|
Zamanda Yolculuk Olasılığı(2)
Zamanda yolculuk gibi aklın kolayca kabul edemeyeceği bir iddiayı anlayış
sınırlarına çekilmek için önce zamanın mutlak olmadığını hareketli
gözlemcinin ölçtüğü zaman ile durağan gözlemcinin ölçtüğü zamanın farklı
olduğunu, yani Einstein özel görelilik kuramını kavramak gerekir.

Evrende ölçülebilen tek mutlak fiziksel büyüklüğün ışık hızı olduğunu
düşünüyorsanız, bu makale sizin için yazılmıştır. Maddesel parçacıkların
ışıktan daha hızlı hareket edebileceği gibi bir inancınız varsa, sizin için
zamanda yolculuk çok kolaydır, tartışmaya dahi gerek yok, binersiniz ışıktan
hızlı giden aracınıza Fatihin İstanbul'u zaptını dahi izleyebilirsiniz.
Cisimleri renk, optik geçirgenlik, direnç v.b fiziksel ve kimyasal
özelliklerinden soyutlanabiliriz; ancak hacminden soyutlayamayız.
Hacminden soyutlanmış cismin, varlığından söz edilemez; hacım cismin
fiziksel değil geometrik özelliğidir ve cisimler bu özelliklerinden
soyutlanamaz. Yaprakları altın çiçekleri elmas bir ağaç düşünebilirsiniz,
ancak sıfır hacimli bir ağaç düşünemezsiniz. Bu basit akıl yürütme, madde
yani cisim ve genel anlamda enerji ile uzay şekli yani geometrisi arasında
bir ilişkinin bulunması gerektiğini işaret eder. Einstein bu ilişkiyi,
Riemann yüzeylerine (eğri yüzeyler) bağlayarak genel rölativite
denklemlerine yansıtmıştır. Einstein’dan sonra uzay-zaman anlayışımız
kökünden değişmiştir. Sunduğumuz makaleler dizisinde bu değişimin öyküsü
ilerde resim ve şekiller ile matematiğe başvurmadan aktarılacaktır.
Uzay ve zaman çevre ile olan ilişkilerden elde edilen bir kavram değil, akıl
yolu ile elde edilen bir önsezidir.
Uzay ve zamanı seziş, biçimsel mantık kurallarına göre bir kavrama ulaşma
şeklinde gerçekleşmemiştir. Duyarlılık yolu ile elde edilen bir
farkındalıktır. İnsan yani bilen, çevre yani bilinen ile hangi ilişki içinde
bulunursa bulunsun, sadece düşüncesini kullanıyorsa bu işleyişe sezme denir.
Sezi ancak ilişki kurduğumuz bir çevre varsa bizi duyarlı kılar; duyarlılık
ise seziyi doğurur. Uzay ve zaman böyle bir süreç içersinde kazanılmış bir
bilgidir. Einstein genel ve özel görelilik kuramı, eğri yüzey (Riemann)
geometrisi ve enerji arasında matematiksel bağıntı kurar ve bu bir sezinin
ürünüdür. Einstein sezinin önemini ünlü,‘sezi, her türlü bilginin bir
değerdir’ cümlesi ile ifade etmiştir.
Klasik fiziğe göre zaman, temel bir fiziksel büyüklüktür, mutlaktır değişimi
söz konusu değildir, kendinden başka hiç bir değişkene bağlı olamaz.
Einstein, 250 senedir herkesin üzerinde anlaştığı temel büyüklükleri:
Zaman nedir? Uzay nedir? Uzunluk nedir? Kütle Nedir? Eşanlılık nedir?
Gibi sorular ile tekrar gözden geçirmiş ve göreliliğin kuramsal alt yapısını
oluşturmuştur. Bu düşünsel yaklaşım gerçekten tartışılacak entelektüel bir
değerdir ancak konumuzun dışındadır. Özel görelilik zamanı, onu ölçen
gözlemcinin hızına bağlı olduğunu söyler, yani zaman görecelidir. Durgun
gözlemcinin ölçtüğü zaman ile hareketli gözlemcinin ölçtüğü zaman aynı
olamaz. Newton zaman ve uzayı mutlak fiziksel büyük olarak kabullenmiştir,
buna karşın üç yüz sene sonra Einstein zamanı ve uzayın mutlak olmadığını
kanıtlamıştır, zamanda yolculuk zamanın hıza bağlı oluşunun sonucudur.
Einstein zaman ve uzayın göreceli olduğunu kanıtladığında Newton’dan bilim
tarihine geçen ‘Beni bağışla ey büyük Newton’ cümlesi ile özür
dilemiştir.Çok basit bir akıl yürütme ile zamanın neden duran ve hareketli
gözlemciye göre farklı olduğunu aktarcağız. Bir az dikkat bu garip olayı
anlamanıza yeter, Einstein adından korkup ben anlayamam demeyin inanın çok
kolay.

Art arda dizilmiş sarı noktalar resmin solunda vagonun tavan ve tabanına,
sağda vagonun ön ve arka duvarındaki ayanlardan yansıyan ışık demetini
temsil etmektedir. Vagonda hareket halinde olan gözlemci ışığın tavan ve
tabandaki aynalar arasındaki yansıyarak geçirdiği süreyi zamanı ölçen bir
saat olarak kullanır. En güvenilir zaman ölçümü ışık hızına dayandırılarak
yapılır. Dışarıdaki hareketsiz gözlemciye göre ışık aynalar arasında
yansırken daha uzun yol alır. Bu durum resmin alt kısmında gösterilmiştir.
Işığın daha uzun yol alması geçen sürenin daha uzun olduğunu söyler. Burada
anlatılan Einstein özel göreliliği tasarlarken başvurduğu mantıktır. Hareket
halindeki vagondaki aynalardan yansıyan ışığın hareketli ve hareketsiz
gözlemci tarafından okunan zaman farkı ölçülemeyecek kadar küçüktür. Fakat
mantık doğrudur. Dolayısıyla hareket halindeki gözlemci zamanı daha kısa
ölçer. Zamanda yolculuk olasılığı tartışmaları Einstein görelilik kuramı ile
başlar.
Einstein İsviçre'de yaşadığı kent merkezindeki saat kulesine bakarak, acaba
ışık hızı ile buradan uzaklaşsam saat durmuş görmem gerekir diye
düşünmüştür. Zamanı saat kulesinden gözünüze yansıyan ışık ile
belirlersiniz. Buna göre kuleden ışık hızı ile uzaklaşırken saati hep aynı
okursunuz. Gerçekten ışık hızında hareket eden bir gözlemci için zaman
durur. Einstein mantığı doğrudur. Esasında hareketli gözlemcilerin ölçtüğü
zamanın kısaldığı, yani Einstein özel görelilik kuramının doğruluğu çok
sayıda deney ile ispatlanmıştır. Şimdi buna dayanarak zamanda geleceğe nasıl
yolculuk yapılabileceğini bir senaryo ile anlatalım.
Işık hızının %99,9992 bir hız ile bir yolculuğuna çıktığımızı düşünelim.
Uzay gemisinin bu hıza, yer çekimi ivmesine eşit bir ivme ile hızlanarak
çıktığını kabul edelim. Bu kabul yolculuğun insan sağlığına zarar vermemesi
için yapılmıştır. Yer çekimi ivmesi ile hızlandığında yolcular dünyadaki
ağırlıklarına eşit bir ağırlık hissederler ve zarar görmezler. Uzay gemisi
bu hıza kendi ölçtüğü zamana göre 6 sene üç hafta sonunda ulaşır. Yerküre
durgun olduğu için orada ölçülen zaman çok uzun olur. Dünya üzerinde ölçülen
zamana göre uzay gemisi ışık hızına ulaştığında dünyadan 250 ışık yılı
uzakta konumlanır. Sonra kaptan frene basar ve yavaşlar yine gemi zamanına
göre 6 sene üç haftada hız sıfıra düşer. Böylece 12 sene altı hafta sonra
gemi dünyadan 500 ışık yılı uzaklıktaki yıldıza ulaşır. Bu noktadan geri
dönerek aynı işlemleri tekrarlayarak dünyaya gemi saatine göre 12 sene altı
haftada 500 ışık yılı uzaktaki noktadan geri döner. Gidip geliş gemi saatine
göre 25 sene 12 hafta sürer. Bu süre içinde hareketsiz dünya, zamanı 1000
sene gibi çok uzun ölçer. Uzay gemisindeki yolcular için zaman 25 sene on
iki hafta dünyadakiler için 1000 sene olur. Bunun anlamı, uzay gemisinin
dünyanın geleceğine yolculuk yapmış olmasıdır. Bu bir senaryodur ve fizik
kanunlarına aykırı bir durum yoktur, bir olasılık tartışmasıdır. Günümüzdeki
teknoloji uzay gemisine bu hızı verecek bir düzeyde değildir, gelecekte bir
süper uygarlığın bunu başarabileceği iddiasında bulunmak bir kehanet de
değildir.*İlerdeki makalelerimizde kozmik evrimselleşme sürecinde evrenin
kendisi zamanda yolculuğu olanaklı kılacak yapılar gösterebilir mi
tartışması yapılacaktır.
*(Hesaplar Richard Gott'un kitabından alınmıştır. Physical Possibilities of
travel Through Time, Richard Gott, Mariner books, 2002. Türkçesi: Einstein
Evreninde zaman yolculuğu, Arkadaş yayınları 2008.)
Prof. Dr. Cengiz Yalçın
29 Nisan 2013 -
Zamanda Yolculuk
Çoğu bilim adamı zamanda yolculuk yapmanın imkansız olduğunu söyler. Fakat
bilinen kesin bir gerçek vardır; zaman yolculuğunu imkansız kılan herhangi
bir fizik kuralı yoktur. Newton'ın dediğine göre, zaman, yaydan fırlatılmış
ok gibidir. Asla yolundan sapmaz ve değiştirilemez. Einstein ise zamanın
kesin ve tek olmadığını, göreceli olduğunu söylemiştir. Einstein'a göre,
herkesin birbirinden farklı zamanlarda bulunabilmesi ve zamanı
birbirlerinden farklı olarak ölçebilmesi mümkündür. Çalışmasını Einstein'ın
izafiyet teorisine dayandırdığını açıklayan Prof. Ron Mallet, atomun zamanda
yolculuk yapabileceğini ve bunu bir tür ışık halkası kullanarak
gerçekleştirebileceğini söylemiştir. Ronn Mallet henüz kesin ve bir sonuçla
amacına ulaşamamış olsa da çalışmalarına devam etmektedir. Özel görelilik
kuramının sonucuna göre; madde, ışık hızına yaklaştığı sürede, zaman
yavaşlar. Madde ışık hızına ulaştığında zaman durur.

