elbette, Büyük Patlama tekilliği, genel göreliliğin matematiğinde direkt
olarak ve hatta kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıkar. Fakat matematik;
yalnızca tekilliğin hemen sonrasında (öncesinde değil) ne olduğunu izah
edebilir, dolayısıyla da bilim insanları bu durumu biraz problemli
görüyorlar.
Mısır’daki Benha University ve Zewail City of Science and Technology’den
Ahmed Farag Ali:
” Büyük Patlama tekilliği fizik kurallarının bu noktada çökmesinden
kaynaklı genel göreliliğin en ciddi problemidir ” diyor.
Ali ve Kanada, Alberta’daki University of Lethbridge’den makalenin eş-yazarı
Saurya Das Physics Letters B ‘de Büyük Patlama tekilliğini ortadan
kaldıran ve evrenin bir başlangıcı ve sonu yoktur diye ifade edilen yeni
modellerini içeren makaleyi yayımladılar.
Geçmiş Fikirler Tekrar Gözden Geçirildi
Fizikçiler, kuantum doğrulama ifadelerinin özellikle Büyük Patlama
tekilliğini bertaraf etme girişimi olarak uygulanmadığını bilhassa
vurguluyorlar. Çalışmaları; fiziğin felsefesine katkılarıyla bilinen teorik
fizikçi David Bohm’un düşüncelerine dayanıyor. 1950lerde başlayarak, Bohm;
klasik jeodezi ( eğik yüzeyde iki nokta arasındaki en kısa yol) yerini alan
kuantum yörüngeleri çalışmalarına imza atmıştır.
Makaleye göre; Ali ve Das bu Bohm yörüngeleri; Hindistan’da Presidency
University in Kolkata’daki fizikçi Amal Kumar Raychaudhuri tarafından
1950’lerde geliştirilen denkleme uyguladılar.
Kuantum-düzenli Raychaudhuri denklemini kullanarak, Ali ve Das
kuantum-düzenli Friedmann denklemlerini elde ettiler. Bu denklemler evrenin
genişleyişi ve evrimini (Büyük Patlama’yı da içererek) genel görelilik
bağlamında tanımlıyor. Her ne kadar kuantum kütle çekimi teorisi doğru
olmasa da, model kuantum teorisi ve genel görelilikten unsurlar içeriyor.
Böyle olsa bile Ali ve Das tam bir kuantum yer çekimi teorisi
oluşturulduğunda kullanmayı ümit ederek sonuçlarını saklamaya devam
ediyorlar.
Ne Tekillikler Ne de Karanlık Madde
Büyük Patlama tekilliğini öngörmeyen model, dahası “büyük çöküş”
tekilliğini de öngörmüyor. Genel Görelilikte, evrenin muhtemel bir sonu;
kütle çekimlerinin bir sonucu olarak tekrar küçülmeye başlaması ve “büyük
çöküşle” birlikte tekrar sonsuz yoğunluktaki noktaya geri dönmesi olarak
tanımlanıyor.
Ali ve Das; Bohm yörüngeleri ve klasik jeodezi arasındaki temel farktan
kaynaklı olarak, makalelerinde modellerinin tekilliklerden kaçındığını ifade
ediyorlar. Klasik jeodezikler er ya da geç birbirini keser ve kesiştikleri
noktalarda tekillikler meydana gelir. Ancak; Bohm yörüngeleri asla
birbirlerini kesmez dolayısıyla da denklemlerde tekillikler görünmez.
Kozmolojik ifadelerde, bilimciler kuantum düzeltmelerinin karanlık enerji
ihtiyacı olmadan birer kozmolojik sabit terimler ve bir ışıma terimi olarak
düşünülebileceğini söylüyorlar. Bu terimler evreni sonlu boyutta tutar ve
dolayısıyla da ona sonsuz bir yaş verir. Terimler aynı zamanda da kozmolojik
sabit ve evrenin yoğunluğu araştırmalarında yakın tahminler geliştiriyor.
Yeni Kütle Çekim Parçacığı
Fiziksel ifadelerde, model; evreni kuantum akışkanıyla dolu olarak
tanımlıyor. Bu akışkan gravitonların (kütle çekim kuvvetine aracılık ettiği
varsayılan ağırlıksız parçacıklar) bir bileşimi olabilir. Eğer varsalar,
gravitonlar kuantum kütle çekimi teorisinde oldukça önemli bir role sahip
olabilirler.
Modele göre evren “kuantum akışkan” ile doludur ve bu akışkanın bileşeni
de kütleçekimsel kuvvetin aracı parçacığı olduğu düşünülen ve henüz
varlığına dair herhangi bir kanıt bulunamamış “graviton” olabilir.
Modelle ilişkili bir başka makalede Das ve Rajat Bhaduri ile beraberce
çalışarak modeli daha da ileri bir boyuta taşıdı. Das ve Bhaduri;
gravitonların; evrenin tüm zamanlarındaki bütün sıcaklıklarda Bose-Einstein
yoğunlaşması oluşturabileceğini gösterdiler.
Das, başlangıçsız evren modelinin anlatıldığı makale ile bağlantılı başka
bir yayında Rajat Bhaduri ile birlikte çalışmaları daha da ileriye götürerek
gravitonların evrenin tüm evrelerindeki sıcaklıklarda Bose-Einstein
yoğunlaşması oluşturabileceğini gösterdi.
Modelin, Büyük Patlama tekilliğini ortadan kaldırabilme, karanlık madde
ve karanlık enerjiye dair açıklama geliştirme potansiyelinin var oluşu;
fizikçileri bu yeni modellerini gelecekte daha dikkatli bir şekilde analiz
etmelerini planlamaya itiyor. Ekibinin bir sonraki adımı ise; homojen
olmayan ve izotropik (eşyönlü) olmayan küçük tedirgemelerin (pertürbasyon)
de hesaba katılmasını içeriyor, fakat fizikçiler bu küçük tedirgemelerin
sonuçlarda önemli bir değişiklik meydana getirmeyeceğini düşünüyorlar.
Makale Referansı: Ahmed Farag Ali and Saurya Das. “Cosmology
from quantum potential.” Physics Letters B. Volume 741, 4 February
2015, Pages 276–279. DOI: 10.1016/j.physletb.2014.12.057.
Kaynak: Lisa Zyga, “No Big Bang? Quantum equation predicts
universe has no beginning”,
Kara Delikler ve Karanlık Bölge Kuantum Yerçekimi İle
Açıklandı
Mar 7, 2015 -Gürkan Akçay
Fizikteki en büyük gizem nedir?
Bu soruyu hangi teorik fizikçiye sorarsanız sorun, eğer cevabı; “Kuantum
Yerçekimi” ve “Karanlık Bölge” dışında bir şey
olursa şaşırın. “Genel Görelilik ve Kuantum Teoriyi nasıl
uzlaştırırız?” “Karanlık Madde nedir?” “Karanlık Enerji
nedir?” gibi sorular birçok fizikçinin gece geç saatlere kadar uykusuz
kalmalarına sebep olan sorulardır. Bu sorulara verilebilecek cevaplar
çoğaltılabilir ancak hepsi de tatmin edici bir açıklama sağlama noktasında
şimdilik yetersizdirler.
Küba‘daki Jose Varona Üniversitesi Fizik ve Elektronik
Bölümü’nde lisans eğitimini tamamlamış ve şuan Botswana’daki McConnell
College Fizik Bölümü’ne geçiş yapan Lic. Stuart Marongwe; ortaya
attığı Kuantum Yerçekimi’ne dair öz-tutarlılığa sahip bir teori ile
Karanlık Bölge’ye dair açıklama getiriyor ve söz konusu teorisi mevcut
gözlemlerle de uyuşuyor.
Teori; Kuantum Teorisi ile Genel Görelilik
arasında bir bağ kurması bakımından Nexus olarak
biliniyor. Bu bağ Nexus graviton formunda ortaya
çıkıyor. Nexus gravitonu, Standart Model‘de varsayılan
gravitondan ayıran temel özellik; bu parçacık bir taşıyıcı parçacık değil,
ondan ziyade; bölgesinde hapsettiği herhangi bir test parçacığının sürekli
dönel bir hareket yapmasına sebep oluyor. Daha somut olması açısından;
Nexus graviton; hücre biyolojisinde sitokineze (hücre
bölünmesi) benzer bir süreçte diğerleriyle birleşen ve ayrılan bir vakum
enerji küreciği olarak düşünülebilir.
Nexus graviton bir Karanlık Maddedir ve uzay-zaman
teşkil eder. Yüksek enerjili graviton tarafından düşük enerjili graviton
yayılımı yüksek enerjili gravitonda bir genişleme ile sonuçlanıyor, bu
durum düşük enerji seviyesi olarak varsayılıyor. Teorinin açıklamasına
göre; bu süreç Karanlık Enerji olarak ortaya çıkıyor ve
uzay-zamanda gerçekleşiyor.
Makale; klasik Genel Görelilik’in doğasında var olan tekillikler
olmaksızın Kara Deliklerin kuantum tanımını da içeren, fizikteki en kafa
karıştırıcı sorulara bir parça ışık tutması açısından oldukça önemli.
Makalede açıklanan çözümler şüphesiz yeni fiziğe doğru kapılar açacak.
Graviton: Günümüze kadar varlığı kanıtlanamamış,
kütleçekim kuvvetini ilettiği varsayılan, sanal bir parçacıktır.
Einstein’ın Genel Görelilik teorisinin önemli bir parçasıdır. Gravitonun
varlığı etkileri sayesinde bilinmektedir fakat onu ölçmek ya da
gözlemlemek şimdilik olanaksızdır.
Kapak Görsel: ESA / XMM-Newton / F. Gastaldello (INAF/IASF,
Milano, Italy) / CFHTLS. Çalışma Referansı: Stuart Marongwe. The
Schwarzschild solution to the Nexus graviton field.International
Journal of Geometric Methods in Modern Physics, 2015; 1550042 DOI:
10.1142/S0219887815500425
Matematiksel olarak kara deliklerin karşıtı olarak tanımlanan beyaz
deliklere geçmeden önce, kara delikleri anımsayalım. Kara delikler, madde ve
enerjinin çok yoğun olarak sıkışması sonucu, kaçış hızının ışık
hızını aşmış olduğu evren bölgeleridir.
Bir kara deliği bütünüyle tanımlamak için oldukça süslü matematik
gerekir. Yine de onlar evrende bulunan gerçek nesnelerdir. Einstein’ın
görelilik kuramı tarafından öngörülmüş ve geçtiğimiz yıllarda gerçekten de
keşfedilmişlerdir. Kara delikler, Güneş’imizden çok daha büyük kütleli
yıldızlar süpernova biçiminde öldüğünde oluşur.
Peki o zaman beyaz delik nedir? Beyaz delikler, astrofizikçiler bir kara
deliğin çevresini matematiksel olarak incelerken, olay ufkunda hiç
kütle olmadığını varsaydığında ortaya çıkar. Kütlesiz bir kara
delik tekilliği olabilir mi? Beyaz delikler bütünüyle kuramsal matematiksel
kavramlardır.
İşin aslı, eğer hayatınızı kara delik matematiğinden kazanıyorsanız,
tekilliğin kütlesini göz ardı etmenin hayatınızı kolaylaştıracağı söylendi
bana. Aslında varolan şeyler değiller. Astronomlar alışılmadık bir ışınım
çıkışı saptayıp da, bunu açıklamak için hipotetik beyaz delik modelleri
geliştirmiş falan değil.
Dr. Brian Koberlein şöyle der: “Elinde beş tane kek varsa ve bunları
dağıtmaya başlarsan, sonunda biterler. O andan sonra daha fazla veremezsin.
Böyle bir durumda sıfırın altına doğru sayamazsın. Elbette üzerinde “sana
bir kek borcum var” yazan kağıtlar dağıtabilirsin. Ama negatif sayıların
varlığına dayanarak “negatif kek”lerin varolduğunu ve insanlara
verilebileceğini iddia etmek gülünç olur.”
Şimdi, büyük ihtimalle yoklar ama şayet beyaz delikler varsa, kara
deliklerin tam tersi biçimde davranacaklardır. Matematiksel öngörüye göre,
içlerine madde çekmek yerine, beyaz delikler tıpkı çikolata çeşmesi gibi,
uzaya madde fırlatacaklardır.
Beyaz delik matematiğinin gerektirdiği bir diğer şey ise beyaz deliklerin
kuramsal varlıklarını
sürdürmesi için, olay ufkunda hiç bir madde zerresinin olmaması
koşuludur. Tek bir hidrojen atomu bile o bölgeye savrulacak olsa, herşey
çöker. Evrenin başlangıcında beyaz delikler yaratılmış olsa bile, şimdiye
dek çoktan çökerlerdi. Çünkü evrenimiz zaten başıboş madde kaynıyor.
Beyaz deliklerin sadece kuramsal olmadığını düşünen az sayıda fizikçinin
varolduğunu da söylemek gerek. Fransa’daki Aix-Marseille Üniversitesi’nden
Hal Haggard ve Carlo Rovelli, döngü kuantum kütleçekimi
denilen bir kuramsal fizik dalında çalışarak kara deliklerin içinde neler
olduğunu açıklamaya çalışıyor.
Bu kurama göre, bir kara delik tekilliği fiziğin öngörüsüne göre
küçülebileceği kadar küçülüp, sıkışacaktır. Ardından da bir beyaz delik
olarak tersine dönecektir. Ancak kara delik etrafındaki çok güçlü
zaman genleşmesi etkisine bağlı olarak bu olay en düşük kütlelerin
bile dışarı dönmeleri için milyarlarca yıl gerektirecektir. Eğer Büyük
Patlama’nın ardından oluşmuş mikroskobik kara delikler varsa şimdiye dek
bozunup, beyaz delikler olarak patlamaları gerekirdi. Stephen Hawking’e göre
ise buharlaşmaları gerekirdi.
Fizikçilerin ortaya koyduğu bir diğer ilginç fikir de, beyaz deliklerin
Büyük Patlama için bir açıklama olabileceği görüşü. Ne de olsa Büyük Patlama
da devasa miktarda madde ve enerjinin birden bire belirdiği bir başka durum.
Tüm olasılıklara rağmen, beyaz delikler sadece süslü matematik. Süslü
matematik de gerçeklikle temas ettiğinde pek hayatta kalamadığına göre beyaz
delikler muhtemelen sadece hayal ürünü.
Kara deliklerle ilgili yeni teori, kara deliğin fikir babasından geldi.
Stockholm Üniversitesi’nin her yıl düzenlediği Uluslararası Hawking
Radyasyonu Konferansı, biletlerini yaz başında alan 3000 izleyicinin
katılımıyla gerçekleşti.
“Kara delikler çok da kara
olmayabilir” (Fotoğraf: Adam af Ekenstam)
Konferansa, evrende kara deliklerin olması gerektiğini öne süren
varsayımını matematiksel olarak açıkladığı çalışmalarına değinerek başlayan
ve bu konuda açık ara en çok araştırma yapan kişi olan Hawking, bilim
insanlarının bir kara delik bulması durumunda Nobel Ödülü alacağını da
baştan belirterek konu üzerinde ciddi çalışmalar yürüten Avrupa Nükleer
Araştırma Merkezi’ne (CERN) de mesaj göndermiş oldu.
Kara deliklerin adlandırıldıkları veya
çizimlerde gösterildikleri kadar kara olmadıklarını vurgulayan Hawking, kara
deliğe giren bir maddenin ortadan kalkmayabileceğine, diğer bir evrende
varlığını sürdürebileceğine işaret etti: “Bir kara delikteymiş gibi
hissediyorsanız pes etmeyin, bir çıkış yolu var”.
Kara delik bilgi çelişkisinin bir uzanımı olarak, kara deliğe
giren bir maddeyle ilgili bilginin olay ufkunda kaldığı ve
saklandığı varsayımıyla, kara deliğe girmeyen bir bilginin çıkmasından da
söz edilemeyeceğini vurgulayan Hawking’e göre kara deliğe düşen bir insan
“yok” olmayabilir.
Bilimsel magazin açısından, Hawking’in “maddeye ait bilginin olay ufkunda
saklanması” varsayımını kabulü, Leonard Susskind ile tutuştuğu kara delik
savaşını*bitiren ateşkes anlaşmasının bir
parçası olduğunu da ekleyelim. Susskind, kara delik bilgi çelişkisine
derman olan holografi ilkesiyle, kuantum mekaniği önündeki
bir engeli, sicim teorisi yardımıyla çözerek savaşı
kazanmıştır.
Yeni bakış açısıyla değerlendirildiğinde, kara delikler, olay ufkunu
geçtikten sonra yok oluşa giden bir yol olmaktan öte, başka evrenlere açılan
kapılar olarak düşünülebilir. Bu durumda solucandeliği varsayımını da kara
delikler başlığı altında incelemek pek de yanlış olmayacaktır.
* Leonard Susskind – The Black Hole War – My Battle with Stephen
Hawking to Make the World Safe for Quantum Mechanics
Yeni Yasa Kara Delikte Termodinamik Zamanın Tersine
Aktığına İşaret Ediyor
Eyl 21, 2015 - Sevkan Uzel
Kara deliklerin garip özelliklerinin en ünlüsü içine düşen hiçbirşeyin,
ışığın bile bir daha kaçamaması olsa gerek. Daha az bilinen fakat bir o
kadar garip olan özellikleri ise kara deliklerin gelecekte
olacakları “biliyor” gibi görünmesidir. Bu tuhaf özellik aslında
kara deliklerin tanımlanma biçiminden kaynaklanır ve bu nedenle bazı
fizikçiler alternatif tanımlar yapmayı denemişlerdir.
Geçtiğimiz günlerde Physical Review Letters dergisinde
yayımlanan bir makalede, California Üniversitesi Berkeley Kampüsü
profesörlerinden Raphael Bousso ve aynı üniversitenin Santa Barbara Kampüsü
doktora öğrencilerinden Netta Engelhardt konuyla ilgili çalışmalarından elde
ettikleri bulguları paylaştı. Makaleye göre, genel görelilikte yeni bir alan
yasası [İng. area law] kara deliklerin “holografik ekranlar”
adı verilen bükülmüş geometrik nesneler oldukları yorumuna dayanıyor.
“Kara delik olay ufkunun sözde nihai olan açıklaması, fizikçilerin
olay ufkunu tanımlama biçimlerinin bir kalıntısıdır. Olay ufku
sonsuz gecikmiş zamana göre tanımlanır, dolayısıyla tanımsal olarak evrenin
tüm yazgısını bilir”. Engelhardt şöyle devam ediyor: “Genel
görelilikte, kara deliğin olay ufku sonlu zaman içindeki fiziksel bir
gözlemci tarafından gözlemlenemez. Ayrıca kara deliklerin sonsuz geleceği
bilmesi gibi bir anlayış da yoktur. Bu sadece kara delikleri tanımlamanın
işe yarar bir yoludur.”
Engelhardt’ın açıkladığı üzere, holografik ekranların bu denli ilginç
olmasının nedenlerinden biri daha yerel özelliklerle tanımlanmaları ve
sonsuz geleceğe ilişkin bilgiye ihtiyaç duymamalarıdır. “Holografik
ekran benzeri nesneleri ilginç kılan özelliklerden biri bu. Tanımlanış
biçimleri itibariyle acayip özelliklerden muzdarip olmuyorlar,” diye
açıklıyor.
Fizikçiler yayımladıkları makalede, bir holografik ekranın alanının hangi
yönde arttığını söyleyen yeni bir alan yasasında söz ediyor. Bu da ekranın “gelecek
holografik ekranı” mı, yoksa “geçmiş holografik ekranı”
mı olduğuna bağlı oluyor. Bilimcilerin yaptığı açıklamaya göre bu iki ekran,
farklı türdeki kütleçekim alanlarına karşılık geliyorlar.
“Holografik ekranlar bir anlamda güçlü kütleçekim alanlarının yerel
sınır bölgeleri oluyor. Gelecek holografik ekranları, maddeyi
birbirine çeken kütleçekim alanlarına (örneğin kara delik, büyük
çöküş [İng. big crunch]) karşılık gelirken, geçmiş holografik ekranları ise
maddeyi birbirinden uzaklaştıran bölgelere (örneğin büyük
patlama, beyaz delik) tekabül ediyor,” diye anlatıyor Engelhardt.
Yeni alan yasası şunu ortaya koyuyor: Bir gelecek holografik
ekranı daima bir yönde büyürken, geçmiş holografik ekranının alanı hep diğer
yönde artar. Bu yasaya termodinamik perspektiften bakıldığında ve
uzayzamanın bir hologram olduğu fikri düşünüldüğünde, bazı merak uyandırıcı
yorumlar ortaya çıkıyor. Holografik ilkeye göre, verilen
bir alandaki bilgi miktarı ya da entropi, yüzey alanı ile ilişkilidir.