Örneğin; Dünya'dan, ışık hızına yakın bir hızda uzaya fırlatılan içinde
insanların bulunduğu bir uzay gemisi, Dünya'ya 1000 yıl sonra geri dönecek
olursa, bu uzay gemisinde bulunan insanlar, uzayda sadece birkaç gün
geçirmiş olacaklardır. Dolayısıyla Dünya'da 1000 yıl geçmiş olmasına rağmen,
uzay gemisinde bulunan insanlar yalnızca birkaç gün yaşlanmış olacaklardır.
Zaman Makinesi Uzay Hakkında 10 Sıra Dışı Bilgi konusunda belirttiğim üzere,
ışık saatte 300.000 km yol kat etmektedir ve insanlığın bugüne kadar yapmış
olduğu en hızlı uzay sondası "Helios 2"nin rekoru ise saniyede 70km (tam
olarak 70.220 mt)'dir. Helios 2 uzay sondası ışık hızıyla karşılaştırıldığı
takdirde, ışık, Helios 2'den 4269 kat daha hızlıdır. Bu bilgilere dayanarak,
bugünün teknolojisinde ışık hızına yakın bir hızda seyahet edilmesi
imkansıza yakındır. İnsanoğlu birgün kara deliğin içine girilebilecek
olursa, zaman kavramı yine değişebilir. Bilimsel verilere göre, kara
deliklerin içinde zaman durur veya çok yavaş akmaktadır. Kara delik hakkında
daha ayrıntılı bilgiyi önceden hazırladığın Kara Delik konusunda
bulabilirsiniz. Tüm bu bilgilerin yanında bazı bilim adamlarına göre geçmişe
gitmek imkansızdır. Çünkü, bir kişi bir şekilde geçmişe gidip büyükbabasını
öldürürse, mantığa göre o kişinin dedesi öldüğü için babası hiç doğmamış
kendisi de hiçbir zaman varolmamış olacaktır. Yani var olmadığı için geçmişe
de gitmemiş olacaktır. Bu duruma büyükbaba paradoksu deniyor. Bu konuyu en
iyi anlatan Paradoks adlı konumda bulunan "Büyükbaba Paradoksu" başlığını
okuyabilirsiniz. Buna alternatif bir düşünceyi savunan bilim adamları da
vardır. Bu alternatif düşünceye göre, geçmişe gidildiğinde alternatif bir
dünyaya varırılır ve böylece bir önceki gelinen dünya etkilenmemiş olur.
Ayrıca alternatif dünya ile ilgili paylaşmış olduğum; Paralel Evren Teorisi
başlıklı konuyu inceleyebilirsiniz. Paralel Evren Bilimsel verilere göre
kara deliklerin içinde zaman durur veya çok yavaş akmaktadır. Eğer bir insan
kara deliğin içine girecek olsaydı "spagettileşme" adı verilen bir olay
yüzünden hiçbir şeyin farkına varmadan ölecektir.
Spagettileşme olayını başka bir konu olan Kara Delik konusunda ayrıntılı
açıklama ve resimli bir şekilde görebilirsiniz. Stephen Hawking, zamanda
yolculuk gelecekte icat edilecekse neden bugün gelecekten gelen insanlar
görmüyoruz ? sorusuna bir açıklık getirmeye çalışmıştır. Stephen Hawking'e
göre; zaman yolculuğu yalnızca doğru bir yola saptırılan bir uzay-zamanı
bölgesinde gerçekleşebilecektir. Eğer geleceğe kadar böyle bir bölge
yaratılamazsa, zaman yolcuları o tarihten önce geçmişe seyahat
edemeyeceklerdir. Bu açıklama, neden gelecekten turistlerin akınına
uğramadığımızı açıklamaktadır. Bu durumu basit bir şekilde özetlemek
gerekirse, gerçek bir zaman makinesinin icat edildiği zamana varana dek,
zaman yolcuları görülemeyecektir.
Zaman Makinesi Carl Sagan ise zaman yolcularının burada olabileceği fakat
varlıklarını gizlemek zorunda oldukları ihtimalini ya da zaman yolcuları
olarak fark edilemediklerini söylemiştir. Varlıklarını gizledikleri
düşüncesine göre, zamanda yolculuk yapan kişiler, uzay-zaman sürekliliğinde
istemedende olsa bir değişiklik yaptığı takdirde bu yolcular için istenmeyen
sonuçlar doğurabilir. Bunun sonucunda var olmuş geçmiş olayları dahi
değiştirebilir. Genel görelilik teorisi, bazı olağanüstü durumlarda zamanda
geçmişe yolculuğun mümkünlüğü için bilimsel bir dayanak oluşturmaktadır.
Hawking, bilim dünyasına, doğanın temel yasalarının zamanda yolculuğu
önlendiğini söyleyen "Kronoloji Koruma Varsayımı"nı bir formüle dönüştürüp
ispatlamayı önermiştir. Fakat fizikçiler, kuantum mekaniğini, genel
görelilikle tamamiyle birleştiren bir kuantum çekim teorisi olmadan konu
hakkında kesin bir yargıya varamamaktadırlar. Yani fizik ve bilim zamanda
yolculuğu imkansız kılan herhangi bir formül, bilgi üretememektedir.
Zamanda yolculuk mümkün mü?
14 Mart 2015
İngiltere'de Birmingham Üniversitesi'nden bir grup bilim insanı bu sorunun
yanıtını arıyor.
Ancak araştırmanın düş kırıklığına uğratıcı yanı gizli bir zaman makinesi,
ışınlayıcı yapılıyor olmaması.
Fakat araştırma kapsamında bazı "büyük fikirler" inceleniyor. Zira, konu
zaman olunca, fizik, felsefe ve gerçekliğin niteliği konusunda sorular
gündeme geliyor.
Projeye, Birmingham Üniversitesi Felsefe Bölümü Başkanı Nikk Effingham ve
fizik felsefesi uzmanı Alastair Wilson öncülük ediyor.
'Dede paradoksu'
Dr. Effingham, zaman yolculuğu ihtimalinin ölçülemeyecek kadar küçük
olduğunu, ama imkansız olmadığını söylüyor.
Uluslararası araştırma kapsamında meyve sineklerinin zamanı nasıl algıladığı
gibi sorulara yanıt aranıyor. Amaç insanlardaki dejeneratif hastalıklarda
önemli bir sorun olan zaman algısı ve zaman dizgesini daha iyi anlamak.
Proje "dede paradoksu" gibi klasik argümanlara eğilecek. Buna göre eğer bir
kişi geçmişe giderse, dedesini öldürebilir ve o kişinin doğması imkansız
olur. Bu kişiler doğmazsa geçmişe de gidemez ve zaman yolculuğu imkansız
hale gelir.
Ancak felsefecilerin buna karşı argümanları var. Geçmişe yolculuk edenlerin
dedelerini asla öldüremeyeceğini, silahın tutukluk yapması ya da yanlış
kişinin vurulması gibi hep bir şeyler olacağını ve zaman çizgisinin devam
edeceğini söylüyorlar.
Bir başka teori de zaman yolcusunun yaptığı değişikliklerin, arkalarında
bıraktıkları orijinal dünyayı değiştirmek yerine paralel evrende bir olaylar
zinciri yaratması.
Bu çoklu evren teorisine dayanıyor. Buna göre biz gerçekliğin yalnızca bir
versiyonunu yaşıyoruz. Paralel evrenlerde sonsuz sayıda başka olasılıklar
söz konusu.
Zaman yolcusunun orijinal zaman çizgisini etkilemeden başka dünyalardaki
olayları tetikleyecek değişiklikler yapabileceği belirtiliyor.
Bu, farklı olasılıkların farklı sonuçlarına odaklanan Sliding Doors
(Rastlantının Böylesi) filminin felsefi versiyonu gibi.
Dr Wilson, zaman yolculuğunu incelemenin fiziğin temel meselelerine yanıt
aramanın bir yolu olduğunu söylüyor.
Bu, zamanı geçen saatleri ve günleri bir ölçme yolu olarak değil, daha çok
uzay gibi bir boyut olarak düşünmek anlamına geliyor.
Dr Wilson, "Bu zaman konsepti için yolculuğa çıkmak, sizi başka yerlere
götürecek bir kabinin içine girmek gibi bir şey değil" diyor.
Wilson bunun yerine, fizikçilerin "kapalı zamansı eğri" olarak tanımladığı,
bir kişiyi yolculuğa çıkaracak ama olduğu yere getirecek bir portalın mümkün
olabileceğini belirtiyor.
Zamanda Yolculuk: Teoriler, Paradokslar ve Olasılıklar
Zaman yolculuğu, yani zamanda farklı noktalar arasında hareket etmek, bilim
kurgu filmleri ve dizileri için her zaman popüler bir konu olmuştur. Doctor
Who’dan Star Trek’e ve Geleceğe Dönüş’e kadar bir çok yapımda
kahramanlarımızı bir aracın içinde geçmişe veya geleceğe yaptıkları maceralı
yolculuklarda izledik.
Fakat gerçek biraz daha karmaşıktır. Bilim insanlarının hepsi zamanda
yolculuğun mümkün olduğuna inanmaz. Hatta bazıları için böyle bir şeyi
denemek ölümcül olacaktır.
Zamanı anlamak
Zaman Nedir? Çoğu insan için zaman sabitken, ünlü fizikçi Albert Einstein
bize zamanın göreceli olduğunu ve uzaydaki hızımıza göre değişebileceğini
göstermiştir. O’na göre zaman dördüncü boyuttur. Uzay üç boyutlu bir yerdir.
Uzunluk, genişlik ve derinlik gibi koordinatlarla bulunduğumuz yeri
belirtiriz. Zaman ise başka bir koordinat veya yöndür ve sadece ileri doğru
hareket eder.
Einstein’ın özel görelilik teorisine göre zamanın yavaşlaması veya
hızlanması, bizim başka bir şeye göre ne kadar hızlı olduğumuzla
ilişkilidir. Bir cisim hızlandıkça zamanı genişler. Zaman genişlemesi, cisim
için zamanın daha yavaş akmasıdır. Örneğin ışık hızına yaklaşan bir uzay
gemisindeki bir kişi, dünyadaki ikizine göre daha yavaş yaşlanır. Bu da bir
anlamda astronotların zaman yolcusu olduğunu gösterir.
Einstein’ın genel görelilik teorisine göre yerçekimi de zamanı bükebilir.
Kütlesi olan herşey uzayda bir yer kaplar ve bu da uzay-zamanın bükülmesine,
çökmesine neden olur. Uzay-zamanın bükülmesi de objelerin eğimli bir yörünge
üzerinde hareket etmesine neden olur ve bu da bizim bildiğimiz adıyla
yerçekimidir.
Solucan Delikleri (wormhole)
NASA’ya göre, genel görelilik teorisi zamanda geriye doğru yolculuğun mümkün
olabileceğini gösterir. Ancak buradaki denklemler fiziksel olarak oldukça
zor kabul edilir.
Bir olasılık, uzay-zamandaki noktalar arasında solucan delikleri (warmhole)
yaratmak olabilir. Einstein’ın denklemlerine göre bu mümkün. Ancak bu sadece
çok küçük partiküller için geçerli olan bir teoridir. Ayrıca bilim insanları
henüz bu solucan deliklerini gözlemlememiştir ve bir solucan deliği yaratmak
da günümüz teknolojisinin çok ötesinde bir durumdur.
Alternatif Zamanda Yolculuk Teorileri
Einstein’ın teorileri zamanda yolculuk yapmayı zorlaştırırken, bazı gruplar
zamanda ileri – geri gitmek için alternatif çözümler önermektedirler.
I. Sonsuz silindir
Astronom Frank Tipler’in önerdiği bir mekanizma (Tipler Silindiri olarakta
bilinir) zamanda yolculuğu mümkün kılabilir. Tipler silindiri, masif ve uzun
bir silindirin kendi ekseni etrafında dönmesine dayanır. Ancak bu metodun
bazı kısıtlamaları bulunur. Buna göre zamanda sadece geriye yolculuk
yapılabilir, geleceğe yapılamaz ve çalışması için silindirin sonsuz uzunluğa
sahip olması gerekir.
II. Kara delikler
Bir başka olasılık, bir gemiyi hızlıca bir kara deliğin etrafında
dolaştırmaktır.
Stephen Hawking’in yazdığı bir makalesine göre kara deliğin etrafında
dolaşanlar için zaman yarılanabilir. Yani kara deliğin etrafındaki kişiler
için geçen 5 yıl, kara delikten uzakta olan dünyadaki kişiler için geçen 10
yıl demektir.
Bunun çalışması için kara deliğin etrafında ışık hızında dolaşmak gerekir.
III. Kozmik sicimler
Potansiyel zaman yolcuları için bir başka teori kozmik sicimlerdir. Kozmik
sicimler, tüm evren boyunca uzanan enerjinin küçük ince parçacıklarıdır.
Evrenin ilk zamanlarından kalan bu ince parçacıkların devasa miktarlarda
kütleye sahip olduğu tahmin ediliyor. Bu yüzden de uzay-zamanı bükebileceği
düşünülüyor.
Bilim insanlarına göre kozmik sicimler de sonsuz ve sonu olmayan döngüler
içindedir. Birbirine paralel iki sicimin yakınlaşması uzay-zamanı bükebilir.
Böylece teorik olarak zamanda yolculuk yapılabilir.
IV. Zaman makineleri
Genel kabul olarak zamanda yolculuk etmek için bir araca, yani zaman
makinesine ihtiyacımız olacak.
Bir zaman makinesinin uzay-zamanı bükerek yolculuk yapabilmesi için negatif
enerji yoğunluğu denilen maddenin egzotik formuna ihtiyaç duyacağı
düşünülür. Egzotik madde bazı garip özelliklere sahiptir. Örneğin
ittirildiğinde normal maddenin tersi yönünde hareket eder.
V. Büyükbaba paradoksu (Grandfather paradox)
Zamanda yolculuk, fizik problemleri arasında bazı eşsiz durumlara da yol
açabilir. Örneğin zamanda geriye giderek ailenizi veya büyükbabanızı
öldürürseniz, hiç doğmamış olmanız gerekirdi.
Bazı fizikçilere göre eğer böyle bir şey olsaydı şu andaki evrende değil ama
paralel başka bir evrende doğabilirsiniz (paralel evrenler kuramı). Başka
fizikçilere göre ise bu paradoks yüzünden zamanda hareket edilemez.
Peki zamanda yolculuk mümkün müdür?
Günümüz teknolojisi ve fizik kurallarımızla zamanda yolculuk pek mümkün
görünmüyor. Belki kuantum teorilerindeki ilerlemeler zamanda yolculuğa ait
paradoksları çözmemize yardım edebilir. Teknoloji ve fizik gibi alanlardaki
ilerlemelerde gerçekten hızlı ve yakın gelecekte zaman yolculuğuna dair daha
güçlü olasıklar sunabilirler.
Peki siz ne düşünüyorsunuz? Zamanda yolculuk yapmak, geçmişe veya geleceğe
gidebilmek sizce mümkün müdür?
Evren devridaim makinesi mi?
Mutlak sıfırdan daha soğuk atomlar – 1
Kozan Demircan | 05/01/2013 |
Şimdiye kadar maddenin mutlak sıfırdan daha soğuk olamayacağını
düşünüyorduk. Ancak, lazer ışınlarına dayalı özel bir soğutma teknolojisi
geliştiren bilim adamları, atomları mutlak sıfırdan daha fazla soğutmayı
başardılar.
İşin ilginci, negatif sıcaklıklar fizik formüllerinde aynı zamanda sonsuz
sıcaklığa karşılık geliyor; yani bir atomu sonsuza kadar soğutmakla sonsuza
dek ısıtmak arasında fiziksel olarak hiçbir fark yok.
Bu sıra dışı gelişme yüzde 100’den daha verimli olan devridaim makinelerinin
yapılmasına izin verebilir. Uzay boşluğunun ve dolayısıyla evrenin
genişlemesinden sorumlu olan “karanlık enerjinin” kaynağını açıklayabilir.
Üç bölümlük bu yazı dizisinde mutlak sıfırdan daha soğuk atomları, devridaim
makinesini, evrenin doğumunu ve felsefe ile bilimin sınırlarını ele
alıyorum. Kuantum fiziğinin mutlak sıfırdan daha soğuk, sonsuzdan daha sıcak
“Negatif sıcaklıklar” dünyasına hoş geldiniz.
Mutlak sıfırı aşmak için bir garip fizik deneyi
Bilim adamları negatif sıcaklıklara ulaşmak için, atomların sahip
olabilecekleri enerjiyi sınırlayan bir deney ortamı oluşturdular.
Önce 100 bin kadar atom aldılar ve bunları mutlak sıfıra 1 Kelvin derecenin
milyarda biri ölçüsünde yaklaşacak kadar soğuttular (0,000000001 Kelvin veya
1 nanokelvin).
Fizikçiler atomların yanlışlıkla ısınmasını önlemek için bunları bir vakum
odasına aldılar ve dış dünyadan tümüyle izole ettiler. Atomları soğutmak
üzere lazer ışınları ve manyetik alanlar kullandılar. Lazer ışınları
milyarca parlak ışık noktası oluşturarak atomları bir tür enerji ağıyla
sardı.
Bu ağın içindeki atomlar titreşebiliyordu ama vakum odasının içinde
serbestçe yer değiştiremiyordu. Dolayısıyla da kinetik enerjileri sınırlıydı
(Atomlar ısındıkça önce titrerler sonra hareket etmeye başlarlar. Suyun
buharlaşmasının sebebi budur).
Sonuç olarak lazer ışınlarından meydana gelen enerji ağı atomların vakum
odasında sahip olabileceği maksimum enerji düzeyini (potansiyel enerji
düzeyini) sınırladı. Araştırmacılar atomların birbirine çarparak enerji
kazanmasını ve ısınmasını önlemek amacıyla manyetik alanlar kullandılar.
Bu alanlar sayesinde atomların elektrik yükünü ayarlayıp atomların birbirine
fazla yaklaşmasını, bilardo topu gibi çarpıp sekmesini ve titreşimlerini
artırarak ısınmalarını önlediler.
Yeri geldiğinde atomlara tümüyle pozitif veya negatif yük kazandırarak
birbirlerini itmelerini sağladılar. 100 bin atomun birbirinden çok
uzaklaşmasını önlemek ve vakum odasının duvarlarına çarpmasını önlemek için
de bazen, atomların bir kısmına pozitif, bir kısmına negatif yük
kazandırarak birbirlerine yaklaşmalarını da sağladılar.
Atomların soğuktan birbirine yapışmasını engelleyen ve bu sırada atomları
soğutmaya devam eden bilim adamları, mutlak sıfıra ve nihayet mutlak sıfırın
altındaki negatif sıcaklıklara ulaşmayı başardılar. Devridaim makinelerine
ve evrenin oluşumuna geçmeden önce, mutlak sıfırın ne olduğunu anlamamız
gerekiyor.
Atomları dondurmak
Mutlak sıfırdan daha soğuk bir atomdan söz ettiğimizde, o atomun negatif
sıcaklığa sahip olduğunu kastediyoruz. Aslında, günlük hayatta negatif
sıcaklık kavramına aşinayız. “İstanbul’da gece don yapacak, sıfırın altında
2 derece” dediğimiz zaman, bu negatif sıcaklık oluyor.
Mutlak sıfır da -273 santigrat dereceye karşılık geliyor. -273 santigrada
mutlak sıfır dememizin ise iki sebebi var: Öncelikle fizikte sıcaklığı
santigrat ile değil Kelvin dereceyle ölçüyoruz. Mutlak sıfır, 0 Kelvin demek
ve 0 Kelvin de -273 santigrada karşılık geliyor.
İkinci olarak, fizikte “sıcaklık” atomların, parçacıkların titreme hızı
olarak ölçülüyor. Atomlar ne kadar sıcaksa o kadar çok titriyor. Ne kadar
soğuksa o kadar az hareket ediyor. Mutlak sıfırda ise atomlar hiç
titremiyor.
Zaten titremeyen bir şeyin “daha az titremesi” mümkün olmadığı için, mutlak
sıfırın altında eksi 10 derece gibi bir ifade kullanamıyoruz, yani “-10
Kelvin” diyemiyoruz. En azından bugüne kadar diyemiyorduk. Ancak, bilim
adamları lazer ışınları kullanarak atomları mutlak sıfırın altında soğutmayı
başardılar. Bu da atomların daha fazla soğumak yerine, müthiş bir hızda
ısınmasıyla sonuçlandı! Görünüşteki bu çelişkiyi inceleyelim.
Mutlak sıfırın altında
Çocukluğumda, akşamları sık sık elektrik kesildiği için kaloriferlerimiz
yanmazdı ve ne zaman soba yakacağımızı anlamak üzere basit bir termometre
kullanırdık. Bugün de oda sıcaklığı 22 derecenin altına düştüğünde, son
zamanlarda aldığım fazla kilolara rağmen (90 kiloyum) hemen üşümeye
başlarım. 🙂
Oysa evinizdeki termometreye dikkat ederseniz, termometrenin sıcaklığı dikey
bir çizgi üzerinde ölçtüğünü görürsünüz. Sıcaklık arttıkça termometredeki
kırmızı çizgi yukarı doğru çıkar ve sıcaklık azaldıkça boyu kısalır.
Bilim adamları mutlak sıfırın altındaki negatif sıcaklıklara erişmeyi
başardıklarında, görünüşte çelişkili bu durumu açıklamak için sıcaklığı bir
çizgi üzerinde değil de yuvarlak bir çember üzerinde ölçmeye karar verdiler.
Bunu çizerek açıklamak daha kolay…
Kâğıda bir çember çizin. Bu çemberin en üst noktası maksimum pozitif
sıcaklıksa (örneğin 250 derece fırın sıcaklığı) en alt noktası da -250
Kelvin gibi mutlak sıfırdan daha soğuk bir negatif sıcaklık olsun. Bu
durumda çemberin üst yarısı pozitif sıcaklıklara, alt yarısı ise Kelvin
ölçeğinde negatif sıcaklıklara karşılık gelecektir.
Aslında fizikte çemberin en üst noktası sonsuza kadar artan pozitif
sıcaklığı gösteriyor, en alt noktası ise sonsuza kadar azalan mutlak
sıfırdan soğuk negatif sıcaklığı gösteriyor. Ancak, konuyu daha iyi
anlatabilmek için size 250 Kelvin derece gibi sonlu bir örnek verdim.
Sıcaklığı çizgisel olarak değil de dairesel olarak ölçmenin esprisi ne?
Bildiğiniz gibi bir çemberin başı ve sonu yoktur. Bir noktadan çıkıp yola
devam ederseniz başladığınız noktaya geri dönersiniz. Çemberin başı, sonu
yoktur ve bu yüzden sıcaklık ölçeğinde sonsuzluğu temsil eder. Bilim
adamlarının sonsuza kadar artan ve azalan sıcaklıkları ölçmek için sonlu
termometre çizgisi yerine, sonsuz çemberi seçtiler.
Isının bilimi termodinamik yasalarıdır: İnsanlar üşürse hasta olur.
Kaloriferler “üşürse” odamız ısınır.
Isı enerjisinin aktarımını düzenleyen termodinamik yasalarına göre, sıfırdan
yüksek, pozitif sıcaklığa sahip atomlar “yüksek enerji düzeylerinde”
bulunurlar ama hep daha düşük bir enerji düzeyine geçmek isterler.
Bu da sıfırın üstündeki pozitif sıcaklıklarda, sıcak nesnelerin dışarıya ısı
vererek soğuması anlamına geliyor. Soğuk nesneler ise dışarıdan ısı çekerek
ısınıyor. Örneğin bardağınıza sıcak çay koyduğunuz zaman dumanı tütüyor.
Dumanı tüten çay odayı ısıtırken kendisi soğuyor. Bu yüzden çayı çok
bekletirseniz soğuk içmek zorunda kalıyorsunuz.
Soğuk havada üşümemizin nedeni de bu… Sağlıklı bir insanın vücut sıcaklığı
36 derecedir ve -10 derecede soğuk havaya çıkarsak üşürüz. Çünkü
vücudumuzdaki sıcaklık dışarıya akar ve biz üşüyüp soğurken hava ısınır.
Tabii küçük vücudumuzun sıcaklığı açık havayı fark edilir ölçüde ısıtmaya
yeterli olmaz. Bu yüzden hava bizden ısı çekmeye devam eder ve biz de sıkı
giyinmezsek daha fazla üşürüz.
Kapalı odada kalorifer yaktığımızda ise bu sefer kaloriferler üşür.
Radyatörler ısıyı odaya vererek odamızı ısıtır ama radyatörleri sürekli
sıcak su ile beslediğimiz için, kalorifer kaybettiği ısıyı dış kaynaktan,
örneğin apartmanın kazanından alarak evimizi ısıtmayı sürdürür.
Mutlak sıfır, atomların en düşük enerji düzeyinde bulunmasıdır (hiç
titrememesi)
Sonsuz sıcaklık kavramına geri dönelim… Sıcaklığın atomların titreme hızı
olduğunu söyledik. Atomlar ne kadar hızlı titrerse birbirlerinden o kadar
hızlı uzaklaşırlar. Nitekim suyu yeteri kadar ısıtırsak farklı su
molekülleri arasındaki kimyasal bağlar (elektron bağları) kopar ve su
buharlaşır.
Suyu daha da ısıtırsak su molekülleri parçalanır ve su, oksijen ile hidrojen
atomlarına ayrılır. Bu atomları daha da ısıtırsak protonlar ve elektronlar
birbirinden ayrılarak atomlar parçalanır (nükleer fizyon).
Protonları daha fazla ısıtırsak onlar da kendilerini meydana getiren
kuarklara ayrılır ve evreni meydana getiren maksimum sıcaklık olan (sonsuz
sıcaklık?) Büyük Patlamaya kadar bu böyle devam eder.
Şimdi sıcaklığı çember üzerinde ölçtüğümüz grafiği inceleyelim… Resimdeki
çemberde sıcaklık artıkça dairenin üst yarısını saat yönünde parmağınızla
izlerseniz, döner dolaşır ve parmağınızla başlangıç noktasına geri
dönersiniz. Parmağınız dairenin alt yarısına yaklaştıkça sıcaklık azalır.
Üst yarısındaki tepe noktasına yaklaştıkça sıcaklık artar.
Termodinamik yasaları da bunu söyler. Isınan cisimler çevreyi ısıtarak
soğumaya çalışırlar. Peki, mutlak sıfırın altındaki cisimler ne yapar?
Bu kez parmağınızı çemberin alt yarısından, sol alt dilimden başlatın ve
saatin tersi yönünde çemberi izleyin. Sıcaklık düştükçe daire yuvarlak
olduğu için parmağınızla yukarı çıktığınızı, yani sıcaklık mutlak sıfırın
altına indikten sonra, sıcaklığın daha fazla azalmak yerine artmaya
başladığını göreceksiniz!
Çünkü sıcaklık azaldıkça, siz halkayı takip ederken, parmağınız çemberin üst
yarısına ve pozitif sıcaklık derecelerine geçecek.
Bunun fizikte bir anlamı var…
Nasıl ki mutlak sıfırın üstündeki cisimler etrafı ısıtarak soğumaya
çalışıyor, mutlak sıfırın altındaki atomlar da etraftı soğutarak ısınmaya
çalışıyor. Demek ki mutlak sıfırdan daha soğuk olan atomlar, düşük enerji
düzeyinden yüksek enerji düzeyine geçmeye çalışıyor.
Yalnız, mutlak sıfırın altındaki negatif sıcaklıklar (eksi sıcaklıklar)
sadece laboratuvar ortamında mümkündür. Evrenimizin hiçbir yerinde,
galaksiler arasındaki soğuk boşlukta bile mutlak sıfırdan daha soğuk atomlar
bulunmaz. Çünkü bu atomlar hemen ısınma eğilimi gösterecektir. Bilim
adamlarının, atomları mutlak sıfırın altına çekmek için, dışarıdan enerji
çeken lazer ışınları kullandılar.
Devridaim makineleri
Negatif sıcaklıklar, evrenimizdeki enerjiyi kullanmak yerine, uzay
boşluğundan enerji çekerek çalışan ve bu yüzden bedava enerji kullanan
devridaim makineleri imal etmekte kullanılabilir ama acaba gerçekten öyle
mi? Boşluktan enerji çeken ve enerjiyi bedava getiren bir makine, gerçekten
yüzde 100’den daha verimli olan bir devridaim makinesi midir?
Termodinamikte Devrim: Devridaim Makineleri.
Küresel ısınmaya çare olmak için uzay boşluğundan enerji üretmek – 2
Kozan Demircan | 05/01/2013 |