Dolayısıyla alanı entropi üzerine konmul bir sınır olarak yorumlayarak, alan
yasası termodinamik zamanın (bilimciler bunun matematiksel
zamandan farklı olduğunu ekliyor) yönünün anlaşılmasını sağlayabilir.
Gelecek ve geçmiş holografik ekranlarının alanları farklı yönlerde artış
gösterdiğinden, bu iki tip ekran için zamanın yönü farklı oluyor. Geçmiş
ekranlarında, zaman ileri akıyor. Bizimki gibi genişleyen evrenler,
geçmiş holografik ekranlar içeriyor. Biz de doğal olarak termodinamik zamanı
ileri akar biçimde algılıyoruz. Gelecek holografik ekranlarında ise tersine
zaman geriye doğru akıyor. Bir anlamda, kara deliklerin içinde ve
çökmekte olan evrenlerde termodinamik zamanın geriye doğru aktığı
gibi tuhaf bir sonuç çıkıyor bu yorumdan.
Araştırmacılar ayrıca makalelerinde bu alan yasasının, Stephen Hawking’in
1971’de kara deliklerin olay ufkunun (dolayısıyla da toplam yüzey
alanlarının) asla küçülmediğini ortaya koyuşundan beri genel görelilikte
geniş biçimde uygulanabilir ilk yasa olduğunu belirtiyor. Ancak daha
sonraları Hawking kara deliklerin, kuantum etkilerinin varlığı durumunda
ışınım yayacağını göstermişti. Bu ışınım, kara deliğin olay ufkunun, yüzey
alanının ve kütlesinin zamanla azalmasına, sonunda da kara deliğin
buharlaşmasına neden olacaktı. Kuantum etkilerinin yokluğu durumunda ise
Hawking alan yasası halen geçerlidir.
Yeni alan yasasının kuantum etkilerinin varlığı durumunda geçerli olup
olmayacağı da Bousso ve Engelhardt’ın önümüzdeki günlerde üzerine
yoğunlaşacakları konu. “Alan yasamız kuantum etkilerinin yokluğu
durumunda geçerli oluyor. İleride belli kuantum etkilerinin varlığı
durumunda da geçerliliğini koruyacak daha genel bir yasanın ispatını
yapmayı umuyoruz,” diyor Engelhardt.
Kaynak: Phys.org,
“New law implies thermodynamic time runs backwards inside black holes”
Referans: Raphael Bousso
and Netta Engelhardt. “A New Area Law in General Relativity.”
Physical Review Letters. DOI: 10.1103/PhysRevLett.115.081301
“Nedir?” temalı yazılarımıza ara ara devam ediyoruz. Bu yazımızda da
genel olarak Evren, Uzay, Astrofizik gibi konu başlıklarında sık sık
karşılaşılan kavramlardan bir olan “kara delik” üzerine daha somutlaştırıcı
bir tanımlama yapacağız.
Kara delik, uzayda bulunan ve ışığın dahi kaçamadığı
çok çok güçlü bir çekim gücüne sahip olan bir bölgedir. Çok
güçlü bir yer çekimi oluşur,çünkü madde minik bir boşluğa sıkışmıştır. Bu
sıkışma, bir yıldızın “yaşamının” sonunda meydana gelebilir. Bazı kara
delikler yıldız ölümlerinin bir sonucudur.
Kara deliklerden ışık kurtulamadığı için, görünmezdirler.
Ancak, özel bazı aygıtlara sahip uzay teleskopları kara
delikleri bulmada yardımcı olabilirler. Bu teleskoplar kara deliklere çok
yakın olan yıldızların ve bazı maddelerin davranışlarını gözlemleyebilir.
Kara Delikler Ne Kadar Büyüktür?
Kara delikler çeşitli büyüklüklerde olabilirler, fakat temel olarak
3 çeşit kara delik vardır. Kara deliklerin kütlesi
ve büyüklüğü onların türünü belirler.
En küçük kara delikler ilksel kara delikler olarak
bilinir. Bilimciler, bu tür kara deliklerin bir atom kadar küçük
olduklarını ancak büyük bir dağ kadar büyük bir kütleye sahip olduklarını
düşünüyorlar.
En yaygın kara delik tipi ise yıldızsal olarak
isimlendirilen orta-büyüklükteki kara deliklerdir. Bir yıldızsal kara
deliğinin kütlesi Güneş’in kütlesinden yaklaşık 20 kat daha büyük olabilir
ve yaklaşık olarak 16 km çapındaki bir topun içerisine yerleştirilebilir.
Samanyolu Galaksi‘sinde düzinelerce yıldızsal kara delik
bulunabilir.
En büyük kara delikler ise “süper kütleli” olarak
isimlendirilir. Bu kara delikler bir milyon tane Güneş’in bileşiminden daha
büyük kütlelidirler ve çapı, yaklaşık olarak Güneş Sistemi büyüklüğünde olan
bir topun içerisine yerleştirilebilir. Bilimsel deliller; büyük galaksilerin
her birinin merkezinde bir tane süper kütleli kara delik bulunduğunu
gösteriyor. Samanyolu Galaksimizin merkezinde olduğu düşünülen süper kütleli
kara deliğin ismi ise Sagittarius A‘dır.
[Samanyolu’nun Kalbindeki Canavar: Sagittarius A] . Bu kara delik, yaklaşık
4 milyon tane Güneş’in kütlesine eşit bir kütleye sahiptir ve yaklaşık bir
güneş büyüklüğünde çapı olan bir topun içerisine yerleştirilebilir.
Kara Delikler Nasıl Oluşurlar?
İlksel kara deliklerin evrenin ilk zamanlarında, Büyük
Patlama’dan (Big Bang) hemen sonra oluştuğu düşünülüyor.
Yıldızsal kara delikleri ise; çok büyük kütleli bir yıldızın kendi
merkezine doğru patlaması (çöküşü) sonucu oluşurlar. Bu çöküş aynı zamanda
bir süpernovaya ya da uzaya doğru patlayan yıldız
patlamalarına sebep olur.
Süper kütleli kara delikler için ise; bilimciler bu kara deliklerin
içerisinde bulundukları galaksiler ile aynı anda oluştuklarını düşünüyorlar.
Bu kara deliklerin büyüklüğü içerisinde bulundukları galaksinin kütlesine ve
büyüklüğüne bağlıdır.
Kara Delikler “Kara/Karanlık” ise, Bilimciler Bunların Var
Olduklarını Nasıl Biliyorlar?
Işığı kara deliğin merkezine doğru çeken çok büyük bir çekim gücüne sahip
olmalarından kaynaklı olarak kara delikler, görülemezler. Fakat bilimciler;
kara deliklerin etrafındaki yıldızlara ve gazlara
uygulanan güçlü çekim kuvvetinin etkilerini görebiliyorlar. Eğer bir yıldız,
uzayda belli bir noktada dönüyorsa, bilimciler yıldızların bir kara delik
etrafında dönüp dönmediğini yıldızın hareketinden anlayabiliyorlar.
Bir yıldız ve kara delik birbirlerine çok yakın dönüyorlarsa,
yüksek enerjili bir ışık ortaya çıkıyor. Bilimsel aygıtlaroluşan bu
yüksek enerjili ışığı saptayabiliyor.
Bir kara deliğin çekimi bazen yıldızların dışındaki gazları çekebilecek
kadar güçlü olabilir ve etrafında birikim halkası (İng. accretion
disk) denilen bir halka büyütür. Birikim halkasındaki gaz, kara
delik içerisine doğru spiral (sarmal) yaptıkça, gaz çok yüksek sıcaklıklara
ısınır ve bütün yönlerde X-ray ışını yayar. NASA
teleskopları X-ray ışınının ölçümünü yaparlar. Astronomlar bu bilgiyi kara
deliğin özellikleri hakkında bilgi elde etmek için kullanırlar.
Dünya’yı Bir Kara Delik Yok Edebilir Mi?
Kara delikler evrende başıboş dolaşmaz ve gezegenleri rastgele olarak
yutmazlar. Kara delikler de uzaydaki diğer nesneler gibi çekim yasalarını
takip ederler. Dünya’yı etkilemesi için bir kara deliğin yörüngesi Güneş
Sistemine çok yakın olmalıdır, ki bu durum pek muhtemel değildir.
Eğer Güneş ile aynı kütledeki bir kara delik Güneş ile yer
değiştirseydi, Dünya buna kapılmazdı.Güneş kadar kütlesi olan bir
kara delik Güneş ile aynı çekim gücüne sahip olurdu. Ve böylesi bir durumda,
şuan Güneş etrafında dönen gezegenler kara delik etrafında
dönüyor olurdu.
Güneş Bir Kara Deliğe Dönüşebilir Mi?
Güneş, bir kara deliğe dönüşebilecek kadar yeterli kütleye sahip
değildir. Milyarlarca yıl içerisinde, Güneş “yaşamının” sonuna geldiğinde, kırmızı
deve (İng. red giant star) dönüşür. Sonrasında, “yakıtının” hepsini
tükettiğinde, dış katmanından kurtulur ve gezegensi bulut
(en. planetary nebula) olarak isimlendirilen akkor bir gaz halkasına
dönüşür. En sonunda da, Güneş’ten geriye; soğuyan bir beyaz cüce (İng.
white dwarf star) kalır.
Tanımlar: Kütle: Bir nesnedeki madde miktarıdır.
Kırmızı Dev: Güneş’ten daha büyük bir yıldızdır ve
kırmızıdır çünkü daha düşük sıcaklıktadır.
Beyaz Cüce: Yaklaşık olarak Dünya büyüklüğünde olan küçük bir
yıldızdır ve yıldız “yaşamının” son evrelerinden birisidir.