Bugün bedava enerji ile hiç durmadan çalışan bir devridaim makinesi
yapabilir miyiz? Yoksa evrenin kendisi bir devridaim makinesi mi? Bilim
adamları “mutlak sıfırdan daha soğuk atomlarla” bu sorulara cevap arıyor.
Bize küresel ısınmaya yol açmadan kullanabileceğimiz bedava enerji lazım.
Belki bir gün, Stargate Atlantis bilimkurgu dizisinde gördüğümüz gibi
“bizzat uzay boşluğunun enerjisini” kullanan ZPM reaktörlerini üretmeyi
başarabiliriz. Yalnız boşluktan enerji üretmek evrenin yok olmasına yol
açabilir ama önce…
…devridaim makinesi yapmak mümkün mü?
Devridaim makinesi termodinamik olarak, yani dışarıya ısı vermeyen ve
dışarıdan ısı almayan kapalı bir sistemde, yüzde 100’den daha verimli
çalışan bir makinedir. Devridaim makinesinin bunun için yoktan enerji
üretmesi gerekiyor.
Atomları mutlak sıfırdan daha fazla soğutarak boşluktan enerji üretebiliriz
ama yoktan enerji üretmek termodinamik yasasına aykırı olduğu için devridaim
makinesi yapamayız.
Üstelik boşluktan enerji üretmenin zararlı bir etkisi var: O da meydana
gelen atık ısının sadece dünyamızı değil, evreni de ısıtması.
Boşluktan üretilen enerji, bir kez evrenin termodinamik sistemine girdikten
sonra evrenimiz yok olana kadar dışarı çıkmaz. Bu nedenle, boşluktan enerji
çekmek, evreni doğuran Büyük Patlamadan kaynaklanan enerji miktarını ek
enerji ile sürekli artırmak anlamına geliyor.
Ayrıca boşluktan enerji çeken bir makine, enerjiyi yoktan yaratmadığı için
yüzde 100 verimli çalışamaz, bir miktar ısı uzaya kaçarak ziyan olur. Bu
durum Stargate Atlantis bilimkurgu dizisindeki ZPM reaktörleri için de
geçerli.
Büyük Patlama ve Sıfır Noktası Enerjisi
Yazımızın ilk bölümünde atomları mutlak sıfırdan daha fazla soğuttuğumuzda
atomların kendi kendine ısınmaya başladığını gördük.
Atomlar bunu boşluktan enerji üreterek başardılar (çünkü kuantum fiziğine
göre sonsuz soğuk, sonsuz sıcaklığa karşılık geliyor).
Evrenimiz de boşluktan bu şekilde ortaya çıkan enerjinin yol açtığı Büyük
Patlama ile meydana geldi.
Tabii boşlukta bir evren oluşuyorsa, örneğin bizim evrenimiz oluşuyorsa, her
an başka evrenlerin de oluştuğunu düşünmememiz için bir sebep yok.
Şunu akılda tutmamız yeterli: Her evren kendi uzayını yarattığı için; bizim
bu evrenlerle temas kurma, oralara yolculuk etme ve ısı enerjisi
alışverişinde bulunma imkanımız yoktur (yalnızca kütleçekim kuvveti,
evrenler arasında yolculuk edebilir).
Evrenimizin, bizimle birlikte bütün diğer evrenleri oluşturan bir meta
evrendeki (yani çok sayıda evren barındıran “boşluk alemindeki”) evrenlerden
biri olduğunu görüyoruz. Evrenimiz doğum anında enerjisini bu meta evrenden,
boşluktan aldı ve ölüm anında da enerjisini meta evrene geri verecek.
Boşluktan gelen bedava enerji evreni yok edebilir!
Bugün 7 milyar insanın ihtiyacını karşılamak için enerji üretirken büyük
miktarda atık ısı açığa çıkarıyoruz. Bu da küresel ısınmaya yol açıyor.
Evrenin dışından, boşluktan bedava enerji çekmek ise dünyadaki en güçlü
nükleer bombalardan daha fazla enerji üretebileceğimiz anlamına geliyor.
Bu enerjinin açığa çıkardığı muazzam ölçekteki atık ısı evrenimizin içinde
kalırsa, bizzat kainatı ısıtmış oluruz. Evrenin ısınması fizik yasalarını
değiştirebilir ve evrenin yok olmasıyla sonuçlanabilir.
Kısacası bedava enerji üretmek, küresel ısınmayı hızlandıracaktır.
Bunu önlemek için, atık ısıyı meta evrene (boşluğa) veya başka bir evrene
geri vermenin bir yolunu bulmamız gerekiyor. Ünlü bilimkurgu yazarı Isaac
Asimov, Tanrıların Kendileri (God Themselves) romanında bunu anlatmıştı.
Evrenin soğuk boşluğun ısınmasının yol açtığı Büyük Patlamayla meydana
geldiğini hatırlayalım. Boşluktan ürettiğimiz enerjiyi boşluğa verirsek yeni
bir Büyük Patlamaya ve başka bir evrenin doğumuna yol açabiliriz.
Bu şekilde meydana gelen bebek evren, kendi uzayını oluşturacağı için bizim
evrenimizle temas etmez ve biz de bu bebek evreni ziyaret edemeyiz ama insan
kendine sormadan edemiyor: Sakın bizim evrenimiz de boşluktan enerji üreten
başka bir evrendeki uzaylıların boşluğa verdiği atık ısıyla oluşan bir evren
olmasın?
Boşluk enerjisinin ürettiği atık ısıyı başka bir evrene boşaltırsak, yani
yabancı bir evreni kanalizasyon atıklarımızı boşaltmakta kullanırsak o
evreni ısıtarak yok etmemiz de mümkün.
Bunu yapmak, toplu katliam ve soykırımın ötesinde bir insanlık suçu olurdu.
400 milyar galaksiden oluşan bir evrendeki bütün canlıları yok etmekten söz
ediyoruz. Ne için? Bedava enerji üretmek için!
Her halükarda, fizik teorilerine göre elektromanyetik enerji, örneğin ısı
enerjisi evrenler arasında yolculuk edemez. Bu sebeple bizim de boşluktan
ürettiğimiz enerjinin yol açtığı ısıyı boşluğa veya başka evrenlere boşaltma
imkanımız bulunmuyor. Ne yazık ki bu sınırlama, boşluktan enerji üretirsek
kendi evrenimizi yok edeceğimiz anlamına geliyor.
Belki kuantum kütleçekim kuramını geliştirirsek, yani Einstein’ın Görelilik
Teorisi ile Kuantum Fiziğini birleştiren yeni bir teori bulursak, ısıyı
başka evrenlere kütleçekim olarak aktarmanın bir yolunu buluruz.
Elbette bu, termodinamik yasasının yeniden tanımlanmasıyla ve kapalı
termodinamik sistemler mantığını yeniden yorumlamamızla sonuçlanacaktır.
Tasarlanan Zaman Makinesi İle Zamanda Yolculuk
Yapılabilir Ama Klonlanabilirsiniz?
Gökhan Atmaca 2014 - Ocak
Zaman yolculuğu “Back to the Future” ve “Looper” gibi bilim-kurgu
filmlerinde geçmişi değiştirmenin bir yolu olarak genellikle sunulur.
Bugünlerde araştırmacılar herhangi bir şeyin mükemmel kopyalarını
klonlayabilmek gibi etkileyici bir özelliğe sahip olabilecek bir çeşit zaman
makinesi öne sürdüler.
Biz aslında ileriye doğru akan zamanda birer zaman yolcusuyuz. Ancak, bilim
insanları evrende zaman ve uzayın dokusunu manipüle ederek zamanda geriye
gitmemizin mümkün olabileceğini düşünmekteler. Evrendeki tüm kütle
uzay-zamanı kütleçekim etkisiyle eğer, büker. Fizikçiler uzay ve zamanın
dokusunu bozabilen (büken) zaman makineleri tasarladılar. Bu uzay-zaman
dokusunun bozulması “kapalı zamansal eğriler” olarak bilinen döngüleri
oluştururlar. Bu döngülerde de zaman çizgileri aslında kendi üzerinde
kıvrılır.
Bu uzay-zaman eğrilikleri kurt delikleri sayesinde gelişebilirler. Kurt
delikleri de teoride uzay ve zamanda herhangi bir yere veya başka bir evrene
yolculuk yapmaya olanak sağlayan tüneller olarak tanımlanabilir. Albert
Einstein’ın genel görelilik teorisi tarafından izinli olan kurt deliklerinin
pratikte uygulanabilir olup olmadığı ayrı bir konudur.
Bu tür bir zaman makinesinin önemli bir sınırlaması herhangi bir zaman
yolcusunun geriye gitmek için kullanacağı bu zaman makinesinin inşa
edilmesinden önceki zamana yolculuk yapamayacak olmasıdır. Bu tür bir zaman
makinesi ile zaman makinesinin inşa edildiği zamandan sonraki herhangi bir
zamana gelecekten geri gidilebilir.
On yıllardır bilim insanları kapalı zamansal eğrilerin böyle bir zaman
yolculuğunu sağlayıp sağlayamayacağını araştırıyorlar.
Kuantum fiziğinde no-cloning teoremi zaman yolcusunu geçmiş zamanda
kendisiyle karşılaşmasında bir komplikasyon oluşturur. Bu teorem, herhangi
bir parçacığın aynı kopyalarının oluşturulmasını yasaklamaktadır.
Klasik fizikte, bir şeyin her şeyiyle mükemmel bir kopyası oluşturulabilir
ve aynı düzende aynı bileşenleri yeniden düzenlenebilir. Ancak, kuantum
fiziğinin tuhaf dünyasında bir cismin bir defada her detayını ölçemezsiniz.
Bu tamamen Heisenberg Belirsizlik İlkesi ile ilgilidir. Çünkü bu ilkeye
göre, bir parçacığın hem momentumunu hem de konumunu aynı anda ölçemezsiniz!
Yaklaşık 25 yıl önce, Oxford Üniversitesi’nde teorik fizikçi David Deutsch
kapalı zamansal eğrilerin bu no-cloning teorisini aslında ihlal
edebileceğini öne sürdü. Yani bu kapalı zamansal eğriler mükemmel kopyalara
izin veriyor. Şimdi bilim insanları bu düşüncenin doğru olduğuna dair
bulgularını Physical Review Letters dergisinin 8 Kasım 2013 sayısında
yayınlandılar.
Bu araştırmayı anlamak için, 2000 yılında bir zaman makinesi inşa edildiğini
düşünelim. 3000 yılında bu zaman makinesi içine bir mektup yerleştirelim ve
daha sonra 3000’den geriye 2000 yılına kadar bu mektup herhangi bir yılda
alınabilir. Mektup açısından bakıldığında, bu mektup zaman makinesi içinde
gelecekteki bir kurt deliğinin ağzındadır ve geçmişte kurt deliğinin diğer
ağzına gelmiş olur.
Louisiana State Üniversitesi’nden teorik fizikçi Mark Wilde ve çalışma
arkadaşları bu senaryonun önceden düşünüldüğünden daha karmaşık
olabileceğini buldular. Bir kurt delikten oluşan zaman makinesi yerine,
zaman makinesinin çok sayıda kurt deliğini ihtiva edebileceğini
düşünüyorlar. Böylece zaman makinesinin yapılma anı ve geleceği arasındaki
her bir zamanda her bir nokta bu kurt deliklerine karşılık gelmiş olacak.
Dolayısıyla 3000 yılında bir kutu içine konan mektup 2999 yılında bir kurt
deliğinde çıkabilir, eş zamanlı olarak kurt deliği içinde geri gidebilir ve
2998 yılında da ortaya çıkabilir ve buna benzer olarak diğer yıllarda da.
Bu durum üzerine Wilde şunları söylüyor: “Tüm kurt deliklerden 1000 farklı
parçacık ortaya çıkıyor gibi görünüyor ama aslında onlar en başta gönderilen
parçacığın aynısı! Bu kurt deliklerinden ortaya çıkanlar ve zamanda geriye
gönderilenlerin hepsi geçici kopyalar.”
Araştırmacılar zaman makinesi içinde zamanda geriye yolculuk yapan yolcuyu
ya da bir şeyi, zaman makinesi yeterli bir doğrulukta mükemmel bir kopyasını
yapıp o cisim ya da yolcunun kuantum ayrıntılarını taradığının mümkün
olduğunu keşfettiler.
Zaman makinesinde yolculuk yapan bir cisimden yapılan kopyalamanın
doğruluğunun zamandaki farklı noktalardan erişimi olan zaman makinesinin
kurt deliklerinin sayısına bağlı olduğu ifade ediliyor. Daha fazla karadelik
daha fazla geçici kopyaya erişmiş olur. Bu cismin yeterince geçici kopyası
ile, zaman makinesinin dışında bu cismin mükemmel bir kopyasının
yapılabileceğini söylüyor araştırmacılar.
Zaman yolculuğunu hayal ederken, zamanda yolculuk sırasında
kopyalanacağınızı hiç düşünmüş müydünüz? Eğer bir gün zamanda yolculuk
olacaksa, böyle yan etkileri de olabilir belki de.
Zamanda yolculuk mümkün mü?
21. yüzyılda pek çok teknolojik gelişme ile beraber yürüyen bir
insanoğluyuz. Her geçen gün bilim, fizik, kimya dallarında önemli gelişmeler
yapılıyor. Bundan çok değil 20-25 sene önce, cep telefonu ile konuşmak
ütopik, internetten erişim sınırlıydı bugün geldiğimiz noktaya bakacak
olursak hepsi o dönemlerde hayaldi. Gelişimin baş döndürücü hızında şu sıra
bilim adamları sıklıkla zamanda yolculuğu konuşuyorlar. Bunun belki de en
destekleyici savları kuantum fiziğine son yıllarda verilen önem olsa
gerektir.
Zamanda yolculuk kuramı
yıldızların ve gezegenlerin içinde bulunduğu akan bir nehre benzetir. Bu
nehrin hızı, çevresinde ki kütlelere göre artar veya azalır. Özetle dünyada
yaşadığımız bir dakika uzayda 1 dakika değildir. Evrenin bir çizgisi yoktur
ve sürekli olarak genişler. Bu nedenle evrende zaman yolculuğu mümkündür.
1963 yılında, ünlü matematikçi Roy Kerr Einstein’ın düşüncesini bir kara
delik ile birleştirdi. Zaman akışı kara deliklerde bükülüyor ve
girdaplaşıyordu. Böylece, zaman halkası aynaya dönüyor, üzerinde ki insan
ölmüyor fakat başka bir evrene geçiyordu. Bu buluşa nötron kurt deliği
denildi. Kurt delikleri zamanda bir makine olarak kullanılabilirdi. Bu
noktada kuantum fizikçileri, bir cismin çok farklı durumları olduğu savı ile
konuya el attılar. Zaman içinde geriye gidersek, alternatif geçmişler
bulabilir ve paralel evrenler yaratabiliriz. Kuantumculara göre, zaman bir
çataldır tıpkı bir nehrin kollarına ayrılması gibidir. Yani zamanda yolculuk
yapılabilir. Buraya kadar her şey tamamdı fakat bir sorun vardı. Zaman
makinesinin çalışabilmesi için gerekli olan enerji, dünyada hiçbir şeyden
kaynaklı bulunamayacaktır. Bu enerjiyi bulmak için yüzyıllar sonrasının
teknolojisine sahip olmak gereklidir. İkinci konu ise dengedir. Stephen
Hawking, kuantum etkisinden önce bir kurt deliğinin yok olabileceğini
söylemektedir. Böylece yapılacak olan sistemin sağlıklı olması için
çözümlenmesi gereken çok konu vardır. Einstein bunun yapılabileceğini
söylese de kuramı çözümleyecek daha çok bilgiye ihtiyaç vardır.
Bilim ilerliyor ve yapılabileceğini sandığımız bir kuram olan zaman
yolculuğu belki de kısa süre sonra çözümlenecek gibi görünüyor. Kim bilir
belki de bir süre sonra bavulları toplayıp, çocukluğumuza, üniversite
yıllarına hatta tarihe yolculuklar yapacağız. Böylece, zamanda yolculuk
ütopiklikten çıkacak.
Zamanda yolculuk artık mümkün mü?
12 Şubat 2016
Son dönemlerin en büyük keşfi; yerçekimsel dalgalar zaman yolculuğunu mümkün
hâle mi getiriyor?

Bilim insanları, Albert Einstein tarafından bundan yaklaşık 100 yıl önce
öngörülen; uzay-zamanda dalgalanmalar yaratan yerçekimsel dalgaların
varlığını doğruladılar. Fizikte bir devrim yaratan söz konusu keşif son
yılların hatta belki de son yüzyılın en büyük bilim olaylarından biri olarak
nitelendiriliyor.
LIGO (Lazer İnterferometre Yerçekimi Dalgası Gözlemevi) tarafından, çarpışan
iki kara deliğin uzay-zamanda yarattığı dalgalanmaların tespit edilmesiyle
gerçekleşen keşif geçtiğimiz gün duyurulmadan önce doğruluğundan tam olarak
emin olunana kadar birçok incelemeye tabi tutuldu. Uzay-zaman dokusunda
dalgalanmalar yarattığı tespit edilen bu yerçekimsel dalgaların bundan 1,3
milyar yıl önce çarpışarak birleşmesini sonucunda oluştuğu belirtiliyor. 1,3
milyar yıl önce gerçekleşen bu hadise de Dünya'daki bir gözlemevi tarafından
14 Eylül 2015'te tespit ediliyor.
İşte yeni hayat, işte 8 kolaylık!
Çok farklı bir günlük hayatın akışına kapıldık gidiyoruz. İşte yeni nesil
hayatın bize getirdiği 8 kolaylık!
Evrenin yapısına ve nasıl işlediğine dair bize yepyeni bir anlayış ve bakış
açısı sunma potansiyeli taşıyan bu bilgi popüler kültürün kadim sorusunu da
yeniden akıllara getiriyor: Artık zamanda yolculuk yapabilecek miyiz? Bu
aslında gerçekten de bu keşifle birlikte yeniden ele alınabilecek gibi duran
bir soru. Zira yıldızlar, kara delikler, gezegenler ve diğer kozmik
objelerin evrenin dokusunu bu şekilde eğip bükerek dalgalanmalar yaratması
hakkında daha fazla şey öğrendikçe zamanda yolculuğua dair de yeni şeyler
öğrenmemiz mümkün olabilir.
Bilim insanları bu konuyla ilgili şu aşamada farklı yaklaşımlara sahipler.
Bilim kurgu filmi Interstellar'ın bilimsel danışmanlığını da yapan, LIGO'nun
kurucularından Kip Thorne'a göre bu dalgaların tespit edilmesi zaman
yolculuğu konusunda bize yardımcı olmayacak.
Diğer yandan ünlü fizikçi Brian Greene ise bunun, uzay ve zamanı tamamen
yeni bir biçimde keşfetmemize olanak tanıyacağını ve ileride zaman
yolculuğuna giden kapıları bile açabileceğini belirtiyor.

Einstein 100 yıl sonra haklı çıktı!
Einstein’ın izafiyet teorisinin bir parçası olarak 100 yıl önce ortaya
attığı , uzay ve zamanı büken yerçekimsel dalgaların varlığı kanıtlandı.
Evrenden artık çok daha etkin ve kesin bilgi toplanmasını sağlayacak bu
keşfi, bilim insanları şöyle açıkladı: Kâinatı anlamamız için yeni bir
pencere açıldı!
Bilim dünyasının on yıllardır merakla beklediği açıklama, sonunda dün
yapıldı: Alman fizikçi Albert Einstein’ın 100 yıl önce ortaya attığı, uzayı
ve zamanı büken yerçekimsel dalgaların varlığı, kanıtlandı. Son 50 yılın en
büyük keşiflerinden biri olarak nitelenen bu olay, bir bilim insanının
deyişiyle “kainata yeni bir pencere açıyor.”ABD’deki California Teknoloji
Enstitüsü, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) ve LIGO Bilimsel
İşbirliği Kurumu’na bağlı bilim insanları, dün Massachusetts
eyaletindekiWashington kentinde bir basın toplantısı düzenledi ve
Einstein’ın öngördüğü yerçekimsel dalgaları tespit ettiklerini açıkladı.
2 KARADELİK ÇARPIŞTI O DALGALAR BULUNDU
Einstein’ın çığır açan genel görelilik teorisine göre yerçekimi, maddenin
varlığı nedeniyle uzay ve zamanı da büküyor. Einstein 1916’da bu teorinin
bir uzantısı olarak, yerçekimsel dalgaların varlığını savunmuştu.Ancak
bugüne kadar bu dalgaların varlığına dair doğrudan bir kanıt bulunamamıştı.
ABD hükümetinin bağımsız bir kurumu olan Ulusal Bilim Vakfı, LIGO projesini
başlattı.ABD’nin Louisiana ve Washington eyaletlerine iki dev lazer
detektörü kuruldu. Bilim insanları bu aygıtlarla Dünya’ya 1.3 milyar ışık
yılı uzaklıktaki iki kara deliği mercek altına aldı.4 km’lik
ULTRA HASSAS LAZERLER KULLANILDI
Son derece yoğun nesneler olan, Güneş’in yaklaşık 30 katı büyüklüğündeki bu
karadelikler, birbiri etrafında dönüp çarpışmıştı. Bu çarpışmanın bir sonucu
olan yerçekimsel dalgalar, ABD’deki detektörler tarafından ilk kez 14
Eylül’de saptandı. Son aylarda süren ek çalışmaların ardından dün bu keşif
ilk kez dünyaya duyuruldu. Yerçekimsel dalgaları tespit etmek için bir
protondan 10 bin kat küçük hassasiyete sahip 4 kilometrelik lazer ışınları
gerekliydi. LIGO projesiyle bu aygıta ilk kez sahip olundu. Bu dalgaları
geçmişteki teleskoplarla görmek mümkün değildi.
VARLIĞINI ARAYANA BİLE ÖDÜL VERDİLER
Açıklamayı yapan bilim adamlarının Nobel Ödülü almasına kesin gözüyle
bakılıyor. Zira bugüne kadar doğrudan doğruya tespit edilemeyen kütlesel
çekim dalgalarının varlığını kanıtlamaya yönelik çabalar bile
ödüllendirilmişti. Dalgaların matematiksel denksizliklerden fazla olduğunu
gösteren Hulse-Taylor çift yıldızı ile ilgili ölçümleri içeren çalışmalar,
1993’te Nobel Fizik Ödülü’ne layık görülmüştü.

DÜNYA’YI GÜNEŞ ETRAFINDA DÖNDÜREN BÜKÜLME
ALBERT Einstein’ın yerçekimsel dalga teorisine göre, kütlesi olan her cisim,
uzay zamanı büker. Örneğin Güneş’in kütlesel ağırlığı nedeniyle yarattığı
yerçekimsel dalga çevresindeki uzayı büker. Gezegenler de, bu eğime
girdikleri ve kurtulamadıkları için, çukurun içinde dairesel olarak dönmeye
başlar. Kısacası Dünya da dahil gezegenleri Güneş’in etrafında döndüren
aslında çekim kuvveti değil, Güneş’in kütlesinin uzayda oluşturduğu
bükülmedir. Kütle ne kadar büyük olursa “çukur” da o kadar büyür.
Einstein’ın kütlesel çekim dalgaları adını verdiği dalgalar da uzaydaki
kütlelerin işte bu şekilde birbirleri etrafında dönerek oluşturduğu
dalgalardır.
PEKİ BU KEŞİF NE İŞİMİZE YARAYACAK?
Belki yarın televizyon veya cep telefonu gibi hayatımızı kolaylaştıracak bir
icada dönüşmese de, bu keşif bilimde tam bir çığır açtı. Çünkü bilim
insanları kainatla ilgili tüm bilgileri, radyo dalgaları, ışık, X ışınları,
gamma ışınları ve kızılötesi ışınlar gibi elektromanyetik dalgalardan
topluyor. Bu dalgaların hepsi de, evrende ilerlerken kesintiye
uğrayabiliyor. Bu nedenle de, “kâinatın hikâyesi”ni bugüne kadar hep parça
parça, eksik halde öğrenebiliyorduk. Yerçekimsel dalgaların saptanması
sayesinde, artık astronominin elinde yeni ve çok önemli bir araç var. Bu
sayede “kâinatın hikâyesini” yakında bir bütün olarak öğrenebiliriz.
Kainatın ilk dönemine ait hiç bilmediğimiz verilere ulaşabilir, esrarını
koruyan karadelikleri ve nötron yıldızlarını daha iyi anlayabiliriz. Penn
Üniversitesi’nden Abhay Ashtekar’a göre “Bu gerçekten, gerçekten heyecan
verici bir olay. Kâinata yeni bir pencere açılıyor”.
OSCAR’LI FİLMİN KONUSU
Kütlesel çekim dalgaları, ünlü Interstaller (Yıldızlararası) filminin de ana
temasını oluşturmuştu. Oscar dahil birçok ödül alan filmde kütlesel çekim
dalgalarıyla iki nokta arasında genişleyen uzay zamanda oluşan solucan
delikleri işlenmişti.

Yerçekimsel dalgaların varlığı kanıtlandı
Bilim insanları; Albert Einstein’ın 100 yıl önce ortaya attığı fakat çok
zayıf oldukları için gözlemlenemeyeceğini düşündüğü yerçekimsel dagaların
varlığını kanıtlamayı başardı. Gözlemler sırasında birbiriyle çarpışan iki
kara delik tespit ettiklerini belirten bilim insanları, çarpışma sesinin de
kaydedildiğini açıkladı.
ABD’deki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü ve California Teknoloji
Ensitüsü’nden bilim insanları; ortaklaşa düzenledikleri basın toplantısında,
100 yıla yakın süredir ispat edilmesi için çaba gösterilen Einstein’in
yerçekimsel dalgalarının gözlemlendiğini duyurdu. Bu keşif, Einstein’ın
Genel Görelilik Teorisi’nin doğrulanması anlamına geliyor.
15998_nasaaaBilim insanları; gözlemler sırasında birbirleriyle çarpışan iki
kara deliğin tespit edildiğini, çarpışma sesinin de kaydediğini açıkladı.
Lazer Interferometer Yerçekimi Dalgası Gözlemevi çalışma grubu tarafından
gerçekleştirilen gözlem ile varlığı kanıtlanan yer çekimi dalgalarının, iki
kara deliğin 1.3 milyar ışık yılı ötedeki çarpışmasıyla ortaya çıktığı
düşünülüyor. Keşfi değerlendiren astro-fizikçilere göre, kara deliklerden
alınan sinyalin çekim dalgalarının varlığıyla ilgili hiçbir şüphe
bırakmıyor.
“Kesinlikle Nobel’i hak ediyoruz”
BBC’ye konuşan projenin Avrupa’daki sorumlusu olan Max Planck Yerçekimi
Fiziği Enstitüsü’nden Profesör Karsten Danzmann, Higgs bozonunun bulunuşu
kadar önemli bir keşif yaptıklarını, bu keşfin DNA’nın yapısının anlaşılması
ile bir tutulması gerektiğini söyledi. Danzman, “Kesinlikle Nobel’i hak
ediyoruz” dedi.
Einstein’ın 100 yıllık yerçekimi dalgaları ile
ilgili teorisi kanıtlandı
11 Şubat 2016
Bilim insanları, Einstein'ın 100 yıllık kütleçekim teorisindeki yerçekimi
dalgaları ile ilgili haklılığını kanıtladı.
100 yıl önce Einstein’ın yerçekimsel dalgaların varlığına ilişkin tahmini,
Louisina’daki Laser Interferometer Gravitational Wave Observatory(LIGO)
çalışma grubundaki bilim insanlarının bugün yaptığı açıklama ile kanıtlanmış
oldu.
Bir yüz yıl boyunca fizikçiler, bu uzay-zaman dalgalanmalarını avlamak için
yarışıyorlardı. İlk kez LIGO çalışma grubu tarafından yerçekimsel dalgalar
gözlemlenmiş oldu.
Bu çalışma Einstein’ın Genel Görelilik Teorisi’nin de 100 yıl sonra
doğrulanması anlamına geliyor. Bilim insanlarının yaptığı hesaplamalara
göre, Güneşi’in 30 katı aşan büyüklükteki iki dev kara deliğin 1.3 milyar
ışık yılı ötedeki çarpışmasıyla türettiği yerçekimsel dalgaların çok küçük
titreşimlere sahip sinyalleri, 2010-2015 yıllları arasında 205 milyon
dolarlık fonla teknolojisi yenilenen iki dedektör sayesinde tespit edilmiş
oldu. Bilim yerçekimsel dalgaları iki karadeliği çarpışma esnasındaki spiral
hareketinin ortaya çıkardığı yerçekimsel dalgaları ses dosyasına
dönüştürerek dinlemeyi başardılar.
LIGO üyesi Columbia Üniversitesi’ndeki Deneysel Yerçekim Grubu’ndan fizik
profesörü Szabolcs Marka: “Yerçekimsel dalgaların keşfi, düşüncem odur ki,
modern bilimdeki en önemli ilerlemedir ” şeklinde yorumlayarak artık evrenin
daha yakından anlaşılabileceğini belirtti.
Diğer yandan, bilim insanları ikili kara delik sistemlerinin var
olabileceğini de kanıtlamış oldu. Ekip, Nobel Ödülü getireceği düşünülen
araştırmalarını Pycical Review Letters’da yayımladılar.
Uzayın düzenini sağlamasına rağmen senelerce saptanamamış olan, bu nedenle
keşfinin üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen uzun bir süre teori olarak
kalan yer çekimi dalgaları, bundan bir ay önce sonuçlanan araştırmalar
sayesinde sonunda tespit edilebilmişti.

EINSTEIN NE DİYORDU?
Einstein’ın 1916’da söylediğine göre uzayda bulunan cisimler, kütleleri ne
kadar büyük olursa o kadar çok çekim kuvveti uygularlar. Bu cisimlerin
oluşturduğu çekim kuvveti, uzay ve zamanın üst üste geçmiş olan
katmanlarının ikisini de etkiler. Bundan ötürü kara delik gibi çok büyük
kütleli olan cisimlerin hem çok fazla çekim kuvvetine, hem de tam anlamıyla
zamanı bükebilme yeteneğine sahip olduğunu görürüz.
UZAY VE ZAMANI BÜKEN YERÇEKİMSEL DALGALARIN VARLIĞI KANITLANDI
İzafiyet teorisinin bir parçası olarak Einstein'in 100 yıl önce ortaya
attığı , uzay ve zamanı büken yerçekimsel dalgaların varlığı kanıtlandı.
Evrenden artık çok daha verimli bilgiler toplanmasını sağlayacak bu keşif
kainatı anlamamız için yeni bir pencere olacak.
Bilim dünyasının yıllardır merakla beklediği açıklama sonucunda Alman
fizikçi Albert Einstein’ın 100 yıl önce ortaya attığı, uzayı ve zamanı büken
yerçekimsel dalgaların varlığı, kanıtlandı. Son 50 yılın en büyük
keşiflerinden biri olarak nitelenen bu olayla kainata yeni bir pencere
açıldı.
DALGALAR NASIL BULUNDU
Einstein’ın çığır açan genel görelilik teorisine göre yerçekimi, maddenin
varlığı nedeniyle uzay ve zamanı da büküyor. Einstein 1916’da bu teorinin
bir uzantısı olarak, yerçekimsel dalgaların varlığını savunmuştu.Ancak
bugüne kadar bu dalgaların varlığına dair doğrudan bir kanıt bulunamamıştı.
ABD hükümetinin bağımsız bir kurumu olan Ulusal Bilim Vakfı dalgaları tespit
Etmek amacıyla LIGO projesini başlattı.ABD’nin Louisiana ve Washington
eyaletlerine iki dev lazer detektörü kuruldu. Bilim insanları bu aygıtlarla
Dünya’ya 1.3 milyar ışık yılı uzaklıktaki iki kara deliği mercek altına
aldı.
ULTRA HASSAS LAZERLER
Son derece yoğun nesneler olan, Güneş’in yaklaşık 30 katı büyüklüğündeki bu
karadelikler, birbiri etrafında dönüp çarpışmıştı. Bu çarpışmanın bir sonucu
olan yerçekimsel dalgalar, ABD’deki detektörler tarafından ilk kez 14
Eylül’de saptandı. Son zamanlarda yapılan ekstra çalışmalar sonucu bu keşif
ilk kez dünyaya duyuruldu. Yerçekimsel dalgaları tespit etmek için bir
protondan 10 bin kat küçük hassasiyete sahip 4 kilometrelik lazer ışınları
gerekliydi. LIGO projesiyle bu aygıta ilk kez sahip olundu. Bu dalgaları
geleneksel teleskoplarla görmek pek de mümkün değildi.
KÜTLESEL ÇEKİM DALGALARI NEDİR?
Einstein’ın yerçekimsel dalga teorisine göre, kütlesi olan her cisim, uzay
zamanı büker. Örneğin Güneş’in kütlesel ağırlığı nedeniyle yarattığı
yerçekimsel dalga çevresindeki uzayı büker. Gezegenler de, bu eğime
girdikleri ve kurtulamadıkları için, çukurun içinde dairesel olarak dönmeye
başlar. Kısacası Dünya da dahil gezegenleri Güneş’in etrafında döndüren
aslında çekim kuvveti değil, Güneş’in kütlesinin uzayda oluşturduğu
bükülmedir. Kütle ne kadar büyük olursa “çukur” da o kadar büyür.
Einstein’ın kütlesel çekim dalgaları adını verdiği dalgalar da uzaydaki
kütlelerin işte bu şekilde birbirleri etrafında dönerek oluşturduğu
dalgalardır.
KEŞİF NE İŞİMİZE YARAYACAK?
Yerçekimsel dalgaların saptanması sayesinde, artık astronominin elinde yeni
ve çok önemli bir araç bulunuyor. Bu araç sayesinde evrenin ilk dönemine ait
hiç bilmediğimiz verilere ulaşabilir, esrarını koruyan karadelikleri ve
nötron yıldızlarını daha iyi anlayabiliriz.
Bugüne kadar doğrudan doğruya tespit edilemeyen kütlesel çekim dalgalarının
varlığını kanıtlamaya yönelik çabalar bile ödüllendirilmişti. Dalgaların
matematiksel denksizliklerden fazla olduğunu gösteren Hulse-Taylor çift
yıldızı ile ilgili ölçümleri içeren çalışmalar, 1993’te Nobel Fizik Ödülü’ne
layık görülmüştü. Bu yüzden açıklamayı yapan bilim insanlarının Nobel'i alma
ihtimalinin çok yüksek olduğu düşünülüyor.
'Kütle çekim dalgaları' ispatlandı
12.2.2016
Einstein'ın Genel Görelilik Kuramı'nda bahsettiği ancak bir türlü
kanıtlayamadığı "Kütle çekim dalgaları", uzayda ilk kez keşfedildi. Evrenin
oluşumuna dair ipuçları barındıran buluş için "Astronomide yeni bir çağ
açacak" yorumları yapıldı
Bilim dünyası uzun zamandır beklenen bir keşfin heyecanı içinde... Alman
fizikçi Albert Einstein'ın Genel Görelilik (Rölativite) Kuramı'nda
bahsettiği, ancak ispat edemediği "Kütle çekim dalgaları", uzayda ilk kez
keşfedildi.
HIGGS PARÇACIĞINDAN SONRA
Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü'ne bağlı Lazer Interferometer Kütle Çekim
Dalgası Gözlemevi (LIGO) Laboratuvarı ve İtalya'nın Pisa şehrindeki Avrupa
Gözlemevi (VIRGO) tarafından gerçekleştirilen çalışma, bilim dünyasının en
büyük keşifleri arasında yer aldı. VIRGO ve LIGO laboratuvarları dün ABD'nin
başkenti Washington'daki Ulusal Basın Kulübü'nde düzenlenen bir konferansta
bu büyük keşfin sonuçları açıklandı.LIGO Laboratuvarı Başkanı David Reitze,
1,3 milyar ışık yılı uzaklıktaki ve 30 güneş büyüklüğündeki iki karadeliğin
birleşerek bir kara delik oluşturduğunu belirtti. Reitze, 150 kilometre
çapındaki ve hızları ışık hızının yarısına ulaşan iki karadeliğin
oluşturduğu dev karadeliğin, bu dalgaları yaymaya başladıklarını tespit
ettiklerini söyledi. Hızı ışık hızını geçen kütle çekim (gravitasyonel)
dalgaları, LIGO ve VIRGO'da içinde birbiriyle senkronize olan lazer
kirişlerin bulunduğu 4 kilometre uzunluğunda tüneller olan dedektörler
sayesinde tespit edildi.
ÇARPIŞMANIN SESİ KAYDEDİLDİ
İtalya'daki VIRGO kütle çekim dalga dedektöründeki verileri paylaşan
Louisiana State Üniversitesi'nden Gabriela Gonzales de bu dalgaların
çıkardığı sesi insanlarında da duyabileceğini söyledi. Çarpışmanın sesi de
kaydedildi. Gonzales, VIGO'da fark ettikleri ses sinyalinin aynısını, 7
milisaniye sonra LIGO'da tespit ettiklerini ifade etti. Ayrıca, keşiflerinin
Einstein'ın Rölativite Teorisi'nin modeliyle birebir örtüştüğünü söyledi.
LIGO'nun kurucularından Rainer Weiss ile Kip Thorne ise projenin ve keşfin
detaylarından bahsetti.
UZAY ZAMANI ESNETİYOR
Einstein'ın teorisine göre, uzay zamanın bükülmesini sağlayan kütle çekim
dalgaları, kaynağından dışarıya doğru yayılıyor. 1916'da Einstein'ın Genel
Görelilik Kuramı'nda bahsettiği bu dalgalar, uzayzamanı sıkıştırarak ve
esneterek deforme ediyor. Büyük Patlama'nın bu dalgaları oluşturan ilk neden
olduğu belirtiliyor.
'BU KEŞİF NOBEL ALIR' DENİLDİ
Bilim insanları, şimdi kütle çekim dalgalarının evrenin oluşumunda nasıl bir
rol oynadığını araştıracak. Gravitasyonel dalgalar, Newton fiziğinde yer
almıyordu. Birçok bilim insanı, keşfin Nobel Ödülü alacağını öngörüyor. Bu
beklenti, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) ve California Teknoloji
Enstitüsü (Caltech) tarafından düzenlenen ortak basın toplantısında da dile
getirildi. Çalışmayla Einstein'ın ispat edilemeyen son teorisinin
ispatlandığı kaydedildi.
TEKNOLOJİ SAYESİNDE
"Kütle çekim dalgaları"nın bu zamana kadar tespit edilememesinin nedeninin
bilim insanlarının kullandığı teknolojideki yetersizlik olduğu belirtiliyor.
Astronomlar, kütle çekim dalgalarının tespit edilebilmesi sayesinde,
dalgaların yayılmasını sağlayan nedenleri de bulabilmeyi umuyor.
Gravitasyon
Dalgaları Bulundu!

Albert Einstein’ın kuramlarından 100 yıl sonra, onun tüm evrene yayıldığını
söylediği yerçekimi dalgalarını nihayet gözlemlediler.
Yerçekimi dalgalarını “görebilmenin” Büyük Patlama’dan başlayarak uzayın
pekçok sırrını çözmekte faydalı olacağı ifade ediliyor.
Projenin Avrupa’daki lideri olan Max Planck Yerçekimi Fiziği Enstitüsü’nden
Profesör Karsten Danzmann, Higgs bozonunun bulunuşu kadar önemli bir keşif
yaptıklarını, bu keşfin DNA’nın yapısının anlaşılması ile bir tutulması
gerektiğini belirtti.
1- Yerçekimi dalgaları nedir?
Uzay-zamandaki dalgalar.
İki büyük kara deliğin çarpışması gibi şiddetli olaylarla doğuyor ve örneğin
bir havuza taş atıldığında yüzeyinde oluşan halkalar gibi dağılmaya
başlıyorlar.
Işık hızıyla hareket eden bu dalgalar zamanla yalnızca galaksiye değil,
uzay-zamanın tümüne yayılıyor.
Başka açılardan da ışığa benzeyen bu dalgaların, ışıktan önemli bir farkları
var: Onun gibi başka cisimler tarafından saçılmıyor ya da emilmiyorlar. Yani
bozulmadan kalıyorlar.
Bu nedenle de bilim insanları onlara “Mükemmel haberciler” diyor. Bu
dalgalarla gönderilen mesaj, aradan milyonlarca yıl da geçse ilk günkü gibi
kalıyor.
2- Bu keşif ne işe yarayacak?
Keşfi yapan Ligo İşbirliği adlı uluslararası ekip, gözlemlerinin astronomide
çığır açacağını ve nihayetinde Büyük Patlama’yı anlamamıza yardımcı
olacağını söylüyor.
Çünkü yerçekimi dalgalarının ilk olarak evrenin oluştuğu anda meydana
geldikleri ve hala uzayda dolaştıkları tahmin ediliyor.
Profesör Stephen Hawking, verdiği özel bir mülakatta bunun bilim tarihine
geçecek bir an olduğunu söyledi.
Kara delikler konusunda uzman olan Hawking, “Yerçekimi dalgaları, evrene
bakmanın yepyeni bir yolunu sunacak bize. Onları saptayabilir olmamız,
astronomide devrim yaratabilir.” dedi ve ekledi:
“Einstein’ın İzafiyet Teorisi’ni sınamanın yanı sıra, evrenin tarihi boyunca
oluşmuş tüm kara delikleri görmeyi umabiliriz. Hatta Büyük Patlama
sırasındaki evrenden kalıntıları bile görmek mümkün olabilir.”
3- Bilim insanları şimdi nelere bakacaklar?
Keşfin özellikle uzayın “Karanlık Evren” denen ve bugün elimizde olan
teleskoplarla göremediğimiz daha büyük olan bölümünü anlamakta işe
yarayacağı umuluyor.
Kara delikler, nötron yıldızlar ilk bakılacak yerler olacak.
Ama tabii asıl, uzayın derinliklerinde geçmişin ve “Büyük Patlama”nın izleri
aranacak.
Bilim çevreleri bu imkanın yepyeni bir kuşağı bilimsel araştırmalara
yönelteceği umudunu da dile getiriyor.
4- Araştırma nasıl yapıldı?
Dünyanın çeşitli yerlerindeki laboratuarlar, yıllardır L şeklindeki uzun
tüneller boyunca lazer ışıkları yollayarak uzay-zamanın dokusundaki
dalgalanmaları saptamaya çalışıyordu.
Dalgaların izi, interferometre denen aletlerle ölçülen, bir atomun
büyüklüğünden kat kat ufak değişimlerde arandı.
Sonunda ilk gözlem, Dünya’ya bir milyardan fazla ışık yılı uzaklıkta iki
kara deliğin çarpışması sırasında yapıldı
Üstelik kara deliklerin birleşmesi ABD’de Washington ve Louisiana
eyaletlerindeki iki ayrı LIGO ( Lazer İnterferometre Yerçekimi Dalgası
Gözlemevi) laboratuarında birden, 14 Eylül 2015’te, 13:51’de saptandı.
Yani interferometreler bir milyar yıldan fazla bir süre önce yaşanan olayı
kaydedebildi.
5- Gerçekten ilk kez mi görüldüler?
2014 yılında Antarktika’daki BICEP-2 teleskobuyla çalışan araştırmacılar ilk
keşfi yaptıklarını sanarak bilim dünyasını heyecanlandırdı.
Ancak iki hafta kadar sonra, yanlış analiz yaptıkları ortaya çıktı.
6- Einstein ne demişti?
İzafiyet Teorisi’ni yazarken ortaya attığı kuramlardan birinde, tüm evrenin
yerçekimi dalgalarıyla kaplı olduğunu söylemişti.
Einstein’a göre uzayda bir bölgedeki yerçekimi ani bir olay sonucu
değişirse, o bölgeden uzaya ışık hızıyla yerçekimi enerjisi dalgaları
yayılır.
Bu dalgalar da uzayda geçtikleri yerleri gerer ya da sıkıştırır.
Fakat Einstein bir noktada yanıldı: Bu dalgaların fiziksel varlığını
saptamanın hiç mümkün olmayabileceğini yazmıştı.
Çin’de Üç Yerçekimsel Dalga Projesi Açıklandı
22 Şubat 2016
yerçekimsel US keşiflerinin Einstein’ın yüzyıllar önceden tahminlerini
doğrulayan depremden günler sonra, çarşamba günü, eyalet basını, Çinli bilim
adamlarının yerçekimsel dalgaları araştırmak için üç ayrı proje yaptıklarını
açıkladı. Uzay yetkilileri, bu gibi araştırmaların hırslı, askeri
disiplinli, Beijing’in ülke ilerlemesinin simgesi olarak gördüğü milyon
dolarlık uzay programına sahip Çin’e bu alanda ‘dünya lideri’ olma fırsatını
verebileceğini söylediler. Yerçekimsel dalgalar uzay-zaman kumaşındaki
kırışıklıklara doğrudan kanıt oluşturmaktadır ve bunun ilk izlenimleri US
bilim adamları tarafından geçen hafta duyuruldu. Xinhua resmi haber ajansı;
Çin Bilim Akademisi (CAS)’nin uzay temelli yerçekimsel dalga tespit projesi
için bir teklif sunduğunu bildirdi.

Çin felsefesini sembolize eden ve ying-yang simgesiyle sembolize edilen
‘supreme ultimate’ den sonra adlandırılmış önerilen Taiji programı, kendi
yörüngesine uydular gönderebilecek veya Avrupa Uzay Ajansının eLISA
girişimiyle ekipman paylaşımı yapabilecek. Ayrıca, CAS Yüksek Enerjili Fizik
Enstitüsü, Tibet’te kara üslü bir proje önerirken, Sun Yat-sen Üniversitesi,
uzaya uydular fırlatmayı teklif etti. Eyalet basını; bu üç projenin henüz
hükümet onayı aldıklarını belirtti. Grafik, yerçekimsel dalgaların ne
olduğunu, ve nasıl tespit edildiklerini açıklıyor Ancak, Çinli fizikçi Hu
Wenrui,People’s günlük gazetesine: “Eğer kendi uydularımızı fırlatabilirsek,
yerçekimsel dalga araştırmalarında dünya lideri olma şansını yakalarız.”
dedi. “Başarı, karar verenlerin azmine ve ülkenin yatırımına bağlıdır.” diye
ekledi.
Çin Bilim Akademisinden onaylı sosyal medya hesabında: “Eğer bunun gibi son
derece hassas bir teknolojik projede yer alabilirsek, bu kısa sürede
ülkemize imalat endüstrisinde dev bir teşvik sağlayacaktır.” denildi. Geçen
hafta, bilim adamları, US temelli İnterferometre Yerçekimsel Dalga
Gözlemevi(LIGO) ile 1.3 milyar yıl önce iki kara deliğin çarpışması sonucu
oluşan dalgaların tespit etiklerini söylediler. Laboratuvarın yetkili müdürü
, bunun, dört yüzyıl önce Galileo’nun teleskopu kullanıp modern astronomi
devrini açması ile kıyaslanabilecek bir keşif olabileceği şeklinde övgülerde
bulundu.
Einstein'ın İzafiyet Teorisi teyit edildi

Albert Einstein'ın 100 yıl önceki yer çekimi dalgalarının varlığına ilişkin
teorisinin bilim adamları tarafından tespit edilmesinin ardından yapılan
ikinci gözlemde de yer çekimi dalgaları saptandı ve böylece ünlü bilim
adamının İzafiyet Teorisi teyit edildi.
İlk kez Einstein'ın, 1916'da öne sürdüğü yer çekimi dalgalarının varlığı
ikinci kez ortaya çıkarıldı. "Lazer Interferometer Yer Çekimi Dalgası
Gözlemevi"nin (LIGO) yaptığı ikinci gözlemde iki kara deliğin çarpışmasıyla
oluştuğu düşünülen yer çekimi dalgalarına ait sinyaller ikinci kez
kaydedildi.
Gök bilimcilerin açıklamasına göre, 1,4 milyar ışık yılı ötede bir birini
yutan kara deliklerin ikinci bir çifti tespit edildi.
Şimdiye kadar sadece ikinci defa gerçekleşen olayda, iki kara deliğin
çarpışarak birbirini yuttuğu ve yer çekimi dalgaları biçiminde enerji ortaya
çıkardıkları kaydedildi.
Bilim adamlarının açıklamasına göre ayrıca, güneşin 8 ve 14 katı
büyüklüğündeki kara deliklerin birleşmesi, yaklaşık güneşten 21 kat
büyüklükte bir kara delik ortaya çıkardı.
Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü'ndeki (Caltech) LIGO Laboratuvarı Müdür
Yardımcısı Albert Lazzarini, söz konusu gözlemle ilgili yaptığı açıklamada,
4 ay içinde iki güçlü olayın algılanmasıyla, gelecekte yer çekimi
dalgalarının hangi sıklıkta duyulabileceği hakkında öngörüler yapmaya
başlanabileceğini belirtti.
Karadelik topluluğu varlığının onayı
Birmingham Üniversiesi Öğretim Üyesi ve LIGO'da çalışmalarda bulunan John
Veitch de gözlemde kaydedilen dalgaların kara delikler olduğunu aktarırken,
yaptıkları keşfi gelecekte keşfedilmeyi bekleyen kara delik topluluğu
olduğunun onayı olarak değerlendirdi.
Uzaydaki cisimlerin yer çekim kuvvetinin kütlelerinin büyüklükleriyle doğru
orantılı olduğunu öngören Einstein'ın teorisine göre kara delik gibi büyük
kütleli cisimlerin zaman çekim kuvveti ve zamanı bükebilme yeteneği
bulunuyor. Einstein'ın Şubat 2016'ya kadar hiçbir şekilde tespit edilemeyen
yer çekimi kuvvetinin dalgalar halinde yayıldığına ilişkin teorisi 100 yıl
sonra şubat ayında yapılan gözlemde doğrulanmıştı.
Einstein'ın yer çekim dalgalarının varlığına ilişkin kuramı, bilim adamları
tarafından evrenin işleyişine en uygun teori olarak kabul edilirken, 100 yıl
sonra yapılan keşfin, özellikle uzayın teleskoplarla dahi görülemeyen daha
büyük olan bölümünü anlamakta işe yarayacağı belirtiliyor.
İzafiyet Teorisi'ni yazarken tüm evrenin yer çekimi dalgalarıyla kaplı
olduğu kuramını ortaya atan Einstein, yapılan en son gözlemle bir kez daha
haklı çıkarken, bunun hiçbir zaman tespit edilemeyeceği düşüncesinde ise
yanıldığı ortaya çıkmış oldu.
Einstein'ın teorisi kanıtlandı
11 Şubat 2016
Yerçekimi Dalgaları Gözlemlendi
Uzay araştırmacıları, Einstein'ın 100 yıl önce öngördüğü çekim dalgalarını
doğrudan gözlemledi.
Bilim dünyasının merakla beklediği açıklama yapıldı: Einstein'ın 100 yıl
önce ortaya attığı, uzayı ve zamanı büken yerçekimsel dalgaların varlığı
kanıtlandı. Son 50 yılın en büyük keşiflerinden biri olarak nitelenen bu
olay, bir bilim adamının deyişiyle "kainata yeni bir pencere açıyor."

İNSANOĞLUNUN UZAYA BAKIŞI DEĞİŞECEK
ABD'deki California Teknoloji Enstitüsü, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT)
ve LIGO Bilimsel İşbirliği Kurumu'na bağlı bilimadamları, bugün
Massachusetts eyaletindeki Washington kentinde bir basın toplantısı
düzenledi.
Albert Einstein'ın 100 yıl önce ortaya attığı, uzayı ve zamanı büken
yerçekimsel dalgaların varlığı ispatlandı.
Bilim dünyasının merakla beklediği açıklama yapıldı:
Einstein’ın 100 yıl önce ortaya attığı, uzayı ve zamanı büken yerçekimsel
dalgaların varlığı kanıtlandı. Son 50 yılın en büyük keşiflerinden biri
olarak nitelenen bu olay, bir bilim insanının deyişiyle “kainata yeni bir
pencere açıyor.”
ABD’deki California Teknoloji Enstitüsü, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT)
ve LIGO Bilimsel İşbirliği Kurumu’na bağlı bilim insanları, bugün
Massachusetts eyaletindeki Washington kentinde bir basın toplantısı
düzenledi. İşte 6 soruda insanoğlunun uzaya bakışını değiştirecek bu büyük
keşif:
1) Albert Einstein’ın teorisi neydi? Neden önemli?
Einstein’ın çığır açan genel görelilik teorisine göre yerçekimi, maddenin
varlığı nedeniyle uzay ve zamanın bükülmesi anlamına geliyor. Einstein
1916’da bu teorinin bir uzantısı olarak, yerçekimsel dalgaların varlığını
savunmuştu.
Ancak bugüne kadar bu dalgaların varlığına dair doğrudan bir kanıt
bulunamamıştı.
2) ABD’deki bilim insanları neyi araştırdı?
ABD hükümetinin bağımsız bir kurumu olan Ulusal Bilim Vakfı, LIGO
projesini başlattı. ABD’nin Louisiana ve Washington eyaletlerine iki dev
lazer dedektörü kuruldu. Bilim insanları bu aygıtlarla Dünya’ya 1.3 milyar
ışık yılı uzaklıktaki iki kara deliği mercek altına aldı.