Kaynakça:
1- University of Arizona, “Black Hole Stellar Remains”,
2- Virginia Tech., “Frequently Asked Questions About Black Holes”,
3- NASA,
4- National Geographic, “Black Holes”,
5- Nola Taylor Redd, “Black Holes: Facts, Theory & Definition”,
Süper Kütleli Kara Deliğin Çok Yakınında Güçlü Bir
Manyetik Alan Bulundu
Nis 22, 2015 - Gürkan Akçay
Atacama Büyük Milimetre/Milimetre-altı Dizisi Şili’nin
kuzeyinde Atacama Çölü’nde yüksek bir platoda bulunan astronomik
interferometre özellikli radyo teleskoplardır. Milimetre ölçülerinde
dalgaboylarını belirlemek daha kolay olduğundan (parazitler çok daha az
olduğundan) gözlemevi, yüksek ve kuru olması nedeniyle Atacama Çölü’nde
5,000 metre yükseklikteki Chajnantor Platosu’na kurulmuştur. 66 adet 12
metre ve 7 metre çaplarında radyo teleskoplar evrendeki milimetre ve
milimetre-altı ölçülerinde dalgaboylarını araştırmaktadır. ALMA’nın evrenin
erken dönemlerindeki yıldız doğumları hakkında fikir vermesi
beklenmektedir.–
Atacama Büyük Milimetre/Milimetre-altı Dizisi (en. The Atacama
Large Millimeter/submillimeter Array (ALMA)) galaksinin merkezinde ve süper
kütleli bir kara deliğin olay ufkuna çok yakın aşırı güçlü
bir manyetik alan olduğunu ortaya çıkardı.
Bu yeni gözlem astronomlara galaksilerin merkezlerinde
“oturan” bu iri “sakinlerin” oluşumunu ve yapısını anlama noktasında
yardımcı oluyor. Araştırma sonuçları Science dergisinin 17 Nisan
2015 tarihli sayısında yayımlandı.
Genellikle Güneş’ten milyarlarca kat daha ağır olan süper kütleli
kara delikler, Evren’deki hemen hemen bütün galaksilerin
merkezlerinde bulunurlar. Bu kara delikler, etraflarına devasa madde
miktarında çevresel halkalar ekleyebilirler. Bu madde miktarının büyük
çoğunluğu kara deliği beslerken, birazı da ışık hızına yakın bir hızda
plazmanın bir jet parçası olarak yakalanmadan hemen önce
kaçabilir ve uzaya doğru fırlatılabilir. Her ne kadar olay ufkuna çok yakın
bir yerdeki güçlü manyetik alanın; maddenin, karanlığın
devasa “dişlerinden” kaçmasına yardım ederek bu süreçte önemli bir rol
oynadığı düşünülse de, bu olayın nasıl olduğu tam olarak anlaşılamıyor
Şimdiye kadar, yalnızca kara deliklerden birkaç ışık yılı uzaktaki zayıf
manyetik alanlar derinlemesine incelenmişti. Bu çalışmada ise, Chalmers
University of Technology ve Onsala Space Observatory ‘den astronomlar;
PKS 1830-211 isimli uzak galaksideki süper kütlelik kara deliğin
olay ufkuna çok yakın olan güçlü bir manyetik alan ile doğrudan ilişkili
sinyalleri saptamak için ALMA‘yı kullandılar.
Manyetik alan çok açık bir şekilde, maddenin, kara delikten bir jet
formunda aniden fırladığı bir yerde bulunuyor.
Ekip, ışığın kara delikten çıktıkça polarize olduğu yöntemiyle çalışarak
manyetik alanın güçlülüğünü ölçtüler.
Araştırmacılardan Ivan Marti-Vidal:
“Polarizasyon, ışığın önemli özelliklerinden birisidir ve gündelik
yaşamda sıklıkla kullanılır (örneğin; güneş gözlükleri ya da sinemalardaki
3D gözlüklerde). Doğal olarak üretildiğinde ise, manyetik bir çevreden
geçtikçe, ışık, polarizasyonunu değiştirmesinden kaynaklı olarak
polarizasyon manyetik alan ölçümünde kullanılabilir. Bizim
araştırmamızda, ALMA ile saptamasını yaptığımız ışık; tamamen manyetize bir
plazmanın bulunduğu yerde kara deliğe çok yakın bir materyalden geçiyordu”
diyor.
Astronomlar; ALMA’ya uyarladıkları yeni bir analiz tekniğiyle
PKS 1830-211 galaksisi döndükçe galaksi merkezinden gelen ışının
polarizasyon doğrultusunu buldular. Bulgular bu tür bir çalışmada bugüne
kadar ilk kez kullanılan ve kara deliğin merkezine çok
yakın bölgelerin derinlemesine incelenmesine olanak sunan en küçük
dalga boylarıydı.
Makalenin yazarlarından Sebastien Muller:
“Elde ettiğimiz şey; Evren’de bugüne kadar bulunmuş en büyük
sinyalden yüzlerce kat daha büyük olan pürüzsüz polarizasyon dönüşü
sinyalleriydi. ALMA kullanımı sayesinde, keşfimiz; gözlem frekansı açısından
ve manyetik alanın derinlemesine incelenebileceği bir mesafe (kara deliğe
uzaklığı -olay ufkundan yalnızca birkaç ışık yılı uzaklıkta) bakımından
atılan devasa bir adım niteliğindedir. Elde ettiğimiz sonuçlar ve ileride
yapılacak olan araştırmalar; süper kütleli kara deliklerin hemen yakınında
tam olarak neler olduğunu anlayabilmemize katkıda bulunacak” diyor.
Kaynak: European Space
Observatory, “ALMA Reveals Intense Magnetic Field Close to Supermassive
Black Hole”,
Nötron yıldızları evrenin en egzotik ve merak uyandıran öğelerinden birisi
olarak kabul görmektedir. Birçok alanda başarılı olan insanlar gibi,
nötron yıldızları da yüzey çekimi, manyetik alan gücü,
yoğunluk ve sıcaklık açısından uç düzey özellikler göstermektedir.
Tam
da bu anda kara deliklerin çok daha yoğun olduklarını düşünebilirsiniz. Bu
elbette bir açıdan doğru ancak asla gerçekten bir kara deliğin iç yapısını
ve içeriğini bilemiyoruz çünkü tamamen olay ufkunun arkasına gizlenmiş
durumdalar.
Katı kabuklara ( ve hatta atmosfer ve okyanuslara) sahip Nötron
yıldızları gözlemleyebildiğimiz en yoğun katı cisimlerdir. Hatta atom
çekirdeğindeki madde yoğunluğunun birkaç katına kadar ulaşabilmektedirler.
Nötron yıldızından alınacak bir kum tanesi büyüklüğündeki örneğin
500.000tondan daha ağır olacağı bilinmektedir.
Nötron yıldızları gösterdikleri ekstrem davranışlarla, astrofizikçiler
için de saygı uyandırıcı ve etkileyici bir hedef haline gelmiş durumda.
Halk nezdinde ise gerçek bir görüntü veya fotoğraf bulunmadığından, kara
delikler gibi garip cisimler olarak bilinmekte ve bu repütasyonunu
sürdürmektedir.
Nötron Yıldızı’nın Kökeni
Nötron yıldızlarının, orta boyutlu (Güneş kütlesinin 8 ila 20 katı) bir
yıldızın ömrü tükenince gerçekleşen süpernova patlamalarından
oluştuğu düşünülmektedir. Nükleer yakıtı tükendiğinde, yıldız patlar ve
madde içeriğinin büyük çoğunluğunu uzay boşluğuna saçar.
Kalan kısmı içe çökerek astronomik boyutlarda zerre gibi düşünülebilir
– yaklaşık 22 kilometre çapında – bir cismi oluşturur. Küçük bir kent
kadar olan bu minik yıldızlar bu halleriyle dahi güneş kütlesinin bir
buçuk katı kadar kütleye sahiptir.
Kabuk kısmı temelde kristalize demirden oluşurken bu atomlar yıldızın
derinlerinde yaşayamaz ve yıldızın iç katmanları arasında madde geçişleri
gerçekleşir. Bu model ‘nuclear pasta’ (makarna çekirdek) olarak
bilinmektedir.
Çekirdek kısmındaki şartlar ve maddesel hal ise Dünya üzerinde
yapılacak hiçbir deney ile oluşturulamaz ve araştırılamaz. Bu çekirdek
kısmı ile ilgili belirsizlik (egzotik hiperonlar veya kuarklardan oluşuyor
olabilir) ise araştırılmalarının ve gökbilimcilerin odaklarından birisi
olamalarının temel sebebidir.
Nötron yıldızları çok az görülebilir ışık yayarlar, bu da
araştırmalarda tespit edilmelerini çok zorlaştırır. Bilinen birkaç bin
örnek ise ürettikleri radyo titreşimlerinden tespit edilmiştir.
Kozmik ışık yayıcıları gibi bu pulsarlardan çıkan radyo dalgaları
evrenin dört bir yanına doğru dağılır. Eğer bu dalgalardan bazıları
Dünya’dan geçecek olursa kurulu radyo teleskopları tarafından tespit
edilebilir. Bugüne kadar keşfedilmiş en yakın pulsar ise yalnızca 500 ışık
yılı uzaklıkta.
Elbette ürettiği radyasyonun Dünya’ya ulaşamadığı örnekler de mevcut ve
bunlar yalnızca tüm galaktik popülasyonda küçük
fraksiyonlar olarak gözlenmiştir. Şimdiye kadar bahsi geçen sıradan radyo
pulsarları gibi birkaç ilginç isimli farklı pulsar (nötron yıldızı) çeşidi
de mevcuttur :
Rotating RAdio Transients (RRATs ) pulsarlar örneğin değişen (aç /
kapa) ışınlar yayarlar.
Magnetar’lar çok güçlü manyetik alana sahip pulsarlardır.
Herşey Bir Döngüde
Tipik bir titreşimli nötron yıldızı, saniyede bir kez kendi etrafında
dönmektedir. Bu hız, bu kadar kütle ve yoğunluğa sahip bir cisim için çok
hızlı sayılmaktadır. Ancak en üstteki görselde de olduğu gibi eğer nötron
yıldızının yanında normal bir yıldız eşi varsa, bu durumda dönüş hızı
artarak saniyede onlarca kez kendi etrafında dönebilmektedir.
Bu süreç ‘accretion‘ (katılma – büyüme) olarak
bilinmektedir. Nötron yıldızlarının milyar yılı aşan ömür sürelerinde
eşlik eden yıldızlar gelişir, evrimleşir ta ki dış katmanları nötron
yıldızının kütle-çekimsel etkisini hissedene kadar.
Daha sonra eşlik eden yıldızdan atılan (veya çekilen) gazlar nötron
yıldızına doğru akar ve nötron yıldızını hızlandırır. Bu süreç bütününe
bakıldığında bir takım yan etkiler üretmektedir. Nötron yıldızına düşen
gaz, onlarca milyon dereceye kadar ısınır ve nötron yıldızının parlak
biçimde X-ışınları ile parıldamasını sağlar. Bu durumda bu tip
radyasyonlar Dünya atmosferini aşarak kurulu teleskoplar tarafından tespit
edilemediğinden, atmosfer dışındaki uydu teleskopları tarafından
kolaylıkla tanınabilirler.
Gökyüzünün X-ışını görüntüsünde en parlak nesnenin Güneş hariç
tutulduğunda, Scorpius X-1 olarak bilinen bir nötron
yıldızı olduğu görülür. Bu yıldız eşinin çevresinde 19 saatte bir dönmekte
ve ana parlaklığını sağlayan kütleyi de bu eşine borçludur.
Birleşme (Füzyon)
Nötron yıldızının üzerinde biriken gaz, güneşin maddesel kompozisyonuna
çok benzerdir ve temelde hidrojen ve helyum, küçük yüzdelerle de diğer
elementleri içerir. Nötron yıldızının dev yer çekimi (Dünya’dan
birkaç yüz milyar kat daha fazla) gazı kendine çeker, bastırır,
ısıtır ve birkaç saat ile birkaç gün arasında bir süre geçmeden nükleer
füzyon oluşmasına sebep olur.
Burada gerçekleşen yanma ise güneşteki gibi durağan ve uzun sürelerde
oluşmamaktadır. Bunun yerine nötron yıldızı üzerinde birkaç saniyede tüm
yüzeyini kaplayan, sabit veya durağan olmayan , tüm biriken yakıtı bir
anda yakan ve tüm galaksiden görülebilecek bir X-ışını patlamasına sebep
olan yanmalar gerçekleşir.
1960 yılından beri gönderilmiş X-ışını telekospları tarafından bu
patlamalar yaklaşık 100 ayrı sistemde gözlemlendi. Büyüme (katılma)
oranına bağlı olarak birkaç saatte bir’den birkaç günde bir’e değişen
oranlarda da gözlemlenmeye devam etmektedir. Bu patlamalar evrende şu ana
kadar bilinen en güçlü termonükleer patlamalardır.
Elbette, eşlik eden yıldızdan gelen gaz desteği bir gün azalcak ve
tükenecektir. Bu gerçekleştiğinde ise, nötron yıldızı tekrardan radyo
pulsarı görevine geri dönüp radyo dalgaları yaymaya devam edebilir. Ancak
bu sefer saniyede birkaç yüz kez dönüyor olarak.. Bu konudaki rekor ise PSR
J1748-2446ad’ ait ve her saniye 716 kez dönüyor.
Ne yazık ki nötron yıldızları bile sonsuza kadar aktif kalamazlar.
Dönme enerjisi bir gün mutlaka tükenecek ve döngüyü hızlandıracak bir eş
yıldız yoksa, pulsarımız artık tespit edilebileceği kadar ışığı
üretemeyecek ve ‘ölüm sınırı’nın altına düşmüş olacaktır.
Bu andan sonra da, zamanın sonuna kadar soğumaya devam edecektir ve
ancak o zaman maddelerin yüksek yoğunluk ve sıcaklıktaki hallerinin
çalışılması için sıra dışı laboratuvarlar haline gelebilecekler.
Galaksilerin merkezindeki kara delikler Güneş
kütlesinin 50 milyar katı kadar kütleyi içerebilir. Bu miktar bir kara
deliğin bu varlığını ışıma ile gaz diski oluşturacak şekilde kaybetmeye
başlamasının limiti olarak sayılıyor.
University of Leicester’da yapılan bir araştırmanın sonucu
olan bu açıklama, Monthly Notices of the Royal Astronomical Society’de ‘How
Big Can a Black Hole Grow?’ (Bir Kara Delik Ne Kadar Büyüyebilir?) başlığı
ile yayımlanan bir makale ile sunuldu. Araştırmayı yürüten aynı
üniversiteden Fizik ve Astronomi Profesörü Andrew King, gaz diski ile
çevreleri sarılmış ve galaksilerin merkezlerinde bulunan süper kütleli
kara delikleri inceliyor.
Bu disklerdeki gazlar da enerji kaybederek kara delikleri beslemek üzere
içlerine girebilecek gibi görünse de, tamamen kararsız oldukları
düşünülüyor ve yakın yıldızlara doğru kaçmaya; yıldızların bünyesine
dahil olmaya çok meyilliler.
Profesör King ise bir kara deliğin kendi
yörüngesini oluşturacak bir gaz diskinin oluşmasına sebep olmadan ne
kadar büyüyebileceğini hesaplamaya çalıştı ve sonucun 50 milyar güneş
kütlesine yakın bir sayı olduğunu tespit etti.
Araştırma gösteriyor ki, eğer disk oluşmazsa kara delikler büyümeyi
durduruyor. Bu da 50 milyar güneş kütlesinin bir nevi kütlesel üst limit
olduğu anlamına geliyor. Tam da bu andan itibaren bir büyüme olması için
bir yıldızın direkt olarak kara deliğin içine girmesi veya mevcut kara
delik ile birleşecek ikinci bir kara deliği oluşturması gerekiyor.
King’in bu konudaki açıklaması şöyle: “Keşfin önemi şu ki;
gökbilimciler bu maksimum kütle limitine sahip kara delikleri, içlerine
düşmekte olan gaz disklerinden yayılan dev boyutlardaki radyasyonu
gözlemleyerek keşfetmişlerdi. Kütlesel limit; limitten çok yüksek
kütlelere sahip olan kara deliklerin çevrelerinde görülebilir gaz
diskleri bulunamayacağından aynı şekilde gözlenemeyecekleri anlamına
geliyor.”
Prensipte ise daha büyük kara delikler ve kara delik kütleleri mümkün
— örneğin maksimum kütle sınırına yakın bir kara delik herhangi bir
büyük kara delikle birleştiği anda bu limitten çok daha büyük kütlelere
sahip kara delikler oluşabilir –. Ancak bu bileşkeden hiç ışık
çıkmayacak ve hatta ışık (radyasyon kastediliyor) yayabilecek bir gaz
diski de oluşamayacağından gözlemlenemeyecektir.
Ne var ki bu durum da, çok büyük kara delikleri keşfedemeyeceğimiz
veya hissedemeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Çok yakınlarından geçmekte
olan ışık ışınları büküleceğinden ve hatta belki yakın gelecekte
birleşik alan teorileri ile birlikte keşfedeceğimiz kütleçekim dalgaları
büküleceğinden daha büyük kara deliklerin de keşfedilmesi son derece
mümkün.
Kaynak : Andrew King. How big can a black hole grow?Monthly Notices of the Royal Astronomical Society: Letters, 2015;
456 (1): L109 DOI:10.1093/mnrasl/slv186
Bilimin her şeye bir açıklama getirmesi gerektiği, hali hazırda tüm
sorulara cevap verebiliyor olması gerektiği çoğu insan için bir önyargı ve
karşılanmayacak bir beklentidir. Temelde zamansal bir sorun olan bu
eksiklik bilimin doğası gereği bulunmaktadır. Bu sorular cevaplandıkça,
bilinmeyenler çözüldükçe gelişen teknoloji ve araştırma yöntemleri ile
yeni bilinmeyenler cevaplanacak, bazen bu iki fenomen aynı anda
gerçekleşecek ancak sorulacak sorular asla bitmeyecektir.
Bilimciler
için de yüzlerce cevaplanmamış soru ve bilinmeyen arasından seçilmiş bu 6
temel bilinmeyene bir göz atalım:
1-Neden Madde miktarı Antimaddeden daha fazla?
Bügünkü parçacık fiziği anlayışımıza göre, madde ve antimadde
birbirine eşit ama zıt.. Bu bağlamda; karşılaştıklarında birbirlerini yok
etmeleri ve geriye hiçbir şey bırakmamaları ve tüm bu yok etme olaylarının
evrenin gençlik döneminde gerçekleşmiş olması beklenirdi. Gel gelelim;
eğer bu karşılaşma gerçekleşmiş bile olsa, geriye milyarlarca galaksiyi ,
yıldızı, gezegeni ve geriye kalan herşeyi oluşturmaya yetecek kadar madde
kalmış demektir. Bir çok açıklama, bir kuark ve
antikuark‘ın birleşmesinden oluşan kısa-ömürlü mezon’ların
etrafında dönüyor. B-mezonlar, anti-B-mezonlar’dan daha yavaş bozunur. Bu
da geriye, evrendeki tüm maddeleri oluşturmaya yetecek kadar B-mezon
kalmasını sağlıyor. Buna ek olarak B, D ve K-mezonlar antiparçacık
haline geçip geri dönebilirler ancak araştırmaların gösterdiğine göre
mezonlar daha çok normal fazda bulunma eğilimi gösterdiği için parçacık
sayısı anti-parçacık sayısının çok üstünde olabilir.
2-Tüm Lityum Nerede?
Evrenin gençlik dönemlerinde sıcaklıklar aşırı yüksekken, hidrojen,
helyum ve lityum izotopları bolluk içinde birbirlerine karışıyordu.
Evrenin neredeyse tüm kütlesi de hala en yoğun halde bulunan hidrojen ve
helyumdan oluşuyor. Ancak gözlemlememiz gereken lityum’un
üçte birini gözlemleyebiliyoruz. Peki nerede bu lityum? Mevcut durumda
sayısız açıklama mevcut ki bazıları hipotetik atom altı parçacıklardan
olan axion’ları kullanırken bazı açıklamalar da büyük yıldızların
çekirdeklerinde hapis olduklarını söylüyor. Henüz bunu tespit edebilecek
kadar gelişmiş alet , edevat veya teleskopumuz yok. Ancak ne var ki,
evrendeki kayıp lityum ile ilgili tüm soruları karşılayabilecek , bütünsel
bir teoride mevcut değil.
3-Yer çekimi nasıl çalışır?
Hepimiz Ay’ın uyguladığı çekim ile oluşan gel-git’leri, Dünya’nın yer
çekiminin bizi yüzeyde tuttuğunu ve Güneş’in çekiminin Dünya’mızı
yörüngede tuttuğunu biliyoruz. Ama bu fenomeni ne kadar anlıyoruz. Bu
büyük kuvvet maddenin kendisinden kaynaklanıyor bu sebeple daha çok madde
içeren daha büyük kütleli objeler daha fazla çekim
uygulamaktadır.