Yerçekim dalgalarının iki boyutlu temsili görüntüsü

Fotoğrafta LIGO’nun gözlem üslerinden birini görüyorsunuz.
3) Gözlemler sonucunda ne bulundu?
Son derece yoğun nesneler olan, Güneş’in yaklaşık 30 katı büyüklüğündeki
bu karadelikler, birbiri etrafında dönüp çarpışmıştı. Bu çarpışmanın bir
sonucu olan yerçekimsel dalgalar, ABD’deki dedektörler tarafından ilk kez 14
Eylül’de saptandı. Son aylarda süren ek çalışmaların ardından bugün bu keşif
ilk kez dünyaya duyuruldu.
4) Bu dalgalar neden 100 yıl önce tespit edilemedi?
Yerçekimsel dalgaları tespit etmek için bir protondan 10 bin kat küçük
bir hassasiyete sahip 4 kilometrelik lazer ışınları gerekliydi. LIGO
projesiyle bu aygıta ilk kez sahip olundu. Bu dalgalar geçmişteki
teleskoplarla “görülemezdi.”
5) Yerçekimsel dalga nasıl bir şey?
Yerçekimi, ışık gibi dalgalar halinde ilerliyor, ama ışığın aksine
radyasyon yaymak yerine, uzayın kendisinde dalgalanmalar yaratıyor. LIGO
lazer dedektörleri, ışık hızında ilerleyen bu dalgaların ses sinyaline
dönüştürülüp kaydedilmesine imkan sağladı. Reuters’a konuşan MIT bilimadamı
Matthew Evans, “Karadelikten yayılan ve Dünya’ya gelen sinyalleri hoparlöre
bağladık. 'Vuup' sesini duyduk” diyor.
6) Peki bu keşif ne işimize yarayacak?
Belki yarın televizyon veya cep telefonu gibi hayatımızı
kolaylaştıracak bir icada dönüşmese de bu keşif bilimde tam bir çığır. Çünkü
kainatla ilgili tüm bilgilerimiz, radyo dalgaları, ışık, X ışınları, gamma
ışınları ve kızılötesi ışınlar gibi elektromanyetik dalgalardan oluşuyor. Bu
dalgaların hepsi evrende ilerlerken kesintiye uğrayabildiğinden, 'uzayın
hikayesini' bugüne kadar hep parça parça, eksik halde öğrenebiliyorduk.
KAİNATIN TÜM HİKAYESİNİ ÖĞRENECEĞİZ
Yerçekimsel dalgaların saptanması sayesinde artık astronominin elinde yeni
ve çok önemli bir araç var. Bu sayede “kainatın hikayesini” yakında bir
bütün olarak öğrenebiliriz. Kainatın ilk dönemine ait hiç bilmediğimiz
verilere ulaşabilir, esrarını koruyan karadelikleri ve nötron yıldızlarını
daha iyi anlayabiliriz. Penn Üniversitesi’nden Abhay Ashtekar’a göre “Bu
gerçekten, gerçekten heyecan verici bir olay. Kainata yeni bir pencere
açılıyor”.

Uzay Zamanın Dalga Köpükleri
Çeviri: M. Raşid Tuğral
Evren çoğunlukla uzaydaki büyük kütleli nesnelerin yaydığı ışınım miktarı ve
türünün ölçülmesiyle çalışılır. Bilimadamları şimdi evreni tamamen farklı
bir yönde incelemeyi deniyorlar; “kütleçekimsel ışınım”ı veya “kütleçekim
dalgaları”nı çalışarak. Kütleçekim dalgaları Einstein tarafından öngörüldü.
Tıpkı elektromanyetik dalgaların ivmelenen elektrik yüklü nesnler tarafından
üretilmesi gibi kütleçekim dalgaları da büyük kütleli nesnelerin
ivmelenmesiyle oluşurlar. Fakat kütleçekim dalgaları uzay boyunca hareket
etmezler- onlar uzay-zamanın kendisinde oluşan dalgalardır.Kütleçekim
dalgalarını saptama çabaları on yılları kapsıyor fakat bu oldukça cesaret
kırıcı bir görev- algılayıcılar en ufak bozukluklardan bile uzak durmalıdır.
Bu muhteşem ölçümlerin üstesinden gelmek uzay-tabanlı bir deneyin hedefi.
Lazer Girişimölçer Uzay Anteni ya da LISA şu anda geliştirme aşamasında.
LISA üç uzay aracından oluşuyor ve planda Dünya’nın Güneş etrafındaki
yörüngesini takiben üçgen şeklinde dizilmesiyle uzayda duruyor. Üzerlerinden
geçen kütleçekim dalgaları her bir uzay aracı ile olan mesafeyi farklı
değiştireceği için gökbilimcilerin kütleçekimsel ışınımın kaynağının gücü ve
yönü hakkında bilgi edinmelerini sağlayacak. Yukarıdaki resim üç LISA uzay
aracını ve onun saptayacağı tahmin edilen kütleçekim dalgalarının kaynağı
ile birlikte gösteriyor. LISA Amerikan Milli Bilim Akademileri’Ne bağlı
Astro 2010: Gökbilim ve Gökfiziği Onyıllık Araştırması tarafından şiddetle
tavsiye edilmişti. LISA 2012’de fırlatılacak olan LISA Pathfinder’a öncü
olacak. LISA Pathfinder, LISA’yı başarıya ulaştıracak bir çok uç nokta
teknolojileri ortaya koyacak.

Görüntü: LISA Projesi, ESA, NASA
Einstein’dan 100, Interstellar’dan bir yıl sonra
kanıtlandı: Kütleçekim dalgaları gerçek!
12/02/2016
Fizikçi Albert Einstein’ın 100 yıl önce ortaya attığı, uzayı ve zamanı büken
‘kütleçekimsel dalgalar’ın varlığı nihayet kanıtlandı.
Bilim tarihinin en büyük keşiflerinden biri olarak nitelenen bu olayla
kainata yepyeni bir pencere açılıyor.
ABD’deki California Teknoloji Enstitüsü, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü
ve LIGO Bilimsel İşbirliği Kurumu’na bağlı bilim insanları dün Washington’da
düzenledikleri basın toplantısıyla, Einstein’ın 1916’da formüle ettiği
yerçekim dalgalarına ilişkin teorinin kanıtlandığını duyurdu.
Bu keşif, Einstein’ın çığır açan ‘Genel Görelilik Teorisi’nin de
doğrulanması anlamına gelirken, astrofizikçiler, kara deliklerden alınan
sinyalin, çekim dalgalarının varlığıyla ilgili hiçbir şüphe bırakmadığını
ifade etti.
LIGO sözcüsü Gabriela González büyük keşfi şu sözlerle açıkladı: “Çok uzun
bir yoldu ama başardık. Bu daha başlangıç. Artık ikili kara deliklerin
olduğunu biliyoruz, evreni dinlemeye başlayacağız.”
Neden önemli?
İnsanlığın kainatla ilgili tüm bilgileri, radyo dalgaları, ışık ve
kızılötesi ışınlar gibi elektromanyetik dalgalar sayesinde oluştu. Bu
dalgalar evrende ilerlerken kesintiye uğrayabildiğinden, bugüne kadar uzayla
ilgili bilgilerimiz parça parça edinilmişti.
Yerçekimsel dalgaların saptanması sayesinde artık evrenle ilgili hiç
bilmediğimiz verilere ulaşılabilecek, gizemini koruyan karadelikler ve
nötron yıldızları daha iyi anlaşılabilecek.
Kütlesel çekim dalgaları Interstellar (Yıldızlararası) filminin de ana
temasını oluşturmuştu.
Einstein Haklı Çıktı; Kütle Çekim Dalgaları Kanıtlandı!
Albert Einstein’in 100 yıl önce ortaya attığı Genel Görelilik Teorisi
doğrulandı. Laser Interferometer Gravitational Wave Observatory (LIGO)
tarafından bugün yapılan açıklamaya göre Kütle Çekim Dalgalarının tespit
edildi. Hatta tespit etmekle kalmadıklarını açıklayan bilim adamları olayın
sesini kaydettiklerini duyurdu.
Bizden 1.3 Milyar ışık yılı uzaklıktaki ve Güneş’ten 30 kat daha büyük iki
kara deliğin çarpıştığını söyleyen bilim adamları çarpışmanın sesini
kaydettikleri açıkladı. Bu durum bize ikili kara delik sistemlerinin var
olabileceğini gösteriyor. Bilim adına inanılmaz bir haber bu zira Uzayı
anlamamızda ve daha somut bilgiler elde edebilmemize olanak sağlayacak.
Einstein’in 1916’da ortaya attığı bu teoriye göre (artık teori değil)
uzaydaki cisimlerin kütleleri ne kadar büyük olursa çekim kuvvetleri de o
denli büyük oluyor. Bu çekim kuvvet uzay-zaman katmanlarını etkileyebiliyor
ve bunu en net yapan elbette inanılmaz kütlelere ve çekim kuvvetine sahip
olan kara delikler. Yani kara delikler uzayı ve zamanı bükebiliyor.
---------------------------------------------
Bilim Dünyasının Belki de En Önemli Keşfi Bugün Yapıldı: Kütleçekim
Dalgası Kanıtlandı!
Bugün gerçekten fizik dünyası için çok büyük bir gün!
Einstein'ın öngördüğü kütleçekim dalgalarının varlığı bugün resmi olarak
kanıtlandı. Bu kanıt ile beraber pratikte uzay ve evren hakkında bugüne
kadar bilmediğimiz şeyleri öğrenme fırsatı yakalayacağız. Örneğin sadece
varlığından haberdar olduğumuz fakat hiçbir bilgi sahibi olmadığımız
karadelikler hakkında bilgi sahibi olacağız.

Nasıl mı?
Anlatacağım fakat olayı tam manasıyla anlayabilmek için öncelikle bu keşfin
taa en başına, Newton’un ortaya attığı kütleçekim kuvvetine kadar bir
bakalım!
Geçmişe bir yolculuk yapalım, 1600’lü yılların sonları, Newton’un Kütleçekim
kuvvetini keşfettiği yıllar. Dünyamızın, ayın, gezegenlerin hareketlerini
mantık çerçevesi içerisinde tanımlayan bir kütleçekim kuramı hediye etti
bizlere Newton.
Gezegenler arasındaki bir çekimin varlığından bahseden Newton, çekim
kuvvetinin var olduğunu gösterse de asıl soruya cevap bulamadı: Bu kuvvet
gerçekte nasıl işliyor?
Aralarındaki mesafe 380 bin km olan Dünya ile Ay nasıl etkileşim içine
giriyorlar? Nasıl oluyor da Güneş, 150 milyon km öteden, bir şekilde
Dünyanın hareketini etkileyebiliyor? Güneş, uzay denilen sonsuz boşlukta
nasıl oluyor da uzanıp dünyamıza etki ediyor?

Einstein bu ikileme bir çözüm getirdi: Uzay-zaman bükülmesi!
Kütleçekim kuvvetini ileten şeyin uzayın kendisi olduğunu keşfetti, uzayın
her şey için bir altlık görevi üstlendiğini gördü.
1916 yılında Einstein asıl bombayı patlattı ve Genel Görelilik Kuramı ile
kütle çekimi diye bir şey olmadığını açıkladı.
Kütle çekimi sandığımız şeylerin uzay-zamanda olan bükülmeler olduğunu
söyledi. Yani Einstein' a göre biz insanların dünya üzerinde
yürüyebilmelerini sağlayan şey, yerin bizi çekmesi değil, uzaydaki
bükülmelerin bizim üzerimizdeki dolaylı etkileridir.
Einstein’a göre ortamda hiçbir şey yokken düz bir şekli olan uzay, ortama
madde dahil olduğu zaman eğilip bükülür.
Bu eğilip bükülmeler sayesinde kütleçekim kuvveti uzayda yol alabilmektedir.
Güneş’in büktüğü uzayda Dünya kendi yörüngesinde; Dünyanın büktüğü uzayda
ise Ay kendi yörüngesinde yol almakta.

Gravitational Waves | Einstein’s ripple in space-time proven true at LIGO
Einstein o zamanlarda bu formülü ortaya atsa da maalesef bu teori
kanıtlanamamıştı, ta ki bugüne kadar!
Bugün gerçekleştirilen deneyle birlikte artık uzay-zamanın büküldüğü
kesinleşti ve bu bükülmeden kaynaklı kütle çekim dalgaları ‘’dinlendi’’.
Bugün gerçekleştirilen deneyde LIGO adı verilen bir kütleçekim dalgası bulma
dedektörü kullanıldı ve bu dalgalar yüksek bir doğrulukla keşfedildi.
Kütleçekim dalgaları en basit haliyle, uzay-zamanın bükülmesi sonucu, bu
bükülmeden kaynaklı dalgalardır. Bu sayede artık evrende göremediklerimizi,
karadelik örneğin, duyabileceğiz. Kısacası evren hakkında tüm bildiklerimizi
baştan oluşturmamızı gerektirecek derecede önemli bir buluş.
Bu keşfin önemini ve değerini en kolay haliyle karadelikler üzerinden
anlatabiliriz.
Şöyle ki, karadeliklerin varlığından haberdar olsak da, onların hakkında bir
bilgi sahibi değildik. Tek bildiğimiz karadeliklerin yerçekimi alanına giren
yıldız, gezegen ve hatta ışık gibi cisimlerin, bu delik tarafından yutulduğu
ve sonsuza dek yok olduğu idi.
İki karadeliğin birbirine yaklaştığı ve birleşerek daha büyük bir karadelik
oluşturdukları da biliniyordu.
Karadelikler, uzay-zamanı bükerek tıpkı bir göçük oluştururlar.İki karadelik
birleşerek daha büyük bir kara delik oluşturduklarında, uzay-zamanda
yarattıkları bükülme artıyor ve göçük büyümeye ve büyüdükçe sallanmaya
başlıyor. İşte bu sallanmanın adına da kütleçekim dalgası deniliyor.
Pratikte bu keşif, fizikçiler için yeni bir "duyu" anlamına geliyor.
Fizikçiler bu keşifle birlikte, evrende göremedikleri şeyleri artık
duyabilecekler. Bu dalgalar sayesinde, sonsuz bir karanlıktan ibaret olan
uzay hakkındaki düşüncelerimiz de aydınlanacak denilebilir.
Bildiğiniz gibi, uzayda çok büyük miktarda karanlık madde mevcut. Fakat
bunlar şu ana kadar gözlemlenemiyordu. Bu keşifle birlikte bunların
gözlenmesi de mümkün hale geliyor.
Kısacası, astrofizik dünyası için çok güzel bir gün!
EİNSTEİN’I ANLAMAK
Sait Saatcigil - Şubat 14, 2012
Size Einstein ismi ne anlama geliyor desem acaba ne derdiniz? Einstein’ı tam
anlamıyla anlatabilmek için ancak onun gibi düşünmemiz gerekiyor ki, ta
sonsuz Evreni. O bir Milat, bir Kahraman, Bilgeliğin göstergesi ve de
Fizikte Sanayi Devrimini başlatan bir dahidir. Einstein’ın fizik kanunları
yüzyıllardır Fizik Bilimini demir yumrukla yönetmiştir. Bugün Evreni,
Einstein sayesinde anlayabiliyoruz. Bugün Karadeliklerin olabileceğini onun
denklemleri sayesinde çözüme kavuşturduk. Gelin bu deli dahinin hayatını
ruhumuzda hissedelim. Einstein, okulu sevmemiş bir insan olarak hep okuldan
kaçmak için fırsatlar aramıştır. Bu onu hayal dünyası ve merak duygusu
gelişmiş bir insan olarak yetişmesini sağladı. Pusulada bulduğum gizem
diyerek merak duygusu çok küçükken bile kendini göstermeye başlamıştır. Onun
bu merakı onu ışık hızında seyahat etmeye kadar götürmüştür. Einstein’ın
ışık hakkındaki merakı İtalya’daki Toskana şehrinde başlamıştır.
Einstein Toskana’da Işık hakkındaki bütün bilinmeyenlere çözüm üretmiştir.
Ama bunu kağıda dökmesi Bern patent ofisinde gerçekleşecektir. Einstein
yüksek okulu zar zor bitirmiş; ama deneysel fizik derslerinden aldığı puan
çok yüksekmiş. Bilim adamları tarafından ders notları araştırılan
Einstein’ın Matematikten bir aldığı görülmüştür. Hatta bu yüzden Matematik
hocası Einstein’a tembel köpek dediği de olmuştur. Einstein, okulu
bitirdiğinde dolayısıyla hiçbir yerde iş bulamamıştır. Hatta hayat sigortası
satmayı bile düşünmüştür. Einstein sonunda babası sayesinde Bern Patent
ofisinde iş bulabilmiştir. Einstein fizikteki sıçramayı burada yapmıştır.
Bir sürü patent Einstein’ın elinden geçiyor ve bu patentlerin üzerindeki
denklemler üzerinde de Einstein’ın uzun uzun düşünme vakti oluyordu.
Einstein burada Uzay-Zaman üzerine uzun uzun düşünmüştür. Okuldan arkadaşı
olan Nikola Bessa ve Marcel Grossman, Einstein’ı yalnız bırakmıyor ve
Einstein’la devamlı fikir alışverişi yapıyordu. Burada Einstein, Kütleyle
Enerjiyi eşitleyerek Kütlenin Enerjiye dönüşebileceğini ‘’ E=mc2 ‘’
formülüyle ispatladı. Einstein daha sonra burada, Işık Hızının Uzayda son
hız olduğunu Işık hızında zamanın yavaşlayacağını anlatan İzafiyet Teorisini
kitaplaştırmıştır. Işık hızında zamanın yavaşlaması olayı daha sonra Cern’de
Müon parçacıkları üzerinde denendi. Gerçektende Cern de Müon parçacıkları
normal yaşam sürelerine oranla daha uzun süre yaşadı. Bilindiği üzere zaman
kavramı, Isaac Newton tarafından anlaşılabilmiş ve bu kavram tüm Fiziğe çok
uzun sürelerdir hakim olmuştur. Isaac Newton ise Zamanın ok gibi olduğunu
belirtmiştir. Ama Einstein bu kitapta Zamanın aynı bir nehir gibi
davrandığını belirtmiştir. Einstein bu olayı açıklarken de Zamanın her yerde
aynı olmadığını belirtmiş ve Zamanın özellikle Göreceli olduğuna dikkat
çekmiştir. Bu kitapla o zamanlarda kimse ilgilenmemiş ve buradaki ince
fiziği kimse anlamamıştır. Einstein, Makalesini o zamanların en büyük
dergilerine gönderdiyse de kabul edilmemiştir.
Başta Annelen Der Fizik dergisi de bulunuyor. O sıralarda popüler olan
Annelen Der Fizik dergisinde yazı yazan Max Planck bu kitabı okuduğunda
Einstein’ın bir dahi olduğunu o anda anlamıştır. Daha sonra Max Planck,
Einştein’a bir mektup göndermiş ve işte o zaman Einştein’a Tanrının yüzü
gülüyor. Einştein’ın o andan itibaren fizik teorileri tüm dünyada duyulmaya
başlanıyordu. Tarihsel olarak Einştein’ın fizikteki büyük sıçraması, 1905
tarihine dayanıyor. Özel Görecelilik belli bir hızı ifade ediyordu. Ama Işık
Hızı söz konusu olduğunda oyunun kuralları değişmek zorundaydı. Einstein
Özel Görecelilikte eksik olan ışık hızını oluşturduğu teoriye ekleyerek
Genel Göreceliliği oluşturdu. Ama Genel Göreceliliğin Matematiksel denklemi
eksikti.
Bu teorinin Matematiksel denklemi matematikçileri de heyecanlandırmıştı.
David Hilbert, Albert Einstein’la tam anlamıyla rekabete girişmişti. Bir
tarafta Fiziğin devi Albert Einstein diğer tarafta Matematiğin devi David
Hilbert. Albert Einstein’ın Matematik bilmediği sakın ola düşünülmesin.
Einstein formülü oluşturmayı uzun süre denemiş ve gerçek sonucu sonunda
bulmuştur. Einstein ilk oluşturduğu formülü hâlbuki doğru yapmıştır. Bilim
adamları tarafından not kâğıtları araştırılan Einstein’ın formülü
oluştururken çok zorlandığı görülmüştür. Ama okuldan arkadaşı olan Marcel
Grossman, dâhiyi eğri yüzeylerin geometrisi konusunda bilgilendirir. Sonuçta
David Hilbert bu teori tamamen Einstein’a aittir demiş ve yarıştan
çekilmiştir. Einstein, Genel Göreceliliğin denklemini şöyle ifade eder;
‘’Guv: 8.π.Tuv’’. Merkür gezegeni her yıl yörüngesinden sapma eğilimi
göstermektedir. Ama bu yörünge sapmasının nedeni o zamanlarda hiçbir bilim
adamı tarafından açıklanamamıştır. Einstein, Genel Görecelilik denklemini
kullanarak Merkür’ün günberi noktasına baktı ve daha sonra bu sapmayı
hesapladı.
Daha sonra gerçekte oluşan sapma değeri, Einstein’ın Genel Görecelilik
denklemini kullanarak hesapladığı değerle eşit çıktı. Bu tarihi olay
Einstein’ın oluşturduğu Genel Görecelilik denkleminin ilk testiydi. Bu
testin doğru çıkması, Einstein’ın fizikte çok büyük bir isim olmasının ana
nedenleri arasındadır. Daha sonra Einstein bu konu hakkında şöyle demiştir;
Tanrı bana git, Merkür’ün günberi noktasına bak ve daha sonra bu değeri
hesapla dedi. Hatta Einstein, Genel Göreceliliğe o kadar güveniyordu ki,
sıcak günlerde kafasına Uzayın o eğri yapısının şeklini ifade eden bir bone
geçiriyordu. Einstein bu bone’nin şeklini de kendi oluşturuyordu. Uzayın
eğri olduğu o zamanlarda bile biliniyordu. Bu Matematikçi Riemann tarafından
öne sürülmüştü. Hatta Einstein’ın Genel Görecelilik denklemi, Riemann’ın
Eğri Yüzeyler Formülü üzerinde yükselir. Ama kimse Uzay ve Zamanı
birleştirerek, Yerçekiminin Uzay-Zamanda bir eğrilik olduğunu söylememiştir.
Bu Einstein’ın Fizikteki Mantıksal sıçramasıdır. Bu başarı Einstein’ı bayağı
zorlamış ve saçları beyazlamıştır. Kendisinin dediğine göre, Yerçekiminin
kendisini delirteceğini ve kendisinin evinin deli hastanesine baktığını
benim onlardan ne farkım var onlar deli bende fizik bilen bir deliyim
demiştir. Einstein, Yerçekiminin tarifini şu kısa ve öz bir sözle
anlatmıştır. Kütle, Uzay- Zamanı eğerek bir çöküntü oluşturuyor ve bu
çöküntüye giren cisim çekim alanı içine girmiş oluyordu. Sonuçta ise,
Yerçekimi oluşuyordu. Böylelikle o zamanın en popüler Fizik sorusuda
böylelikle çözüme kavuşmuş oluyordu. Bu soru şudur; Güneş bir anda yok
olursa Dünya ve diğer Gezegenler hemen mi yoksa 8 dakika sonra mı
yörüngelerinden sapar. Bu sorunun cevabı Einstein’ın yerçekimi teorisine
göre; Gezegenler 8 dakika sonra yörüngelerinden sapar.
Nedeni ise; Yerçekimi dalgaları ışık hızında hareket edebilir. Çünkü Işık
hızı Uzayda ulaşılabilecek maksimum hızdır. Hiçbir şey Işık hızından hızlı
olamaz. Daha sonra Einstein; Maddenin Uzay -Zamanda eğiklik yaratabileceği
gibi maddenin Uzay- Zamanın dokusu içinde de bükülebileceğini belirtmiştir.
Ama; bu sorunun cevabı çok zor olduğu hatta imkansız olduğu için Einstein,
Elie Cartan adındaki bir matematikçiyle birlikte bu soruyu çözüme
kavuşturmaya çalışmış; ama bu teoriye bir sonuç bulamamışlardır. Daha sonra
da bu teoriyi Einstein ve Elie Cartan yarım bırakmıştır. Bu teoriyi
ilerleten bilim adamları da Akdelik denen bir şeyin olabileceğini tahmin
ediyor. Bu da Karadeliğin tersidir. Yani belki de bizim Evrenimiz bir
Akdelikten meydana gelmiş olabilir! Çünkü Karadelik içine çeker Akdelik ise
püskürtür. Einstein Mantığını o kadar güzel kullanıyordu ki neredeyse
Tanrının Zihnini bile okuyabiliyordu. Çünkü o bu konuda uzmandı. Einstein
mantığını bir daha kullanarak Işığın eğrilmesi olayını tahmin etti.
Einstein, bir gün Asansörden aşağı inerken elindeki feneri karşıya tutmuş ve
Asansörün aşağı hareketi acaba ışığı eğebilir miydi diyerek ivmeyle
yerçekiminin aynı şey olduğunu yine mantığını kullanarak buldu.
Bu konu hakkında Einstein şöyle demiştir; İvmelenme Yerçekiminden ayırt
edilemez. Daha sonra Einstein, Kütlenin Uzayın – Zamanın şeklini bozduğunu
ve dolayısıyla da ışığın bu şekli izlemesi gerektiğini belirtmiştir.
Einstein, Genel Görecelilikte belirttiği yerçekiminin Işığı eğmesi olayını
Astronomlara haykırarak gidin deneyin, Güneşin arkasındaki yıldızlar olduğu
yerde değillerdir demiş. Daha sonra Einstein, Işığın eğrilmesini
Matematiksel olarak hesaplayarak değeri bir mm’nin altında bulmuştur. Bu
oluyor ki, Güneşin arkasındaki yıldızlar olduğu yerden bir mm’nin altındaki
bir değerle kayma gösteriyor. Ama o zamanlarda Astronomlar çok meşgul olduğu
için bu soruya cevap verememişlerdir. Daha sonra çıkan 2.Dünya Savaşı
yüzünden de bu probleme çözüm bulanamadı.
Ama Işığın eğrilmesi olayı daha sonra Astronomlar arasında büyük bir
rekabete neden olacaktır. İlk önce herhangi bir eğrilme saptanamamışsa da
daha sonra Eddington adındaki Astronomun yaptığı ileri gözlem ve teknik
analiz sonucunda eğrilmenin bir mm’nin altında olduğu saptanmıştır. Sonuçlar
Isaac Newton’ın heykelinin altında açıklandığında, Isaac Newton’ın Evren
modeli de bu nedenle çökmüş oluyordu. O zamanın En büyük Gazetesi Newyork
Times’ın Manşeti de şöyleydi; Isaac Newton’ın Evreni çöktü. Isaac Newton’ın
Yerçekimi denklemi küçük cisimler için örneğin Ay gibi cisimlerde doğru
değer verirken, büyük cisimler örneğin Güneş gibi cisimlerde de Einstein’ın
denklemi doğru değer vermektedir. Isaac Newton’ın Yerçekimi teorisi genel
bir teoridir; ama kısa mesafeler üzerinde de doğru olduğu ortaya konuldu.
Washington Üniversitesinden bir bilim adamı Yerçekimini 50 mikrona kadar
ölçtüğünde, Isaac Newton’ın hala doğru olduğunu belirtti. Sonuç olarak
modern fizikte Yerçekimi, Isaac Newton’ın belirttiği üzere bir kuvvet değil
Einstein’ın tanımına göre eğikliktir. Daha sonra ise Einstein, Dünya çapında
tanınan büyük bir fizikçi olmuştur. Einstein mutluluğunu halkın önünde
şapkasını havaya atarak gösterirdi.
Ama bu mutluluk Einstein’ı hiçbir zaman magazin malı yapmamıştır. Einstein
daha sonra halkla sevincini paylaşmak için büyük bir gemiyle bile dünya
turuna çıkmıştır. Bu tur esnasında da Einstein her yerde insanlar tarafından
büyük bir coşkuyla karşılandı. Einstein için artık Nobel Ödülünü alma zamanı
gelmiştir. Einstein, ışığın dalga boyunda değil de paketçikler halinde
ilerlediğini öne sürmüştür. Hatta Einstein, ışık fotonunun ince bir levhaya
çarptığında metaldeki elektronu koparabileceğini belirtmiştir. Bu olaya da
Einstein, Fotoelektrik Etki demiş ve bu nedenle de fizik kitaplarını tamamen
değiştirmiştir. Nobel Ödülü Einstein’a Fotoelektrik Etki denen bu
çalışmasına verilmiştir. Einstein’ın Genel ve Özel Görecelilik teorisi çok
fazla kuramsal bulunduğu için Nobel Komitesi tarafından bu çalışmalar göz
önünde bulundurulmamıştır. Einstein, Nobel Ödülünün bir kısmını da boşandığı
eski eşine vermiştir.
Einstein, Fotoelektrik Etki denen Teorisinde Max Planck’ın ‘’h’’ denilen
sabitinden yararlanmıştır. Planck, ‘’h‘’ sabitini 6,626.10-34 olarak
hesaplamıştır. Fotoelektrik Etki Teorisi şöyle izah edilir; Herhangi bir
dalga boyundaki ışık bir metal levhaya çarptığında bu metal levhadan bir
elektron koparır. Ama bu elektronun koparılması için de bu ışığın
enerjisinin çok yüksek olması gerekmektedir. Örneğin; bir morötesi ışık bir
kırmızı ışıktan daha fazla enerjik olduğu için morötesi ışık bu elektronu
koparabilir. Kırmızı ışığın ise bu elektronu koparmaya gücü yetmemektedir. O
zamanlar ışığın dalga boyunda olduğu bilinmektedir.
Ama Işık dalga boyunda olduğu zaman metal levhadan elektron koparılmayacağı
o zamanlarda teorik olarak hesaplanmıştır. Einstein, eğer ışık metal
levhadan bir elektronu koparabiliyorsa o zaman ışığın dalga boyu biçimi
hatalı olmalıdır demiştir. Einstein bunu düzeltmek için de Işığın foton
denilen parçacıklarla taşındığını belirtmiştir. Daha sonra ise Einstein,
ışığın metal levhadan elektron koparabileceğini teorik olarak da
ispatlamıştır.
Bu teoriye göre de; Bir foton bir metal levhaya çarptığında metal levhadaki
elektronlara enerji yükleyerek bir üst yörüngeye çıkmasını sağlar. Eğer bu
fotonun enerjisi çok yüksek olursa elektron metal levhadan da ayrılabilir.
Bunun olması için de ışığın morötesi şekli olmalıdır. Fotoelektrik Etki, bir
bilim adamı tarafından da ispatlanarak Einstein’ın bir kere daha doğru
söylediği kanıtlanmıştır. Einstein’ın Fotoelektrik Etki teorisi Kuantum
Mekaniğine yapılan en büyük katkıdır. Şu an kullanılan Manyetik Rezonans
görüntüleme sisteminin ve Pet taramasının bize oldukça büyük faydası
bulunmaktadır.
Bu teknolojiler bizim defalarca muayeneye girmemize engel olarak bizim için
çok büyük faydalar sunmaktadır. Bunların işlemesi de Kuantum Mekaniği
sayesinde mümkün oluyor. Ayrıca bugün kullanılan bilgisayar çiplerinin
üretiminde de Kuantum Mekaniği kullanılmaktadır. Eğer bugün çok hızlı
bilgisayarları kullanabiliyorsak bunlar hep Kuantum Mekaniği sayesinde
mümkün oluyor. Bugün ise Kuantum Mekaniği başarısını katlayarak geleceğe yol
almaktadır. Bu teknolojiyi tetikleyen ise Max Planck ve Einstein’dır.
Einstein daha sonra Bohr tarafından ileri sürülen Kuantum Mekaniğinin atom
seviyesine indirgenmiş haliyle ilgilenmiştir. Ama Einstein’la Bohr arasında
bu konuda tatlı bir atışma yaşanmıştır. Bu atışma Einstein’ın Bohr’a ‘’Tanrı
zar atmaz’’ demesiyle başlamıştır. Bu da Einstein’ın Bohr tarafından ileri
sürülen Kuantum Mekaniğinin yeni versiyonuna şüpheyle yaklaştığının bir
göstergesidir.
Ama Bohr’da Einstein’a Tanrının zar atıp atmayacağını sen bilemezsin diyerek
Einstein’a karşı kendi Kuantum Mekaniğini savunmuştur. Bence Einstein’ın
bunu söylemesinin temelinde kendini büyütme ve yüceltme yatmaktadır.
Einstein, Evrende solucan deliklerinin olabileceğini ve bunun da
Matematiksel denklemini öğrencisi Nanth’la birlikte oluşturmuştur. Bu
solucan deliklerinin bilim camiasındaki adı ise, Einstein-Rosen köprüsüdür.
Einstein, ışığın dışarıdan uyarılabileceğini söylemiş ve de şimdi
kullandığımız Lazerin bulunuşu da Einstein’a aittir. Einstein’ın Buzdolabını
belki de duymuşsunuzdur! Einstein, zamanın buzdolaplarının çok yavaş
soğuttuklarını gözlemlemiş ve bu sorunu aşmak için de buzdolaplarında
soğutucu gaz olarak Bütanın kullanılabileceğini bir proje olarak
oluşturmuştur.
Daha sonra da Einstein bu projenin patentini almıştır. Bilindiği üzere
Bütan, gazlar içinde çok hızlı buharlaşan bir kimyaya sahiptir.
Buzdolaplarındaki soğutma teknolojisi de buharlaşma esasına dayanmaktadır.
Kısacası bir gaz ne kadar hızlı buharlaşırsa etraf o kadar hızlı soğur. Buda
buzdolaplarının çok hızlı soğutması demektir. Örneğin, bu olayı önce bütan
gazını sıvılaştırıp daha sonra bu sıvı bütanı bakır veya herhangi bir metal
kaba döktüğümüzde görebiliriz. Sonuçta ise, sıvı bütan hemen
buharlaşacaktır. Ama çok daha hızlı buharlaşmasını istiyorsak, bu kaptaki
sıvı bütana üflememiz yeterlidir. Sonuçtada bu metal kap buzla
kaplanacaktır. Bu proje ileriki zamanlarda uygulandı mı bilinmiyor ama
Einstein’ın bu projesi Patent ofisinin tozlu raflarında durmaktadır.
Einstein son yıllarında Elektromanyetik kuvvetle Yerçekimini birleştirmeye
çalıştı.
Yani bugün Büyük Fizik Teorisyenlerinin peşinden koştuğu Büyük Birleşme
Teorisinin önünü açan ilk insandır. Einstein bu birleştirmeyi yapamadan 1955
yılında Abd’deki Brooklyn Yahudi Hastanesinde öldü. Einstein öldüğünde beyni
açılmış ve beynin Matematikle ilgili lobu Normal İnsanlara göre daha büyük
olduğu anlaşılmıştır. Fiziğin devi olan Einstein, bize Evrenin o karmaşık
yüzünü kolayca anlayacağımız bir şekle çevirdi. Einstein’a İsrail tarafından
Cumhurbaşkanlığı talebi iletilmiş ama Einstein bu isteği kabul etmemiştir.
ABD 2.Dünya savaşına girdiğinde gemileri Alman denizaltıları ve Manyetik
bombalar tarafından büyük bir yara almıştı. ABD başkanı Roosevelt tarafından
Einstein’a bu Manyetik bombalardan nasıl kurtulabiliriz diye danışılmış ve
Einstein’da bunun bir Matematik hesabının olmadığını bunun deneme yanılma
yoluyla çözülebileceğini söylemiştir.
Çözüm yollarını şöyle sıralamıştır:
Geminin etrafı Manyetik bir sargıyla sarılacak ve bu sargıya elektrik
verildiğinde büyük bir Elektromanyetik kuvvet elde edilebilinir. Böylelikle
de Manyetik bombalar yapışamaz birbirlerini iteklemiş olurlar diyerek
Einstein, ABD hükümetine destek olmuştur. Şu anda insanoğlunun kullandığı
Gps, Einstein’ın bize armağanıdır. Gps yer belirleme sisteminin yeryüzündeki
herhangi bir noktayı belirleyebilmesi için 4 adet uyduya ihtiyacı vardır. Bu
uydular her saniye Einstein’ın Genel Görecelilik denklemini kullanıyor.
Genel Görecelilik Teorisinde belirtildiği üzere Kütlenin uzağında zaman daha
hızlı geçmektedir.
ABD tarafından araştırılan bu konu Legos 1 ve Legos 2 uyduları tarafından da
doğrulanmıştır. Yine sırf Einstein’ın denklemlerini çökertmek için 10 milyar
dolara Cern denilen bir makine kuruldu. Cern de Protonlar ışık hızının ancak
%99’una ulaştırılabilindi. Bu parçacıklar ışık hızına ulaştırılamadı.
Nedeni ise, Einstein’ın belirttiği üzere kütlesi olan bir cisim hiçbir zaman
ışık hızına ulaşamaz. Çünkü bir cisim hızlandığında kazandığı kinetik enerji
kütle artışı olarak cisme geri dönüyordu ve cisim olduğundan daha fazla
ağırlaşıyordu. Örneğin çok büyük cisimler Uzayı çok fazla eğeceği için
üzerindeki yerçekimi kuvvetide çoktur. Uzaydaki Karadelikler ise, bu
tanımdan hareketle çok büyüktür ve yerçekimleri de çok kuvvetlidir.
Eğer, İki Karadelik çarpışacak olursa yerçekimi dalgaları Uzayda yankılanır.
Bilim adamları bu yerçekimi dalgalarını bulmak için Hannover’da bir
Yerçekimi Dalga Tespit İstasyonu kurdu.
Bu yerçekimi dalgaları çok küçük ölçekte olacağı için örneğin atom boyutunda
olacağı için, Bilim adamları bu istasyondaki Lazerlere güveniyor. Lazerler
ise, bu çok küçük olan atom boyutundaki yerçekimi dalgalarını bularak bir
esneme oluşturacak. Ama şu ana kadar bu yerçekimi dalgaları bulunamadı. Ama
Bilim Adamları 2014 yılında Uzaya Lisa adında 3 adet Yerçekimi Dalga
Reseptörünü göndererek bu sayede Yerçekimi dalgalarını bulma peşinde.
Lisa adındaki 3 adet Yerçekimi Dalga Reseptörü şöyle çalışacak:
Dalga Reseptörleri aralarında lazer kullanarak Uzayda üçgen oluşturmak
suretiyle birleşecek ve Dünyayla birlikte ilerleyerek Dünyanın Güneş
Etrafındaki yörüngesini takip edecek. Daha sonra da Dalga Reseptörleri,
lazerleri yardımıyla Dünyanın Uzayda yarattığı eğriliği hesaplayacak.
Böylelikle de Einstein’ın Yerçekimi Denklemi doğrulanmış olacak. Bir de
Einstein’ın ünlü denklemi E=mc2 formülü, Atom fiziğiyle uğraşan bilim
adamları tarafından denendi. Bütün denenmelerde de bu denklem doğru çıktı.
Daha sonra da bu formülün belirttiği üzere Enerjinin Maddeye dönüşümü ilkesi
Cern’deki LHC(Büyük Hadron Çarpıştırısı)’de sınandı. Burada da bu dönüşümün
olabileceği kesinliğe kavuştu. Bu da Big Bang’in gerçektende İnsanoğlunun en
büyük başarısı olduğunu gösteriyor. Einstein bütün düşüncelerinde hep
haklıydı. Hala da haklılığı devam etmektedir. İnsanoğlu Einstein’ın
denklemlerini her zaman denemiş ama sonuçta Einstein’ın denklemleri her
zaman doğru çıkmıştır. Einstein’ı zafere ulaştıran ana etmen ise, Mantığını
Matematikle birleştirmesiydi. Hatta bu yüzden de Einstein’ın saçları
bembeyaz olmuştur. Düşünerek kilo veren iki insan tanıyorum; Bunlardan biri
Isaac Newton diğeri ise Einstein’dır. Eğer, Einstein yaşamış olsaydı ben ona
şu soruyu sorardım: Teorilerin hakkında nasıl bu kadar emindin?
Kütleçekim Dalgaları Neden Önemli?

Bilgecan Dede
Onca haberde çıktı, insanlar konuşuyor, Einstein’ı anıyorlar, heykellerini
vandalize ediyorlar. Nedir bu kütleçekim dalgası? Deney nasıl yapıldı?
Karl Schwarszchild, Einstein’ın 1915’te yayınladığı makaledeki eğrilik
denklemlerinin aynı sene içinde çözümlerini buldu. Schwarszchild’in
çözümlerine göre Einstein’ın Genel Görelilik Teorisi karadeliklerin
varlığını öngörüyordu.
Bir bilgi: Karadelik, belgesellerde ve medyada bahsedildiği gibi bir “delik”
veya “tekillik” değildir, çok küçük alana sıkışmış çok büyük bir kütledir.
Güneş’in kütlesini alın, bir insan boyutuna sıkıştırın, heh bir karadelik
elde ettiniz. Ama insanımız tekillik haline gelmedi, halen bir boyutu var.
Einstein’ın Genel Görelilik Teorisi, uzay ve zamanın bir eğrilik olduğunu
söylüyordu. Aynı bir çarşaf gibi. İki kütle koyuyordunuz bu çarşafın
üzerine, iki kütle de uzay ve zamanı eğeceğinden, eğer kütleler çok
uzaktalarsa Newton’un dört yüz yıl önce bulduğu ters kare yasasına uyuyordu.
Ama, eğer kütleler çok yakın ve büyüklerse Newton’un yasası geçerli değildi.
Genel Görelilik Teorisinin deneysel kanıtı Einstein’ın makalesinden kısa bir
süre sonra Merkür’ün yörüngesinden geldi. Merkür Güneş’e çok yakın
olduğundan, Güneş’in kütlesinin yarattığı eğrilikten çok fazla etkilenmişti.
O yüzden, Newton’un ters kare yasası Merkür’ün yörüngesi için yanlış
sonuçlar vermişti, ama Einstein yardıma yetişti.
Peki kütleçekim dalgası? 19.yy sonlarına doğru son biçimini almış olan
klasik elektromanyetizmden, ivme yapan yükün radyasyon yaptığını biliyoruz.
Bu tür ışımayı neredeyse her gün kullanıyoruz. Radyo dalgaları, mikrodalga
fırın, WiFi vs. Einstein’ın teorisinden, ivme yapan, ama hareketi simetrik
olmayan kütlelerin de benzer şekilde bir ışıma yaptığı çıkıyordu.
Mesela, iki aynı kütleli gezegen birbiri etrafında dönüyorsa, simetriktir ve
kütleçekim dalgası yaymaz. Eğer bu dönen gezegenler bir anda birbirine
çarparsa ya da aynı kütleli değillerse kütleçekim dalgası yayar. Asimetri,
temel mantık (kütlecekim dalgaları dördüncü -quadrupole- momente bağlıdır).
Ama bu ışıma ya da dalga, elektromanyetik dalgaya göre çok çok zayıftır.
Elektromanyetik dalganın genliğini çok büyük ölçüde değiştirebilirsiniz, ama
bu yeni tip kütleçekim dalgalarının genliği, dalgayı yaratan kaynağa bağlı
olarak ortalama 10^-15 ile 10^-25 metre mertebesinde olabiliyordu. Bir
atomun ortalama boyunun angström (10^-10 m) kadar olduğunu hatırlatalım.
Atom çekirdeğinin ortalama boyutu da 10^-15 m mertebesinde. Nasıl
ölçeceksiniz ki bu kadar küçük dalgayı?
Uzun süre insanlar böyle bir dalganın olmadığını ileri sürdüler. 1957’de
yapılan bir sempozyumda, kütleçekim dalgasının gerçek olmadığını söylediler
ve ölmüş Einstein’ın arkasından konuştular. Sonrasında, bu kütleçekim
dalgasını dolaylı yoldan ölçmeye çalıştılar. 1974’te, bir ikili nötron
yıldızı sisteminin yaydığı radyo dalgalarının, kütleçekim sonucu değişimine
bakarak kütleçekim dalgasını ilk olarak dolaylı biçimde ölçtüler. Bu
buluşları sonucu Russell Hulse (U of Texas, Dallas) ve Joseph Taylor
(Princeton U) 1993’te Nobel ödülü kazandı. Buluş, kütleçekimi dalgalarının
varlığını kanıtlıyordu ama halen radyo dalgasına bakarak ölçmeye
çalışılıyordu. kütleçekimi dalgasını direkt olarak nasıl ölçebilirsiniz?
1980’lerde Kip Thorne (Caltech), Ronald Drever (Caltech) ve Rainer Weiss (MIT),
kütleçekim dalgalarını direkt ölçmek için LIGO projesini başlattılar. Bu
proje uzun seneler ve bir sürü üniversitenin katılımı ile sonunda 2015’te
yerçekimi dalgalarını direkt olarak dedekte etti. Arada, BICEP projesi de
2014’te kütleçekim dalgalarını bulduklarını öne sürdüler. Ama sonradan, bu
buldukları dalganın sadece tozdan etkilendiği ortaya çıktı.
1) Kütleçekim dalgasını ölçmek için neden nötron yıldızı, karadelik gibi
sistemlere bakıyoruz?
Çünkü, eğer laboratuvarda alelade iki kütleyi, mesela iki tane Kim
Kardashian’ı birbirine çarpıştırırsak ve yeni Kim Kardashian elde edersek,
bu olay iki karadeliğin çarpışmasına göre çok daha az kütleçekim dalgası
yaratır ve karadelik için zaten zor olan kütleçekim dalgasını ölçmek
imkansızlaşır. Yani Kim Kardashian kullanmak iyi bir fikir değil. İkili
karadelik, ikili nötron yıldızı sistemi gibi muazzam kütleli cisimler uzay
zamanı çok fazla büker ve dedekte etmesi daha kolay olur. İki karadeliğin
birleşme olayı uzay zaman çarşafı için tam bir kabustur. Ancak bunu bile
detekte etmek çok zordur.
Bu iki karadeliğin kütlesi de çok büyük değil. Birinin kütlesi, Güneş’in
kütlesinin 36, diğerinin kütlesi Güneş’in kütlesinin 29 katı. Birleşmeden
sonra ortaya çıkan büyük karadeliğin kütlesi de Güneş’in kütlesinin 62 katı.
29+36 = 62? Aradaki 3 Güneş kütlesi kadar fark işte bu enerjiye dönüşen
kütle.
29, 36 Güneş kütleleri bildiğimiz karadeliklere göre normal büyüklükte
karadelikler anlamına geliyor. Mesela Samanyolu’nun merkezinde olduğu
düşünülen karadeliğin kütlesi Güneş’in kütlesinin 4.1 milyon katı!
2) BICEP ile LIGO arasındaki fark nedir?
BICEP kozmik arka ışımanın (büyük patlamadan sonra oluşan ışıma)
polarizasyonunu dedekte etmeye çalışır. 2014’te kozmik arka ışımanın
polarizasyonunun değişmesine bakarak bunu yanlış bir biçimde kütleçekim
dalgası olarak yorumladılar. LIGO ise, kütleçekim dalgasını direkt olarak,
lazer ışınları ile ölçer ve interferometre denilen bir alet kullanılır.
Lazer ışını, ikiye ayrılır ve sonra kendisi ile girişim yapması sağlanır.
Eğer bu ayrılan dalga ile dalganın kendisi aynı fazda ise girişim
birbirlerini yok edecektir. Eğer bu iki lazer dalgası farklı fazda ise, bunu
gözlemleyeceğiz. Peki dalgaları nasıl farklı fazda yapacağız? Lazerin yoluna
kütle koyarız, kütleçekim dalgasından dolayı uzay-zaman değişir, bu kütleler
hareket eder, ışık hızı sabit olacağından lazerin fazı değişir.
Fotoğrafta LIGO'nun gözlem üslerinden birini görüyorsunuz.
Bunun ses dalgaları ile kolayca nasıl çalıştığını görebilirsiniz. Bir boruyu
suyla doldurun ve yukarıdan ses dalgası gönderin. Suyun derinliği
değiştikçe, borudaki sudan yansıyan ses dalgası sesin kendisi ile yapıcı ya
da yıkıcı girişim yapar.
3) Neden önemli bu keşif?
Önemi, 17 yy’da bulunan teleskobun icadı kadar önemli. Einstein’ın Genel
Görelilik Teorisi ile Kuantum Mekanik bir türlü birleşmiyor. Bunun için,
muazzam kütleli karadelikler hakkında daha fazla bilgi lazım. Ama
karadelikler bir ışık yaymadığı için, sürekli dolaylı olarak gözleniyor.
İşte, etrafındaki cisimlerin hareketine bakılıyor, yapacağı “imza” ışımalar
dedekte edilmeye çalışılıyor vs. Şimdi, artık karadeliklerde tam olarak
neler olduğunu görebiliyoruz. Bu da Kuantum Kütleçekim Teorisi için daha
fazla deneysel data demek.
4) Genel görelilik teorisinin kanıtı mıdır?
Evet, kütleçekim dalgalarının keşfi Einstein’ın Genel Görelilik Teorisi’nin
güçlü bir kanıtıdır, ama bu “Einstein’ın teorisi sonunda kanıtlandı” demek
değil. Genel Görelilik Teorisi (ve Özel Görelilik Teorisi) geçtiğimiz
yüzyılda defalarca ve defalarca deneysel olarak sınanmıştır. Teori
yayınlandıktan birkaç sene sonra deneysel olarak kanıtlandı Genel Görelilik!
Şu anda GPS aletleri Genel Görelilik teorisini kullanır.
5) Yapım aşamasında, 10^-20 metre gibi ekstrem hassasiyetler gerektirmesi
sonucu, bu ayna yapımında Heisenberg Belirsizlik İlkesini göz önüne katmak
gerekti. Öyle ya, konumu 10^-20 m’ye duyarlı yapmak istiyorsan, momentumun
kesinliğinden kaybedeceksin. Lazer ışınları için bu momentum belirsizliği
önemli.
6) İlgilenenler için makalenin kendisi burada. Physical Review Letters (PRL)
gibi paragöz bir dergi bu olayın makalesini beleşe verdi ve PRL bir süre
çöktü. Bu satırların yazarı böyle bir olaya ilk kez tanık oluyor. https://dcc.ligo.org/…/LIGO-P150914%3ADetection_of_GW150914…
7) Dedekte edilen kütleçekim dalgası:

8) LIGO’nun şematiği de aşağıdaki gibi. Nasıl çalıştığını anlamak için madde
(2)‘ye alalım sizi.