Bilimciler yerçekimi ile ilgili bir çok bilinmeyeni açıklığa
kavuşturuyor olsa da, gerçekten var olup olmadığı konusunda ciddi
şüpheleri var. Neden atomlar çoğunlukla boşluktur? Neden atomları bir
arada tutan kuvvet yer çekiminden bu anlamda farklı çalışır? Yer çekimi
aslında bir parçacık mı? İşte bu sorular şu anki fizik bilgimizle
cevaplayabildiğimiz sorular değil.
4-Herkes nerede?
Gözlemlenebilir evrenin çapı yaklaşık 92 milyar ışıkyılı uzunluğunda ve
gezegen ile yıldızlarla dolu milyarlarca galaksiden oluşuyor. Buna rağmen
bildiğimiz tek canlı hayatı kanıtı burada, Dünya’da bulunuyor. İstatistiki
olarak bu genişlikte yalnız olmamız pek mümkün değil ama her nedense
herhangi bir başka dünya ile iletişime geçebilmiş de değiliz. Bu fenomen
Fermi paradoksu olarak bilinir ve nedeni ile
ilgili de düzinelerce varsayım bulunmaktadır. Belki de bize ulaşmaya
çalışanların gönderdikleri sinyalleri alamıyoruz, belki henüz öyle bir
teknolojiye sahip değiliz, ya da bizimle iletişime geçmek istemiyor
olabilirler. En düşük ihtimalle de, bizler bu evrendeki tek canlı yaşayan
gezegende bulunuyoruz.
5-Kara madde neden yapılmıştır?
Evrendeki tüm maddenin %80’i kara maddeden oluşmaktadır. Kara madde ise
son derece kendi halinde (hiç ışık yaymayan) varlığı yokluğu belli
olmayan bir maddedir. İlk kez 60 yıl önce hakkında kesin bir kanıt olmadan
bir teoride yerini aldı. Bir çok bilimci, kara maddenin olarak bilinen (WIMP’lerden)
oluştuğunu düşünür, ki bu onu bir protondan 100 kat daha ağır bir madde
yapar. Gel gelelim kara madde şu an için baryonik madde (kompozit
bir atomaltı parçacık) ile etkileşime girmediği için tespit edilemiyor.
Diğer fikirsel tasarılarda kara maddenin axion, nötralino ve fotinolardan
oluştuğu varsayılmaktadır.
6-Kara enerji nedir?
Bilimin tüm gizemlerinin içinde, kara enerji en
anlaşılmazlarından birisi sayılabilir. Kara madde toplam kütlenin
%80’inini oluştururken, kara enerji‘ninde tüm enerji
içeriğinin %70’ini oluşturduğu varsayılmaktadır. Evrenin genişlemesinin en
temel sebebi ve itici kuvveti olarak bilinen kara enerji, sadece ona
atfedilen bu yetenekten dolayı bile onlarca bilinmeyenin ortasında
kalıyor. İlk ve en önemlisi tam olarak neyden yapıldığı bilinmiyor. Kara
enerji sabit midir? Yoksa evren genişledikçe belli dalgalanmalar gösterir
mi? Neden kara enerjinin yoğunluğu sıradan madde ile uyuşmaktadır? Kara
enerji, Einstein’ın kütle çekim teorisi ile uyuşuyor mu, yoksa kara
enerjinin varlığı teorinin yeniden gözden geçirilmesine mi sebep olacak?
Kaynak : IFLS, Lisa Winter, Top 10 Unsolved Mysteries of
Science,
Enerjinin korunumu gündelik yaşamda da gözlemleyebileceğimiz şekilde
fiziğin ve genel olarak da evrenin mutlak yasalarından birisidir.
Kıvılcımlardan ateş oluştu. Ateş, -yanmadan hemen önce- olmayan ısı
enerjisini ortaya çıkardı. Piller güç üretiyorlar. Nükleer bir bomba
patlamaya sebep olur. Tüm bu durumlar basitçe enerjinin form değiştirdiği
durumlardır. Hatta -paradoksik olarak görülen- karanlık enerji evrenin
genişleyişine sebep oluyor.
Aynı zamanda da termodinamiğin ilk yasası
olarak bilinen “enerjinin korunumu yasası” kapalı bir sistemde -eğer
dışarıdan bir artırma ya da azaltma etkisi uygulanmazsa- enerjinin o
sistemde sabit kalacağını söyler. Evren de kendi içerisinde kapalı bir
sistemdir, toplam enerji miktarı da daima sabittir.
Potansiyel ve kinetik enerji lisedeki fizik bilgilerinizden de
hatırlayacağınız üzere iki en basit enerji formudur. Örneğin; yer çekimi
potansiyeli; bir tepeye çıkarılan kayada biriken enerjidir. Kinetik enerji
ise bu kayanın tepeden aşağı doğru yuvarlanırken hareketinden dolayı sahip
olduğu enerjidir. Bu iki enerjinin toplamı ise mekanik enerjidir. Sıcak
bir cisimdeki ısı; cismin hareket halindeki atom ve moleküllerinin mekanik
enerjisidir. Kimyasal enerji moleküler düzeydeki kimyasal bağlarda
depolanan bir başka potansiyel enerji türüdür. Hücrelerinde çokça biriken
bu enerji sayesinde koşarsın, zıplarsın, hareket edersin. Elektromanyetik
enerji, nükleer enerji ve daha da fazlası. Hatta kütle bile bir enerji
bileşenidir, Einstein’ın ünlü formülünü hatırla: E=mc2 (m: kütle)
Pil kimyasal enerjiyi elektrik enerjisine dönüştürür. Nükleer bomba
nükleer enerjiyi termal, elektromanyetik ve kinetik enerjiye dönüştürür.
Yani bir enerji formu bir başka enerji formuna dönüştürülebilir.
Bilim insanları enerji formlarına dair daha iyi bir kavrayış
geliştirdikçe, enerjiyi bir formdan başka bir forma dönüştürmenin de yeni
yollarını ortaya çıkardılar. Fizikçiler kuantum teorisini ilk kez formule
ettiklerinde, ışığın saçılma veya absorbe edilmesinden kaynaklı olarak,
atomda bulunan bir elektronun bir enerji seviyesinden başka bir enerji
seviyesine sıçrayabildiğini farkettiler. 1924 yılında Niels Bohr, Hans
Kramers ve John Slater kuantum sıçramalarının enerjinin korunumu yasasına
aykırı olarak gerçekleştiğini ileri sürdüler. Fizikçilere göre, her
kuantum sıçraması enerjiyi serbest bırakır ya da absorbe eder ve yalnızca
ortalama düzeyde enerji korunabilir.
Einstein, kuantum mekaniğinin enerji korunumuna karşı geldiği anlamına
gelen bu fikre şiddetle karşı çıktı. Fizikçilerin kuantum mekaniğini
birkaç yıl sonra yeniden gözden geçirmesi sonrası, bilim insanları her
elektronun enerjisinin olasılıksal bir belirsizlikte değiştiğini,
elektronun toplam enerjisinin ve ışımasının bu dalgalanma sürecinin her
anında sabit kaldığını anladılar. Enerji korunuyordu. Ve Einstein’ın haklı
olduğu ortaya çıktı.
Modern kozmoloji enerji korunumuna dair yeni bilmeceler ortaya çıkardı.
Bugün biz, bilim insanlarının karanlık enerji olarak tanımladıkları bir
şeyin etkisiyle evrenin giderek daha hızlı bir oranda genişlediğini
biliyoruz. Bu karanlık enerji, boşluğun her santimetre küpünün iç enerjisi
olarak düşünülüyor. Fakat eğer evren sınırlı miktarda enerjinin varolduğu
kapalı bir sistemse, bu durumda nasıl oluyor da daha fazla iç enerjinin
olduğu ve ekstra bir enerji ortaya çıkarmayan daha fazla boşluk ortaya
çıkıyor?
Durum şuna dönüyor; Einstein’ın genel izafiyet teorisinde, pozitif
enerjili uzay bölgeleri aslında uzayı dışarıya doğru itiyor. Uzay
genişledikçe, yeni açılan hacmi dolduracak olan iç enerjiye dönüşen
depolanmış yer çekimi potansiyel enerjisi salınıyor. Böylelikle de evrenin
genişlemesi enerji korunumu yasasıyla kontrol ediliyor.
Karanlık Enerji, Madde Tarafından Saklanıyor Olabilir!
Ağu 21, 2015 Yusuf
Cem Durakcan
Eğer karanlık enerji aramızda ‘’bukalemun’’ olarak adlandırılan
varsayımsal parçacıklar formunda gizleniyorsa, University of California,
Berkeley’den Holger Müller ve araştırma takımı bu parçacıkları saklandığı
yerden çıkartmayı planlıyorlar.
Science’da yayımlanan deneyin
sonuçları bukalemun parçacıklarıyla için araştırmayı, önceki testlere
kıyasla, yüz kat daraltıyor. Fizik bölümünde yardımcı doçent olan Müller,
bundan sonraki yapacağı deneyin ya bukalemun parçacıklarını, ya buna
benzer ultra-hafif parçacıkları gerçek karanlık enerji olarak ortaya
çıkartacağını, ya da bütün bunların boş bir hayal olduğunu göstereceğini
düşünüyor.
Karanlık enerji, bilim insanlarının 1998 yılında evrenin artan bir
oranda genişlediğini gözlemlemesiyle bulundu. Açık bir şekilde,
görülemeyen bütün uzaya yayılmış ve kozmozdaki enerjinin yaklaşık %68’ini
oluşturan bir basınç tarafından bütün bir uzay genişletiliyordu. UC
Berkeley’den birçok bilim insanı, fizikçi Saul Perlmutter ile paylaşılan,
Nobel Ödülü’nü kazanan keşfi yapan iki araştırma takımının içerisindeydi.
O zamandan beri teorisyenler bu gizemli enerjiyi açıklamak için sayısız
teori ürettiler. Albert Einstein’in genel görelilik denkleminde öne
sürdüğü ve sonra reddettiği kozmolojik sabitte olduğu gibi bu enerji
evrenin dokusuna basit bir şekilde örülmüş olabilirdi; ya da Higgs
bozonunun ürünü de dahil olmak üzere, çok sayıda varsayımsal parçacık
tarafından temsil edilen bir öz olabilirdi.
2004 yılında, University of Pennsylvania’dan teorist ve makale baş
yazarı Justin Khoury karanlık enerji parçacıklarının neden ortaya
çıkartılamadığı ile ilgili mümkün olabilecek bir sebebi öne sürdü: bu
parçacıklar bizden saklanıyor olabilir.
Spesifik olarak, Khoury bukalemun ünvanı verilen karanlık enerji
parçacıklarının etrafını çevreleyen maddenin yoğunluğuna bağlı olarak
kütle değişimine uğradığını öne sürdü.
Uzay boşluğunda, bukalemunlar küçük ağırlıklara sahip olup uzun
mesafeler boyunca kuvvet sarfediyor ve dolayısıyla uzayı genişletiyor
olabilirdi. Fakat, hertafta madde olan laboratuvarda, bu parçacıkların
yüksek ağırlığa ve oldukça küçük erişime sahip olmaları gerekiyor.
Fizikte, düşük ağırlık uzun mesafe kuvvetini, yüksek ağırlık ise kısa
mesafe kuvvetini işaret ediyor.
Bu durum, evrende baskın gelen karanlık enerjinin laboratuvarlarda
neden saptanamadığının bir açıklaması olabilir.
Müller’e göre; bukalemun alanı uzay boşluğunda hafif fakat bukalemnun
bir objeye girer girmez oldukça ağırlaşıyor ve bundan dolayı da yalnızca
büyük bir objenin sadece en dıştaki katmanıyla çift oluşturuyor. Bu
parçacıklar yalnızca maddenin en dıştaki katmanını nanometrelerle ifade
edilebilecek ölçülerde çekiyor.
Kamuflajı Kaldırmak
Müller ve araştırma takımı, oldukça hassas kuvvet dedektörlerinin de
dahil olduğu dedektörler yaptılar ve bu dedektörleri Einstein’ın
teorisinde bir soruna işaret edebilecek en ufak bir yerçekimsel
anormalliği gözlemlemeyi planlıyorlardı. Bu dedektörlerin çok hassas
olanları kısa-mesafe bukalemun kuvvetini algılamak için fiziksel olarak
çok büyük olduğundan, araştırmacılar daha az duyarlı atom
interferometrelerin bu iş için daha uygun olduğunu farkettiler.
Araştırmacılar, sezyum atomularını bir inç çapındaki alüminyum kürenin
üzerine damlattılar ve hassas lazerler kullanarak 10-20 milisaniye serbest
düşme yapan atomların üzerindeki kuvvetleri ölçtüler. Araştırmacılar yer
çekiminden milyon kez daha zayıf bukalemun-eyletik kuvvetlerini hariç
bırakan Dünya’nın yer çekimi kuvvetinden başka herhangi bir kuvvete
rastlamadılar. Bu durum, olası enerjilerin geniş bir skalasını saf dışı
bırakıyor.
Cenevre’deki CERN’de ve Illinois’daki Fermi National Accelerator
Laboratory’de yapılan deneylerin yanı sıra nötron interferometrelerini
kullanan diğer testlerle de bukalemunların kanıtlarına ulaşılmaya
çalışılıyor. Müller ve araştırma takımı da halihazırda deneylerini bütün
diğer olası parçacık enerjilerini saf dışı bırakacak şekilde
geliştiriyorlar. Bu araştırmalarda bukalemun parçacıkların gerçekten var
olduklarının kanıtlarına da ulaşılabilir.
Kaynak: P. Hamilton, M. Jaffe, P. Haslinger, Q. Simmons, H. Muller,
J. Khoury. Atom-interferometry constraints on dark energy. Science,
2015; 349 (6250): 849 DOI: 10.1126/science.aaa8883
Kozmozdaki toplam maddenin %85’inden oluşan ve bilebildiğimiz evrenin
%27’sini kapsayan karanlık maddeler hakkındaki bilinmezlikler giderek
azalıyor.
İlk defa olarak; karanlık maddenin bir başka
karanlık madde ile çekim kuvveti dışında bir yol ile
etkileşim halinde olduğu gözlemlenmiş olabilir. Avrupa Uzay Gözlem
Evininin büyük teleskopu ve NASA/ESA Hubble Uzay
Teleskopu tarafından galaksilerin çarpışmalarına dair elde edilen
gözlemler sonucu; evrenin bu gizemli bileşeninin doğası hakkında ilk ilgi
çekici ipuçları topladı.
Monthly Notices of the Royal Astronomical Society ‘de
yayımlanan bulgular, mevcut teorilerin kapsamı dışındaki egzotik
fizikle ipuçları veriyor olabilir.
Durham University ‘den Dr. Richard Massey öncülüğündeki astronom ekibi;
Abell 3827 kümesi içerisindeki 4 galaksinin gelişi güzel
çarpışmaları üzerine çalıştılar. Ekip; sistem içerisindeki kütle yerlerini
belirledi ve karanlık madde ile parlak galaksilerin dağılımını
karşılaştıran bir plan çizdiler.
Karanlık maddenin öylece durduğunu, kütle çekimi dışında başka bir iş
yapmadığını düşünüyorduk. Fakat, eğer karanlık madde; bu çarpışmalar
sırasında yavaşlıyorsa, bu durum karanlık bölgedeki zengin fiziğe katkı
sunacak ilk delil olabilir.
-Dr. Richard Massey
Her ne kadar karanlık madde görünmez olsa da, ekip kütle çekim
gözlemi denilen bir teknik kullanarak karanlık maddenin yerini
anlayabiliyor. Çarpışan galaksiler çevresindeki karanlık
maddenin kütlesi uzay-zamanı ciddi şekilde etkilerken, uzak galaksilerden
gelen ışığın güzergahında da bükülmeler meydana getirir.
Mevcut bilgimize göre bütün galaksilerin karanlık madde kümeleri
içerisinde bulunduğunu düşünüyoruz. Onları dengede tutan bir
karanlık maddenin kütle çekimi olmadan, Samanyolu gibi galaksiler
döndükçe birbirlerinden koparlar. Bu kopuşu engellemek için de evrendeki
kütlenin [1] %85’i karanlık madde olarak bulunmak
zorundadır ve bu maddelerin doğası hala bir gizem olarak durmaya devam
ediyor.
Bu çalışmada, araştırmacılar çarpışan 4 galaksiyi gözlemlediler ve bir
karanlık madde kümesinin; kuşattığı galaksilerin gerisinde olduğu görüldü.
Karanlık madde, galaksinin 5000 ışık gerisinde bulunuyor ve NASA’nın
Voyager uzay aracıyla bu mesafe 90 milyon yılda
gidilebilir.
Karanlık madde ve ilişkili olduğu galaksi arasındaki gecikmenin
çarpışmalar sırasında karanlık maddenin kendisiyle çekim kuvveti dışında
başka bir kuvvet aracılığıyla [2] bir etkileşime –hatta
çok hafif bir etkileşime– girdiği sırada olduğu düşünülmektedir. Karanlık
maddenin kütle çekimi dışında başka bir yol ile etkileşim
yapabildiği daha önce hiç gözlemlenmemişti.
Durham University ‘den makalenin yazarlarından Richard Massey:
“Karanlık maddenin öylece durduğunu, kütle çekimi dışında başka bir
iş yapmadığını düşünüyorduk. Fakat, eğer karanlık madde; bu çarpışmalar
sırasında yavaşlıyorsa, bu durum karanlık bölgedeki zengin fiziğe katkı
sunacak ilk delil olabilir” diyor.
Araştırmacılar gecikmeyi ortaya çıkaran başka etkilerin de olması
gerektiği üzerine daha fazla araştırmaya ihtiyaç
duyulduğunu belirtiyorlar. Daha fazla galaksi üzerine yapılmış benzer
gözlemler ve galaksi çarpışmalarının bilgisayar simülasyonları
yapımına ihtiyaç olduğunu dile getiriyorlar.
University of Minesota ‘dan ekip üyesi Liliya Williams:
“Karanlık maddenin evrenin şekillenmesinde yerçekimsel etkisi
yardımıyla var olduğunu biliyorduk, fakat utandırıcı bir şekilde hala
karanlık maddenin tam olarak ne olduğu hakkında çok az şey biliyoruz.
Gözlemimiz karanlık maddenin yerçekimsel kuvveti dışında başka
kuvvetler aracılığıyla da etkileşime giriyor olabileceğini
gösteriyor. Bu da demek oluyor ki; karanlık maddenin ne olabileceğine dair
bazı spesifik teoriler ortaya çıkarabiliriz” diyor.
Bu sonuç; ekibin daha önce çarpışan galaksi kümeleri[3]
arasındaki 72 çarpışmaya dair yaptıkları gözlem sonucunda
elde ettikleri bulguları desteklerken karanlık maddenin kendisiyle de çok
küçük bir etkileşim içerisine girdiğini gösteriyor. Öte yandan yeni
çalışma galaksi kümeleri yerine tekil olarak galaksilerin
hareketlerini göz önüne alıyor. Araştırmacılar; bu galaksiler arasındaki
çarpışmanın daha önceki çalışmada gözlemlenen çarpışmalara kıyasla daha
uzun süre devam ettiğini, dolayısıyla da zamanla oluşan küçük
sürtünme kuvvetlerinin etkisine ve ölçülebilir bir
gecikmenin ortaya çıkmasına ortam hazırlandığını da düşünüyorlar.[4]
Ekip, geçtiğimiz ay yaptıkları çalışmada karanlık maddenin çevresiyle
olan etkileşiminin üst limitini ortaya koymuşlardı, bu araştırma da ise
alt limit ortaya koyuluyor. Richard Massey; sonunda karanlık maddeyi;
mevcut bilgiyi iki sınır arasında sıkıştıran alt ve üst sınır içerisine
yerleştirdiklerini söylüyor.
Notlar:
Görsel Açıklama: Kümedeki karanlık madde dağılımı mavi çizgilerle
gösterilmiştir.
[1] Astronomlar evrenin toplam kütle/enerji içeriğinin; %68
karanlık enerji, %27 karanlık madde ve %5 “normal” madde olduğunu
bulmuşlardı. Bu yüzden, %85 ifadesi “madde”nin karanlık kısmı ile
ilişkilendiriliyor.
[2] Bilgisayar simülasyonları; çarpışmadan doğan ekstra sürtünmenin
karanlık maddeyi yavaşlatabileceğini gösteriyor. Bu etkileşimin doğası
bilinmiyor; oldukça bilinen bir etkinin ya da bilinmeyen yabancı bir
kuvvetin sonucu olabilir. Bu noktada söylenebilen tek şey; bunun
yerçekimsel bir kuvvet olmadığı.
Bu 4 galaksi de karanlık maddelerinden ayrılmış olabilir. Fakat,
yalnızca bir galaksiden elde edilen çok iyi bir ölçüme sahibiz. Diğer 3
galaksiden elde edilen lens görüntüleri oldukça uzak, dolayısıyla karanlık
maddenin yerini belirlemede sıkıntılar oluşabiliyor.