Volta, Napoleon’a bir icadını sunduğu zaman, Napoleon “peki şimdi bu ne
işime yarayacak” der. Volta da, “yeni doğmuş bir bebek ne işe yarıyorsa o
işe yarar” cevabını verir. Şimdi, elimizde uzay-zamanı ve büyük cisimleri
gözlemlemek etmek için yeni bir alet var. Kütleçekim ve Kuantum Teorisi’ni
birleştirmek için çok güçlü bir alete sahip olduk. Teleskobun icadından
sonra bilimin ne kadar ilerlediğini bir düşünün.
------------------------------------------------------------------------
Yerçekimsel dalgaların keşfedilmesine Albert Einstein’ın
tepkisi!
‘Söyleşi’: Jacob Aron, Exclusive: Einstein reacts to discovery of
gravitational waves, New Scientist
Çeviri: Edip Uyar
-Hey Al, n’olduğunu tahmin et. Araştırmacılar iki kara deliğin
birleşmesinden kaynaklanan yerçekimsel dalgaların ilk işaretlerini
keşfettiler. Bu da senin görelilik teorine ait son öngörünü doğruluyor; çok
heyecanlı değil mi?
Eğer bana yerçekimsel dalgaların mevcut olup olmadığını sorarsan, bunu
bilmediğimi söylemeliyim. Fakat bu son derece ilginç bir mesele[1].
-Tam da bundan bahsediyorum adamım; sonunda onları buldular! Neler
hissediyorsun?
Bir teori kendi varoluşu için ihtiyaç duyduğu gerekçelendirmeyi çok sayıdaki
tekil gözlemlerle kurduğu ilişkilerin gerçekliğinde bulur, ve o teorinin
“hakikati” de tam da burada yatar.
-Bu baya sert oldu. Beni biraz geri götürsene, sen 1910’larda yerçekimsel
dalgaları çalışırken hayat nasıldı?
Bilimsel olarak, biraz ara veriyorum. Yerçekimsel dalgalarla birlikte, son
zamanlarda ışığın salınımı ve emilimiyle ilgili olan kuantum teorisi, ve
ışıktaki yükselmenin nedenleri üzerine incelemeler yaptım.
-Meşgul olmak iyidir. Aslında yerçekimsel dalgalarla ilgili olan göreliliğe
dair 1916’da yayınladığın ilk makalende bir hata bulduğunu ve bu meseleyi
1918’de yeniden ele aldığını duydum.
Yerçekimsel dalgaların nasıl yayıldığıyla ilgili olan bu önemli soruyu bir
buçuk yıl kadar önce bir akademik makalede inceledim. Fakat, daha önceki
sunumum yeterince açık olmadığı ve dahası hesaplamalarda üzücü bir hatayla
gölgelendiği için bu meseleye geri dönmek zorundaydım.
-Hepimiz hata yaparız. Ama şunu bir dinle, sen hayattayken çok az kişinin
varolduğuna inandığı kara delikler de aslında göreliliğin bir sonucu. Senin
zamanında yerçekimsel dalgalar için nasıl bir araştırma yapıyordun?
Dünya ve Güneşin dönüşleri bile dinamik yerçekimsel dalgalar yaratıyor; tam
da bu yüzden Ay ve iç gezegenlerimiz var. Bu duyarlı göstergeler gözlem
sınırının altında kalıyor.
-O zamanlar fazla bir umut yoktu öyleyse. Peki bu yerçekimsel dalgalar tam
olarak nedir?
Sana ilgili makaleyi göndereceğim; oldukça hoş.
-Teşekkürler, ama ben Einstein değilim; bunu bana denklemler olmadan
açıklayabilir misin?
Bunu daha büyük bir memnuniyetle yaparım, zira teorinin -ne yazık ki- görece
daha karmaşık olan matematiksel biçiminin onun basit (ve doğal) fiziksel
içeriğini gölgelemekle tehdit etmesi gibi apaçık bir tehlike söz konusu.
-Yapıştır!
Genel görelilik teorisinin yerçekimsel denklemlerinin yaklaşık bir
birleştirme yönteminin bizi yerçekimsel dalgalara doğru götüren yolu açtığı
pekala biliniyor[2].
-Hmm, sanırım benim en başa dönmem gerekecek.
Onu gerçekten okuyup okumayacağını bilemem ama sana genel görelilik
teorisinin açıklandığı yazının bir kopyasını gönderiyorum.
-Teşekkürler. Göreliliğin son öngörüsü de doğrulandığına göre, şimdi sırada
ne var?
Öyle görünüyor ki daha da tamamlanmış bir kuantum teorisi, yerçekimi
teorisine dair bir değişikliği beraberinde getirebilir.
-Diğer bir ifadeyle, daha işimiz bitmedi. Söyleşi için teşekkür ederim Al,
bir zevkti.
*Not: Albert Einstein’ın çalışma arkadaşlarından Leopold Infeld’in kitabı
Quest: An Autobiography [1] ve Albert Einstein’ın Nathan Rosen’la birlikte
yazdığı makale, On gravitational waves [2] dışında Einstein’a atfedilen
bütün yanıtlar doğrudan The Collected Papers of Albert Einstein’dan
alıntıdır.
----------------------------------------------