[3] Galaksi kümeleri bin adete kadar varan tekil galaksiler
içeriyor.
[4] Sonuçtaki ana belirsizlik çarpışmanın ömrü: karanlık maddeyi
yavaşlatan sürtünme yaklaşık bir milyar yıldır etkileyen zayıf bir kuvvet
ya da “yalnızca” 100 milyon yıldır etkileyen görece güçlü bir kuvvet
olabilir.
Araştırma Referansı:
Richard Massey et al. The behaviour of dark matter associated with
4 bright cluster galaxies located in the 10 kpc core of Abell 3827.
Monthly Notices of the Royal Astronomical Society, 2015 Kaynak: European Southern
Observatory,
Geçmişe bir mesaj yolladığımızda, bu mesaj neden kilitlenir ve kimse mesajı
okuyamaz ? Bunun nedeninin bugün halen çözülemeyen problemler olduğu öne
sürüldü. Npj Quantum Information dergisinde yayınlanan araştırmada,
uluslararası araştırmacılar zaman yolculuğundaki kuantum parçacıklar için
öneride bulundu. Bu araştırmada açılamayan bu mesajın fazlasıyla yararlı
olabileceği belirtildi.
Eğer deneyde mesaj gönderilmeden önce laboratuvarda diğer bir sistemle
kuantum dolanıklığa giriyorsa bu doğru olabilir. Kuantum dolanıklık , sadece
kuantum fiziği dünyasında mümkündür ve zaman yolculuğu mesajı ile
laboratuvar sistemi arasında korelasyonlar yaratır. Bu korelasyonlar kuantum
bilgisayarlara güç verebilir. On yıl önce Dave Bacon adlı araştırmacı zaman
yolculuğu kuantum bilgisayarların , matematikçilerin bir araya getirmekte
zorlandığı, bir grup problemi (NP –complete problemleri) çabucak
çözebildiğini göstermişti. Dave Bacon şu an Google’da çalışıyor.
Problem Bacon’ın kuantum bilgisayarının kapalı zaman benzeri eğrilerde
zaman yolculuğu yapmasından kaynaklanıyordu. Bu yollar uzay-zaman dokusuna
doğru kendi döngülerini kendileri yaparlar. Genel görelelik sayesinde bu
yollar solucan delikleri olarak da bilinen uzay-zamana doğru eğilmeler
yapıyor. Fizikçiler nedenselliği tehdit ettiğinden, bu gibi fırsatların
artmasını durdurmak zorundalar ki, bunun en bilinen paradoksal örneği,
zamanda yolculuk yaparak dedenizi öldürerek kendi varlığını geçersiz
kılmanızdır. Tabi bu problem sadece aile bağlarını tehdit etmiyor. Zaman
çizgisinde bir kırılma yaratacağından kuantum fiziği için de nedenler
doğurur. Son 20 yılda yapılan araştırmalar kapalı-zaman benzeri eğrilerin
varlığı kuantum fiziğinin temel prensiplerini ihlal ettiğini gösteriyor.
Belirsizlik ilkesi, kuantum özelliklerin doğasında bulanıklık(fuzzy) ,
bir parçacığın kuantum hallerinin kopyalanamayacağını gösteren no-cloning
teorem kırılabilir. Buna rağmen bu yeni çalışmada kuantum bilgisayarların
açık zaman döngülerinde bile zaman yolculuğu yapan kübitlere sahip
olduğunda, çözülemez problemleri çözeceğini ve nedensellik problemleri
yaratmayacağını gösterildi. Çünkü nesnenin geçmişiyle ilgili hiçbir
etkileşime imkan vermez : zaman yolculuğu yapan parçacıklar (veya veriler)
asla kendileriyle etkileşime girmezler. Yine de, bu tuhaf kuantum özellikler
imkansız işlemleri yapmaya izin vererek dokunulmamış kalır.
“Her ne kadar klasik dede paradoksu gibi paradokslardan kaçınsak da,
halen bu tuhaf sonuçları almaya devam ediyoruz,” diyor araştırmaya liderlik
eden Mile Gu. Mile Gu , Singapur Ulusal Üniversitesi Kuantum Teknolojileri
Merkezi , Tsinghua Üniversitesi ‘nde çalışıyor. Diğer yardımcı yazarlar ise
Oxford Üniversitesi, Avustralya Ulusal Üniversitesi, Queensland
Üniversitesi’nden iştirak ediyor. “Ne zaman bir fikir ortaya sunsa, millet
bu etkinin olmasının yolu yok diyor. Fakat bu mümkün: kuantum parçacıklar
zaman döngüsüne girerek süper işlem gücü kazanıyor ve geçmişte hiçbir
parçacıkla etkileşime girmese bile. Bunun sebebi bir miktar bilginin
dolanıklık korelasyonlarında yer almasıdır, işte biz bundan yararlanıyoruz,”
diyor Queensland Üniversitesi’nden Jayne Thompson,. Yine tüm fizikçiler açık
zaman döngülerinin fiziksel evrendeki kapalı zaman döngüleriyle anlaşılacağı
fikrine katılmıyorlar.
Kaynak
Araştırma Referansı : Xiao Yuan et al. Replicating the benefits of
Deutschian closed timelike curves without breaking causality, npj Quantum
Information (2015). DOI: 10.1038/npjqi.2015.7
Bu sayfadaki bilgiler BilimFili.com sitesinden
alınmıştır. Emeği geçen çevirmen arkadaşlara teşekkür ederim.
Geçmişe bir mesaj yolladığımızda, bu mesaj neden kilitlenir ve kimse
mesajı okuyamaz ? Bunun nedeninin bugün halen çözülemeyen problemler
olduğu öne sürüldü. Npj Quantum Information dergisinde yayınlanan
araştırmada, uluslararası araştırmacılar zaman yolculuğundaki kuantum
parçacıklar için öneride bulundu. Bu araştırmada açılamayan bu mesajın
fazlasıyla yararlı olabileceği belirtildi. Eğer deneyde mesaj
gönderilmeden önce laboratuvarda diğer bir sistemle kuantum dolanıklığa
giriyorsa bu doğru olabilir. Kuantum dolanıklık , sadece kuantum fiziği
dünyasında mümkündür ve zaman yolculuğu mesajı ile laboratuvar sistemi
arasında korelasyonlar yaratır. Bu korelasyonlar kuantum bilgisayarlara
güç verebilir. On yıl önce Dave Bacon adlı araştırmacı zaman yolculuğu
kuantum bilgisayarların , matematikçilerin bir araya getirmekte
zorlandığı, bir grup problemi (NP –complete problemleri) çabucak
çözebildiğini göstermişti. Dave Bacon şu an Google’da çalışıyor. Problem
Bacon’ın kuantum bilgisayarının kapalı zaman benzeri eğrilerde zaman
yolculuğu yapmasından kaynaklanıyordu. Bu yollar uzay-zaman dokusuna doğru
kendi döngülerini kendileri yaparlar. Genel görelelik sayesinde bu yollar
solucan delikleri olarak da bilinen uzay-zamana doğru eğilmeler yapıyor.
Fizikçiler nedenselliği tehdit ettiğinden, bu gibi fırsatların artmasını
durdurmak zorundalar ki, bunun en bilinen paradoksal örneği, zamanda
yolculuk yaparak dedenizi öldürerek kendi varlığını geçersiz kılmanızdır.
Tabi bu problem sadece aile bağlarını tehdit etmiyor. Zaman çizgisinde bir
kırılma yaratacağından kuantum fiziği için de nedenler doğurur. Son 20
yılda yapılan araştırmalar kapalı-zaman benzeri eğrilerin varlığı kuantum
fiziğinin temel prensiplerini ihlal ettiğini gösteriyor. Belirsizlik
ilkesi, kuantum özelliklerin doğasında bulanıklık(fuzzy) , bir parçacığın
kuantum hallerinin kopyalanamayacağını gösteren no-cloning teorem
kırılabilir. Buna rağmen bu yeni çalışmada kuantum bilgisayarların açık
zaman döngülerinde bile zaman yolculuğu yapan kübitlere sahip olduğunda,
çözülemez problemleri çözeceğini ve nedensellik problemleri
yaratmayacağını gösterildi. Çünkü nesnenin geçmişiyle ilgili hiçbir
etkileşime imkan vermez : zaman yolculuğu yapan parçacıklar (veya veriler)
asla kendileriyle etkileşime girmezler. Yine de, bu tuhaf kuantum
özellikler imkansız işlemleri yapmaya izin vererek dokunulmamış kalır.
“Her ne kadar klasik dede paradoksu gibi paradokslardan kaçınsak da, halen
bu tuhaf sonuçları almaya devam ediyoruz,” diyor araştırmaya liderlik eden
Mile Gu. Mile Gu , Singapur Ulusal Üniversitesi Kuantum Teknolojileri
Merkezi , Tsinghua Üniversitesi ‘nde çalışıyor. Diğer yardımcı yazarlar
ise Oxford Üniversitesi, Avustralya Ulusal Üniversitesi, Queensland
Üniversitesi’nden iştirak ediyor. “Ne zaman bir fikir ortaya sunsa, millet
bu etkinin olmasının yolu yok diyor. Fakat bu mümkün: kuantum parçacıklar
zaman döngüsüne girerek süper işlem gücü kazanıyor ve geçmişte hiçbir
parçacıkla etkileşime girmese bile. Bunun sebebi bir miktar bilginin
dolanıklık korelasyonlarında yer almasıdır, işte biz bundan
yararlanıyoruz,” diyor Queensland Üniversitesi’nden Jayne Thompson,. Yine
tüm fizikçiler açık zaman döngülerinin fiziksel evrendeki kapalı zaman
döngüleriyle anlaşılacağı fikrine katılmıyorlar. Kaynak : http://phys.org/news/2015-12-computing-with-time-travel.html#jCp
Araştırma Referansı : Xiao Yuan et al. Replicating the benefits of
Deutschian closed timelike curves without breaking causality, npj Quantum
Information (2015). DOI: 10.1038/npjqi.2015.7
Gerçek Bilim linkini göstermeden paylaşmak yasaktır
Zaman Yolculuğu Yapan Kuantum Bilgisayarlar Fizik Uzay-Zaman Ütopya
Bilgisayar Yazar Oğuz Sezgin
Gerçek Bilim linkini göstermeden paylaşmak yasaktır