Zamanda yolculuk mümkün değil mi?
26 Temmuz 2011
Tek bir fotonun ışık hızından daha hızlı gidemediğini gösteren bilim
insanları, zamanda yolculuğun imkansız olduğunu kanıtladı.
Bundan yaklaşık on yıl önce bilim insanları bir fotonun ışık hızını
geçebileceği fikrine kapılmış ve dünyayı heyecan sarmıştı. Oysa Einstein'ın
'trafik yasası' ışık hızının geçilemeyeceğini ifade ediyordu. Görünen o ki,
kazanan Einstein ve O'na inanan bilim insanları oldu.
Hong Kong Üniversitesi Bilim ve Teknoloji araştırma takımından Du Shengwang,
fotonun ya da ışık biriminin, ışık hızından daha hızlı gitmemesinin,
Einstein tarafından ortaya atılan 'trafik yasası' teorisine uyduğunu
söyledi. Bu da bilim kurgu filmleri dışında zaman yolculuğunun imkansız
olduğunu ortaya koydu.
Du, konuya ilişkin şu açıklamada bulundu:
"Einstein'ın ortaya attığı ışık hızının evrenin trafik yasası olduğu
teorisinin, ya da basit bir dille hiç birşeyin ışıktan hızlı yolculuk
edemeyeceği teorisinin doğruluğunu kanıtladık."
Ortaya 10 sene önce atılan zaman yolculuğunun yapılabilir olduğu iddasına
inanmadığını ifade eden Du, daha önce hiç denenmemiş olan bir deney yaptı.
Fotonun ışıktan hızlı gitmediğini kanıtlamak amaçlı yola çıkan Du ve ekibi
fotonun, yani ışık biriminin hızını ölçtü. Fotonun ışık hızından daha hızlı
olmadığını ve 10 sene önce bunu iddia eden bilim adamlarının ise göz
yanılmasına kandıklarını belirtti.
Du, ayrıca bu bulguların bilim insanlarının kuantum fiziği hakkında
bildiklerini de etkileyebileceğini ifade etti. (Ed: Bulgulara ve bilimsel
bir ispata rağmen bizim hala ümidimiz var. Belki de ışık hızını geçmeye
gerek kalmadan zamanda yolculuk yapılır bir gün.)
-------------------------------------------------------------
Solucan Deliği Nedir? Zamanda Yolculuk
Yapılabilir mi?
Christopher Nolan’ın gişe rekorları kıran yeni bilimkurgu filmi Interstellar,
uzayda ışıktan hızlı yolculuğa ve zamanda geçmişe seyahate izin veren
solucandeliği fiziğini kitlelerle tanıştırıyor ve bu açıdan popüler bilimin
yaygınlaşmasında önemli bir rol üstleniyor. Solucandeliği fiziği üzerinde
uzman olan fizikçi Kip Thorne’un filmin hem danışmanlığı hem de
yapımcılığını üstlenmesi, Interstellar’ın dünyanın en gerçekçi bilimkurgu
filmi olmasını sağlıyor. Peki, Hollywood’un elinden çıkan bu film gerçekte
ne kadar gerçekçi? Sonuçta solucandelikleri karadelikler gibi gerçek hayatta
görülen gökcisimleri değil, bunun yerine şimdilik sadece kâğıt üzerinde var
olan teorik nesneler. Popular Science Türkiye, Interstellar fiziğini masaya
yatırdı.
Interstellar filminin en büyük özelliği, karadelikleri Einstein’ın görelilik
teorisine uygun olarak görselleştiren ilk yapım olması. Bugüne kadar başta
Amerikalı aktör Morgan Freeman’ın sunuculuğunu yaptığı Solucandeliğinin
İçinden belgeseli olmak üzere hiçbir astrofizik yapımı, kendi çevresinde
dönen aktif süper kütleli karadelikleri bu kadar gerçekçi olarak
canlandırmamıştı. Kip Thorne, Interstellar filmi için özel hazırladığı
matematik denklemleriyle bunu başardı.
Birçok sahnesinde Kubrick’in 2001 Bir Uzay Efsanesi filminden esinlendiği
görülen Interstellarda dünya uygarlığının küresel ısınmaya bağlı iklim
değişikliği sebebiyle çöküşü anlatılıyor. Toprağın tarımsal değeri hızla
azalıyor, açlık ve nüfus artışı insan türünün geleceğini tehdit ediyor.
Bilinen anlamda hükümetlerin ortadan kalktığı yeni dünyada özel girişimciler
başka gezegenlere yerleşmek için devrimsel uzay gemileri inşa ederek gözünü
uzak yıldızlara dikiyor. Kip Thorne’un tasarladığı solucandelikleri ise
filmde astronotların başka galaksideki yaşanabilir bir gezegene birkaç
dakika içinde ulaşmasını sağlıyor.
Yaşanabilir dünyalar arayışında
Kip Thorne’un solucandeliği macerası aslında çok daha eskiye uzanıyor.
Thorne solucandelikleriyle ilgili kapsamlı formüller yayınladığı 2009
tarihli makalesinden uzun yıllar önce karade-lik fiziğiyle ilgili çalışmalar
yürütüyordu. Kozmos belgeseli ile 80’lerde kitleleri popüler bilimle
tanıştıran ünlü astronom Cari Sağanın yazdığı Mesaj (Contact) isimli romanın
film uyarlaması için gereken ilk solucandeliği konseptini de Kip Thorne
hazırlamıştı.
Bu açıdan bakıldığında Interstellar’ın, 70’li yıllarda Mars’ta hayat aramak
için gönderilen Viking sondalarını yöneten ekibin bir parçası olan Cari
Sagan’m uzayın keşfi mirasını yaşattığını söylemek mümkün. Sağan, Kozmos
belgeselinde galaksiyi hayali bir uzay gemisiyle keşfe çıkmıştı. Belgeselin
bu yıl yayınlanan yeniden çevriminin sunuculuğunu üstlenen Neil deGrasse
Tyson da yeni görsel efektler ve bilimsel gelişmeler ışığında aynı yolculuğu
tekrarladı. Interstellar filmindeki uzay gemisi ise Kozmos belgeselinden
farklı olarak, uzak galaksilere ulaşmak için Evren’de kestirme tüneller açan
solucandeliklerin-den yararlanıyor. Işık hızını aşmadan ışıktan hızlı
yolculuğa izin veren solucandelikleri, astronotların milyarlarca ışık yılı
uzağa birkaç saniye içinde erişmesine izin veriyor. Ancak solucandelikleri
şimdilik sadece kağıt üzerinde mümkün görülüyor.
Solucan Delikleri nedir?
Solucandelikleri ya da teknik adıyla Einstein-Rosen köprüleri, Evrendeki iki
uzak noktayı birbirine bağlayan kestirme tüneller olarak tanımlanıyor (tıpkı
dağın çevresinden dolaşmak yerine içinden geçen bir tünel gibi. Ancak
solucandelikleriyle ilgili son araştırmalar çok daha ilginç sonuçlara işaret
ediyor:
Victoria Üniversitesi ve Washington Üniversitesi ile MIT araştırmacıları (Kristan
Jensen, Andreas Karch ve meslektaşları), 2012-2013 yıllarında yayınladıkları
iki ayrı makalede solucande-liklerinin uzayda ve zamanda birbiriyle dolanık
olan karade-liklerden oluştuğunu öne sürdüler. Bu teoriye göre
solucandelikleri kuantum dolanıklığına giren iki kara deliği birbirine
bağlıyor. Interstellarda görülen Gargantua’nın da süper kütleli bir
karadelik olduğu düşünüldüğünde, bu son gelişme filmi süsleyen görsel
efektlerin fiziğini açıklamak açısından büyük önem taşıyor. Bugüne kadar
Evren’de solucandelikleri gözlemlenmedi ama genel görelilik denklemleri
solucandeliklerine izin veren geçerli çözümler içeriyor.
Bağlı karadelikler
Kip Thorne filmin sahne arkası detaylarını anlatan kısa videoda, “Ne
solucandelikleri ne de karadelikler Hollyvvood filmlerinde gerçekte
göründüğü gibi betimlenmemişti” diyor. “İlk kez bu filmde Einstein’ın genel
görelilik denklemlerine uygun bir tasvir yapıldı.” Kip Thorne bu noktada
karadeliklerin güçlü kütleçe-kim alanıyla ışığı bükerek bir mercek etkisi
yaratmasından söz ediyor. Nitekim astronomlar teleskoplarla
gözlemlenemeyecek kadar uzak olan galaksileri süper kütleli karadelikler
veya daha uzak galaksi kümeleri sayesinde görebiliyor. Karadeliklerin
kütleçekim alanı, yıldız ışığını büken bir büyüteç gibi davranarak
galaksilerin görüntüsünü büyütüyor ve astronomların daha uzağı görmesini
sağlıyor.
Filmde geçen Gargantua da yaklaşık iç güneş sistemi büyüklüğünde olan bir
süper kütleli karadelik. Süper kütleli karadelikler, galaksilerin merkezinde
yer alıyor ve güçlü kütleçekim alanıyla galaksi diskini bir arada tutuyor
(teleskoplarla gözlemlenen yüz milyarlarca yıldız, bugünkü keşiflerle
binlerce gezegen ve sayısız toz bulutu Samanyolu Galaksisinin diskinde yer
alıyor).
Neden filmde süper kütleli bir karadelik kullanıldı?
Solucandelikleri aslında iki kara deliği birbirine bağlayan bir tünelse
filmde üç karadelik olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bunlardan ikisi
solucandeliği tünelinin giriş ve çıkış ağzını oluşturuyor. Üçüncüsü ise
Gargantua adlı süper kütleli karadelik. Sonuçta solucandelikleri uzay-zamanı
bükerek Evrende kestirme bir tünel açıyor. Karadelikler de uzay-zamanı büken
güçlü kütleçekim alanları oluşturduğu için bilim insanları solucandelikleri
ile karadelikler arasında akrabalık olduğunu düşünüyor. Ancak, filmdeki öte
gezegene ışık ve hayat veren Gargantuanın yıldız büyüklüğünde değil de
galaksilerin merkezinde görülen türden süper kütleli bir karadelik olarak
tasarlanmasının özel bir sebebi var.
Fizikte karadelikler yıldız kütleli ve süper kütleli olmak üzere iki ana
türe ayrılıyor. Galaksilerin merkezinde yer alan süper kütleli
karadeliklerin çapı yüz milyonlarca, belki milyarlarca kilometreye
ulaşırken, yıldız kütleli karadeliklerin çapı 25 km ile birkaç yüz kilometre
arasında değişiyor. Filmde yıldız kütleli küçük bir karadelik kullanılsaydı
öte dünyanın bu kara deliğe çok yakın bir yörüngede dönmesi gerekirdi. Bu
durumda karadeli-ğin kütleçekim alanının yarattığı güçlü gelgit dalgalan
gezegeni parçalar, karadeliğin içine çeker veya uzayın derinliklerine
fırlatırdı. Oysa süper kütleli bir karadeliğin olay ufku (yüzey alanı) çok
geniş olduğu için gezegenler bu tür karadeliklerin çevresinde parçalanmadan
dönebiliyor. Dolayısıyla üzerinde hayat olmayan bir gezegen, Gargantuaya
sadece birkaç milyon kilometre mesafedeki kararlı bir yörüngede dönebilirdi.
Işık saçan karadelik
Filmdeki en sorunlu yanlardan biri, Gargantua gibi aktif süper kütleli bir
karadeliğin etrafında dönen yaşanabilir gezegen olması: Aktif karadelikler
uzaydaki gaz ve toz bulutlarını kendine çekiyor. Karadeliklerin çekimine
kapılan madde merkezkaç kuvvetinin etkisiyle karadeliklerin ekvator
düzleminde sarmallar çizen bir birikim diski oluşturuyor (Gargantua da kendi
etrafında neredeyse ışık hızında döndüğü için çevresinde girdaplar oluşturan
bir birikim diski var). Birikim diskindeki gazlar sürtünme nedeniyle aşırı
ısınıyor ve diskin iç kısımlarının sıcaklığı ıo milyon dereceye ulaşıyor. Bu
da birikim diskinin zararlı X ışınları yaymasına yol açıyor. Öte yandan, bir
kısım madde de kendi çevresinde dönen karadeliğin oluşturduğu güçlü manyetik
alan çizgilerini takip ederek karadeliğin kutuplarına ulaşıyor ve
karadeliğin içine düşmek yerine, kutuplardan dışarı doğru ışık hızının yüzde
99’uyla yol alan parçacık jetleri halinde uzaya püskürüyor.
Kısacası Gargantuanın yaydığı ölümcül X ışınları ve gama ışınları ile
yörüngesindeki bütün gezegenleri yakıp kavurması, hatta milyonlarca
kilometre uzaktaki dünyaları bile radyasyonla zehirlemesi gerekirdi (gama
radyasyonu karadaki canlıları güneşin zararlı ışınlarından koruyan ozon
tabakasını yok ediyor). Peki, filmde yapay olarak üretildiği düşünülebilecek
olan bu karadelik adının tersine uzayda nasıl ışık saçıyor?
Gargantuanın ışık saçması filmin hikayesi açısından çok önemli: çünkü bu
karadelik astronotların ziyaret ettiği yabancı gezegene ısı ve ışık
sağlıyor, fakat normal şartlarda hiçbir karadelik bir gezegene istikrarlı ve
yeterli ölçüde ışık sağlayamaz. Bunun sebebi ise Gargantuanın yaydığı ışığın
“ışığı bile yutan” karadelikten değil, kara deliği saran birikim diskinden
kaynaklanıyor olması. Nitekim filmde Gargantuanın Eski Mısırdaki Ranın gözü
gibi parladığı görülüyor. Gargantuanın ekvator düzleminden geçen ve
Satürn’ün halkalarına benzeyen parlak bir birikim diski var. Bir de
Gargantuanın çevresini saran küre şekilli bir ışık halkası bulunuyor ama bu
bir göz aldanması. Gargantuanın güçlü çekim alanı uzay-zamanı çarpıtıyor ve
birikim diskinin ışığını da kara deliği saran parlak halkalar halinde
büküyor.
Zamanda yolculuk
Interstellar filminin alametifarikası solucandelikleri ise, filmin ana
teması da zamanda yolculuk. Filmdeki solucandeliği astronotların hem
milyarlarca ışık yılı uzağa kısa sürede erişmesini sağlıyor hem de geçmişe
yolculuk etmesine izin veriyor. Ancak, uzayda solucandelikleri açarak
geçmişe yolculuk etmek imkansız olduğu için solucandeliklerinin neden sadece
teoride işe yaradığını birkaç başlık altında incelemek gerekiyor.
Her şeyden önce solucandelikleri, kendine çok yaklaşan cisimleri bir daha
dışarı çıkmamak üzere yutan ve merkezindeki tekillikte parçalayarak yok eden
karadeliklerden oldukça farklı özellikler içeriyor. Solucandelikleri-nin
içine giren astronotlar Evrenin uzak köşelerinde ortaya çıkabiliyor, fakat
bunun için solucandeliklerinin uzay-zamanı bükerek kestirme bir yol
oluşturması gerekiyor. Bilim insanları bunu göstermek için Evren’i bir kâğıt
yaprağı olarak resmediyor ve kağıdın üzerine tükenmezle iki nokta çizerek bu
noktaları uzun bir çizgiyle birleştiriyor.
Oysa hayal gücü bununla sınırlı değil. Kâğıdı tam ortasından ikiye
katlayarak iki noktayı üst üste getirmek ve kağıdı noktaların birleştiği
yerden delmek de mümkün. Solucandelikleri Evren’de işte bu tür kestirme
tüneller açıyor. Bu durumda solucande-liği tünelinde yürüyen bir kişi
aslında ışık hızından çok daha yavaş bir hızda hareket ediyor, belki saatte
4 km hızla adım atıyor. Ancak solucandeliğinin içindeki hareketi Evrenle
karşılaştırıldığında, uzay yolcusunun attığı her adım milyonlarca ışık
yılına karşılık geliyor. Filmdeki uzay gemisi de ıo milyar ışık yılı
uzaktaki galaksiye bu mantıkla sadece birkaç dakika içinde erişim sağlıyor.
Mikroskobik solucandelikleri
Kip Thorne, Endurance adlı uzay gemisinin içinden rahatça geçebilmesi için
filmdeki
solucan deliğini 2 km genişliğinde tasarladı. Ancak, Virginia merkezli
Ulusal Havacılık ve Uzay Enstitüsünden gökbilimci Sten Odenwald bunun büyük
bir sorun oluşturduğunu düşünüyor. Odenwald astronotların solucandeliği
tüneline girerken hayatta kalması için büyük bir solucandeliği tasarlamak
gerektiği konusuna katılıyor, ama Evren’de büyük çaplı solucandelikleri
olduğuna inanmıyor ve “(Thorne’un) solucandeliklerinin dışarıdan
bakıldığında disko topuna benzediği” görüşüne katılmadığını ekliyor.
Odenvvaldin böyle düşünmesinin nedeni ise Evren’de doğal solucandelikleri
olduğuna dair bir ipucu bulunmaması. Her ne kadar fizikçi Leonard Susskind
kuantum fiziğinde uzaktan etkiyi (dolanıklık) parçacıkları birbirine
bağlayan mikroskobik solucandelikleriyle açıklasa da bunların varlığı henüz
kanıtlanmadı. Ancak, doğada mikroskobik solucandelikleri olsa bile
astronotların bu kadar küçük tünellerin içine sığması olanaksız. Bu durumda
geriye yapay solucandelikleri oluşturmak kalıyor. Peki Evrende astronotların
içinden geçebileceği kadar büyük solucandelikleri açmak mümkün mü? Bilim
insanları bunu başarsa bile tüneller ne kadar süreyle açık tutulabilir?
Teorik olarak Evren’de büyük ve uzun ömürlü solucan delikleri açmak mümkün
olsa da pratikte bunu başarmak mümkün görünmüyor.
Anında yok oluyor
Bunun sebebi fizikteki enerjinin korunumu yasası. Enerjinin korunumu yasası
uyarınca Evrendeki toplam enerji miktarı değişmiyor. Tıpkı nötr bir atomun
pozitif yüklü protonları ile negatif yüklü elektronlarının sahip olduğu
karşıt yüklerin birbirini sıfırlaması gibi Evrenin toplam enerjisi de sıfır
olarak hesaplanıyor. Evrenin toplam enerjisi sıfır olduğu için uzayın
genişlemesine yol açan negatif enerji (aslında negatif basınç) ile
karadelikleri oluşturan pozitif enerji (kütleçekim) birbirini dengeliyor.
Gerçi Evrenin tamamı dikkate alınacak olursa bu dengenin birkaç milyar yıl
önce bozulduğu görülüyor. Karanlık enerjinin kaynağı olarak düşünülen
negatif basınç Evrenin gittikçe hızlanarak genişlemesine yol açıyor.
Karanlık enerji milyarlarca ışık yılına ulaşan büyük mesafelerde etkisini
gösteren doğal bir olay, ancak bilim insanları karanlık enerjinin ne
olduğunu henüz bilmiyor. Öte yandan uzayda Casimir etkisinden yola çıkarak
negatif basınç oluşturmak ve bir solucandeliği açmak mümkün ama Evrenin
toplam enerjisinin sabit olması, yani devridaim makineleri gibi yoktan
enerji üretmenin veya enerjiyi yok etmenin imkansız olması bunu engelliyor.
Öncelikle termodinamik yasaları enerjinin tamamını işe dönüştürmeye izin
vermiyor ve enerjinin bir kısmı atık ısı olarak uzaya kaçıyor. Aynı nedenle
Casimir etkisi ile uzayda bir solucandeliği açmak zorlaşıyor. Yüzde ıoo
randımanla çalışmayan bu sistem solucandeliği açmak için yeterli enerji
üretemiyor.
İkinci sorun ise bizzat Evrenin toplam enerji miktarını korumak için bunu
yasaklıyor olması. Solucandeliği tüneli açmak için vakumda negatif basınç
uygulandığında Evren toplam enerjiyi korumak üzere karşıt pozitif enerji
üretiyor. Böylece solucandeliğinin ağzını açık tutmak için kullanılacak
negatif basınç (kütle itim kuvveti) solucandeliğinin ağzım kapatarak onu
standart bir kara deliğe dönüştürmek isteyen pozitif enerji (kütleçekim
kuvveti) tarafından engelleniyor. İşte bu nedenle filmdeki gibi büyük ve
uzun ömürlü bir solucandeliği açmak imkansız. Bilim insanları bütün
solucandeliklerinin mikroskobik enerji patlamalarıyla anında yok olacağını
düşünüyor.
Geçmişe seyahat
Solucan delikleriyle zaman yolculuk etmenin iki yolu bulunuyor. Bunlardan en
basiti (!) solucandeliği tünelinin çıkış ağzını uzayda ışık hızına yakın bir
hızda hareket ettirmek, ardından tüneli at nalı gibi bükerek giriş ağzıyla
çıkış ağzını yan yana getirmek. Bu durumda solucande-liğine giren kişi
tünelin bükülme şekli ile yönüne bağlı olarak zamanda geçmişe veya geleceğe
yolculuk edebilir (ışık hızına yaklaşan cisimlerde zaman Dünyâya göre
yavaşlıyor). Ancak Kip Thorne, Interstellar’ın senaryosu gereği diğer
yöntemi kullandı: Solucandeliğinin öbür ucunda kendi çevresinde ışık hızına
yakın bir hızda dönen ve güçlü çekim alanıyla uzay-zamanı büken süper
kütleli karadelik Gargantua var. Gargantua’nm güçlü kütleçekim alanı
solucandeliğinin uzak ucunda zamanın Dünyâya göre daha yavaş geçmesini
sağlıyor. Böylece solucandeliğiyle Dünyâya geri dönen kişi geçmişe seyahat
edebiliyor. Filmdeki Teserakt -4 boyutlu hiperküp- işte bu şekilde
gelecekten insanlığın geçmişine mesaj göndermeyi sağlıyor.
Ancak astrofizikçi Matthevv Bailes’in belirttiği üzere, bir karadeliğin
tünelin çıkış ağzında zamanı büyük ölçüde yavaşlatabilmesi için hem
solucandeliğinin hem de astronotların keşfettiği Dünyanın karadeliğin olay
ufkunun tam kenarında bulunması gerekiyor. Olay ufkunda ölümcül gelgit
dalgalarına yol açmayan süper kütleli karadeliklerde bu sorun değil; fakat
aktif karade-liklerde bu durum, aym zamanda Dünyanın Güneşe 150 milyon km
uzakta olmak yerine birkaç yüz kilometre mesafede olmasına benzer bir etki
yaratıyor. Gargantua da Güneş gibi ısı ve ışık saçtığı için söz konusu öte
gezegen karadeliğe o kadar yakın olsa yanıp kül olurdu. Bu sebeple filmin
senaryosu mantıksal hatalar içeriyor, ancak bunun için Kip Thorne’u suçlamak
yanlış olur. Interstellar tümüyle gerçekçi olsaydı seyircinin beğenisini
kazanan bir senaryo ortaya çıkmazdı. Interstellar filmi bilimsel gerçekler
ile bilimkurgu arasındaki ince çizgide yürüyor.
Zaman paradoksu
Zamanda geçmişe yolculuk, bir kişinin geçmişe gidip babası doğmadan önce
büyükbabasını öldürmesi gibi mantıksal paradokslara yol açıyor. Sonuçta
büyükbabasını öldüren kişi hiç doğmayacağı için geçmişe giderek
büyükbabasını öldürmesi de imkansız oluyor! Ancak Kip Thorne,
solucandelikleriyle ilgili 2009 makalesinde bu kısır döngünün ötesine
geçerek solucandelikleriyle geçmişe yolculuğun neden imkansız olduğunu
inceledi.
Kuantum fiziğindeki “klonlama yok” teoremi Evrende geçmişe gitmeyi
yasaklıyor ve bu yasak da doğrudan enerjinin korunumu yasasına bağlı. Her ne
kadar bir kişinin çocukluk hali ile yaşlılığı farklı olsa da (yemek yemek
gibi doğal süreçlerle insan vücudundaki atomların sayısı ve türü zamanla
değişiyor) Evren’deki toplam enerji miktarı değişmiyor. Oysa
solucandelikleriyle geçmişe yolculuk etmek Evrenin gelecekteki toplam
enerjisini geçmişe taşımak anlamına geliyor. Evrenin toplam enerjisi
değişmeyeceği için geçmişe yolculuk etmek de Evrenin enerjisini ikiye
katlamayı, yoktan enerji yaratmayı ve bu durumda lokal enerji alanının
kusursuz bir kopyasını çıkarmayı gerektiriyor (klonlama). Kip Thorne işte bu
yüzden solucandeliği kullanan bütün zaman makinelerinin çalıştıkları anda
büyük bir patlamayla yok olacağını söylüyor. Thorne’un belirttiği gibi
geçmişe yolculuk, vakumdaki kuantum salınımlarını geçmişe kopyalamak demek
ve filmde zamanda yolculuğun basit bir mesajla sınırlanmasının nedeni de bu.
Gerçeğinden daha güzel
Filmin gişe hasılatı rekoru kırması için yürütülen büyük bütçeli tanıtım
kampanyaları bir yana, Interstellar’ın gönüllerde taht kurmasının bir sebebi
var. O da Nolan’ın insanoğlunun keşif ve merak duygusuna hitap eden çekici
bir senaryo yazmış olması. Ancak, bugünkü bilimsel gelişmeler ışığında
Evren’i keşfetmek için Stargate dizisindeki yıldız geçitleri gibi
solucandelikleri kullanmanın imkansız olduğu görülüyor. Oysa küresel
ısınmaya bağlı iklim değişikliği ve canlıların soyunun tükenmesi, insan
uygarlığını tehdit eden ciddi birer risk olarak ortaya çıkıyor. Her ne kadar
günümüzde yakın yıldızlara yolculuk ederek başka dünyalar aramak mümkün
olmasa da insanoğlunun önümüzdeki 40 yılda Mars’a yerleşmesine kesin gözüyle
bakılıyor. Son olarak Turkcell Teknoloji Zirvesine katılan fizikçi Michio
Kaku’nun belirttiği gibi Marsa yerleşmek, asteroit çarpışması gibi bir
felakette insan türünün devamlılığını sağlayacak olan bir hayat sigortası
olarak kabul edilebilir. Kaku, Dünyadaki insanlar yok olsa bile
Marstakilerin hayatta kalacağını söylüyor.
Ancak uzaya insan göndermek de kolay değil. 1967 Apollo 1, 1986 Challenger
ve 2003 Columbia uzay mekiği kazalarından 2014 Virgin Galactic kazasına
uzanan yaklaşık 50 yıllık uzay uçuşları tarihinde pek çok pilot ve astronot
hayatını kaybetti. Uzay kazaları hükümetlerin kamuoyundaki rahatsızlığın
etkisiyle özel sektörü desteklemesini zorlaştırıyor. Son olarak Kasım ayında
uzay turizmine yatırım yapan Virgin Galactic’in SpaceShipTvvo adlı roket
uçağı yere çakıldı ve kazada bir test pilotu ölürken diğeri yaralandı. Uzay
yolculukları riskli olduğuna göre zengin turistleri veya cesur kaşifleri
uzaya göndermeye değer mi? Güneş sistemini robot sondalarla keşfetmek ve
Mars kaynaklarım robotlarla Dünyaya getirip gezegenimizde çevre kirliliğini
önlemek Mars’a yerleşmekten daha güvenli olmaz mı?
İşe Güneş Sistemi’yle başlamak
Radyo sinyallerini tarayarak dünya dışı uygarlıkları keşfetmeyi amaçlayan
California merkezli SETİ Enstitüsünden astronom Seth Shostak, bu soruları
şöyle yanıtlıyor: “Tarih bize keşiflerin uzun vadeli sonuçlarının hem
insanların kafa yapışım hem de toplumsal yapıyı kökten değiştirdiğini
gösterdi. Kolomb gibi insanlar olmasaydı bugün çoğumuz hâlâ toprak
kölesiydik.”
Buna rağmen Shostak, uzayın solucandelikleriyle keşfedilmesine gerek
olmadığı kanısında: “Dünyada işler sarpa sarar ve gezegende hayatın geleceği
tehlikeye girerse bunun cevabı güneş sistemini kolonileştirmektir. Mars’a ve
belki de asteroitlere yerleşmemiz gerekebilir, özellikle de dev yörünge
istasyonlarında yaşayabiliriz.” Odenvvald ise bu konuda çok daha iddialı:
“Elimizdeki üç kuruşluk parayla yapmamız gereken şey güneş sisteminin her
köşesini kolonileştirmektir! Güneş sistemini New York şehrine dönüştürmek
istiyorum, tamam mı?”
Odenwald’ın vahşi kolonileştirme yaklaşımı, Mars’ın da bir gün Dünya gibi
kirli ve kalabalık bir gezegene dönüşebileceğini gösteriyor. Ancak,
insanoğlunu bilinmeyen uzak yıldızlara göndermek yerine Mars gibi insan
hayatım destekleyebilecek olan güvenli bir yere göndermenin daha mantıklı
olduğu da bir gerçek. Odenvvald, “İnsanoğlu soytükenişin eşiğinde olsa bile,
7 ila 10 milyar insanın birkaç şanslı kişiyi hayata elverişli olup olmadığı
bilinmeyen uzak bir gezegene göndermeyi ve bu uğurda yüz yıl alacak bir
yolculuğu finanse etmeyi isteyeceğini mi sanıyorsunuz?” diye soruyor.
Gerçekçi bilim
Bu açıdan bakıldığında Interstellarin kitleleri popüler bilimle tanıştırmak
açısından önemli bir rol üstlendiği görülüyor. Ancak bu film, özünde
Hollyvvood’un görkemli bir senaryoyla para kazanmak istemesinin bir ürünü.
Odenvvald insanoğlunun Güneş Sistemini kolonileştirmeye ikna edilmesi
gerektiğim düşünüyor, fakat bunun için Sandra Bullock’ın rol aldığı Gravity
gibi uzay yolculuğunun risklerini gösteren daha gerçekçi filmleri tercih
ediyor. Öte yandan Interstellar solucandelikleri, karadelikler, zamanda
yolculuk ve ışıktan hızlı yolculuk gibi konuları gençlere tanıtmak açısından
önemli bir role sahip. Yine de filmin asıl başarısı beklenmedik bir yönden
geliyor.
Interstellar, 165 milyon dolar bütçeli bir Hollywood yapımı ve 2015 yılında
yerini yeni filmlere bırakmak üzere işlevini tamamlamış olacak. Ancak teorik
fizikçi Kip Thorne, aynı zamanda “Interstellarin Bilimi” adlı bir kitap
yazdı. Thorne, popüler bilim okurlarına hitap eden bu kitabın ardından
solucandeliği fiziğini açıklayan yeni bilimsel makaleler yayınlamaya
hazırlanıyor. Sonuçta bu tür öncü çalışmaların, bir gün insanoğlunun Evrenin
uzak bölgelerine kısa sürede yolculuk etmesini sağlayacak olan
solucandelikleri oluşturmak için gereken teknolojinin önünü açacağını
düşünüyor.
Nitekim başta fizikçi Brian Greene’in her yıl düzenlediği Dünya Bilim
Festivalinin sponsorları olmak üzere birçok örnekte, bilim insanlarının
araştırmalarına fon bulmak için modern medyanın olanaklarından yararlandığı
görülüyor. Halkın beklentisi ise biraz daha farklı: İnsanlar bu zengin
kaynakların, popüler bilimi yaygınlaştırmanın ve medyatik fizikçilere kitap
satışlarıyla para kazandırmamn yanı sıra temel bilimlere de ciddi katkılarda
bulunmasını istiyor. Bu bağlamda Interstellar, Hollyvvood’un “Gerçekçi
filmler de gişe rekorları kırabilir mi?” sorusundan yola çıkarak ticari bir
deneme yaptığını gösteriyor. Odenvvald işte bu nedenle Interstellar’ı tüm
eksiklerine karşın destekliyor, bu tür yapımların bilimsel gelişmeyi teşvik
edeceğine inanıyor.
ZAMANDA YOLCULUK VE PARADOKSLAR
Yazan: Müge ALANKUŞ
Tarih: 14 Ocak 2011
Bilim kurgu yazan neredeyse her yazar günün birinde zaman yolculuğu temasına
ucundan kıyısından da olsa bulaşır. Hatta birçok fantastik kurgu yazarı bile
bu temanın çekiciliğinden kaçamamıştır. Konu başta cazip gelse de, zaman
yolculuğunu hakkıyla işlemek bataklık kumunda yürümeye benzer, nereye
bastığını bilmeyen yazar dibe batmaya mahkûmdur. Peki, nedir bu temayı bu
kadar büyük bir zorluk haline getiren? Zaman yolculuğu paradoksları! Henüz
zaman yolculuğunu başaramadığımız için bu sorundan kalıcı olarak
kurtulamasak da, bu yazıda zaman yolculuğu hakkındaki paradokslar üzerinde
duracağız. Zaman yolculuğu mümkün müdür sorusu ise bu yazının konusunun
dışında kalıyor.
Öyleyse paradoks nedir? Paradoks kelimesiyle lise çağlarında
karşılaştığınızı tahmin ediyorum. Gençler biraz da düşünmeyi öğrensin diye
haftada bir yapılan şu felsefe derslerinde… Xenon’nun kaplumbağa paradoksu
veya Giritli Epimenides’in “Bütün Giritliler yalancıdır.” sözü yeterli
çağrışımı yapacaktır sanıyorum. Eski Yunanca’da para “karşıt, karşı”, daxos
ise “fikir, düşünce” anlamına geliyormuş. Paradoks kelimesinin TDK’daki
tanımı ise “Düşünceler arasında tartışmaya açık, kesin bir yargı içermeyen
karşıtlık.” Bu tanıma uygun olarak paradokslarda aynı anda iki şeyin birden
doğru olduğunu görürüz, karşıtlığı yaratan nokta da budur.
Aslında bu yazıyı yazma fikri Doktor Who’nun paradoks içeren bölümleri
hakkında bir yazı okumamla başladı. 47 yıldır zaman yolculuğundan bahseden
bir dizinin paradoks içermeyen bir tane bile bölümü olmaması mümkün değildi
tabii. Araştırmayı derinleştirince paradoksların da çeşitleri olduğunu
gördüm. Paradoks isimlerinin Türkçe’sini bulamadım, çevirilerini ben yaptım
diyebilirim, o yüzden terimlerin Türkçe karşılığı varsa beni
bilgilendirirseniz sevinirim.
Bu yazıyı mümkün olduğunca az spoiler vererek yazmak istesem de bazı
kitaplar ve dizilerdeki örnekler anlatmak istediklerimi iyi karşıladığı için
onları kullanacağım. Bu nedenle hazırlıklı olmanızı tavsiye ediyorum.
Bootstrap paradox: Bootstrap isim olarak konç, yani çizmenin arkasına
dikilen deri parçası, fiil olarak da kendi çabalarıyla bir yere gelmek
anlamında kullanılıyor. Bu terimdeki “imkansızı başarmak” anlamı da Baron
Munchausen’in, bir hikayesinde kendisini bataklıktan kendi konçlarından
çekerek kurtardığını anlatmasına dayanıyor. Kim kendi kendini çizmesinden
tutup kaldırabilir ki?
Daha modern bir açıklama gerekirse, bilgisayarı “boot etmek” deyimini
duymuşsunuzdur. Boot bilgisayarın işletim sisteminin yüklenmesini sağlayan
bir küçük programcıktır aslında. Fakat buradan şöyle bir soru doğuyor:
İşletim sistemini bu program yüklüyorsa, öyleyse boot programını ne
yüklüyor?
Sonik Tornavida
Paradoksun en meşhur örneklerinden birini verelim: Bir bilim adamının
karşısına kendi gelecekteki hali çıkar, ona gelecekte zaman makinesini
bulduğunu söyler, nasıl yapılacağını anlatır, şemaları bırakır ve gider.
Bunun üzerine bilim adamı makineyi yapmaya başlar, bittiğinde geçmişe gidip
kendi geçmişteki haline zaman makinesinin şemasını teslim eder. Döngü bu
şekilde sürüp gider, fakat sorun şudur: Zaman makinesini ilk kim bulmuştur?
Bu durum, işin içine bir nesne girdiğinde daha ilginç hale gelir. Doctor
Who’nun The Big Bang bölümünde bu paradoksa güzel bir örnek bulabiliriz. Bu
bölümde Doktor sadece sonik tornavidası ile açılabilen Pandorica adlı bir
kutuya hapsedilir. Doktor gelecekten gelerek Rory’e sonik tornavidasını
verir ve ondan Pandorica’yı açıp kendisini kurtarmasını, yerine de Amy’yi,
Amy’nin cebine de tornavidasını koymasını ister. Doktor geleceğe gider ve
çocuk-Amy’yi Pandorica’nın sergilendiği müzeye gelmesi için ikna eder,
çocuk-Amy’nin Pandorica’ya dokunması ile kutu açılır. Doktor, Amy’nin
cebinden tornavidayı alır ve geçmişe gidip onu Rory’e verir. Bu durumda,
tornavida ilk nereden gelmiştir?
Hepimizin çok sevdiği Back to The Future filmindeki Johnny B. Goode parçası
da bir Bootstrap paradoksu sayılabilir. Marty’nin zamanında şarkı çoktan
yazılmış ve meşhur olmuştur, Marty şarkıyı bu yüzden bilmektedir. Fakat
Marty şarkıyı baloda çaldığında şarkı henüz yazılmamıştır ve Chuck Berry
şarkıyı müzik grubunun üyesi olan kuzeni ona dinletince öğrenir. Bu durumda
şarkıyı ilk kimin yazdığı anlaşılamamaktadır.
Grandfather paradox: Büyükbaba ya da kısaca Dede paradoksu
diyebiliriz. Aslında bu paradoks zaman yolculuğu dendiğinde ilk akla
gelendir. Eğer geçmişe gidip kendi dedemi öldürürsem benim de var olmamam
gerekir, fakat ben hiç doğmazsam asla zaman makinesine binip dedemi
öldüremem. Bu durumda dedem ölmeyeceği için benim de doğmuş olmam gerek. Şu
durumda dedem de ben de hem ölü hem de diri oluyoruz.
Yine Back to the Future‘dan örnek vereceğim; Marty 1955 yılında babasını
araba kazasından kurtarınca anne ve babasının karşılaşmasını engellemiş
olur. Bu nedenle kendi varlığı tehlikeye girer. Bunu önlemek için anne ve
babasının okul balosunda öpüşmesini sağlaması gerekmektedir. O önemli an
yaklaştıkça Marty’nin kardeşlerinin fotoğraftan birer birer kayboluşunu ve
Marty’nin varlığını koruma çabalarını izleriz.
Bu paradoks için önerilen iki çözüm yolu var: Alternatif evren teorisi ve
İç-tutarlılık prensibi. Alternatif evren teorisine göre, geçmişe
gittiğinizde vardığınız nokta sizin evreninizin geçmişteki hali değil,
alternatif bir evrendir. Böyle bir durumda kendi dedenizi öldürseniz bile
sizin gerçekliğiniz değişmeyecektir. Bence bu çözüm başka soruları
beraberinde getirmektedir. Mesela, alternatif gerçeklikte sizden bir tane
daha olmadığı ne malum? Yolculuk ettiğiniz alternatif evrenin gerçekliğine
müdahale etmiş olmayacak mısınız?
İkinci çözüm önerisi ise evrenin bu olaya izin vermeyeceği yönündedir, yani
geçmişe gitseniz bile olayları değiştirmeniz mümkün değildir. Diyelim ki
elinizde silahla dedenizin karşısına çıktınız; ya silah patlamayacak, ya siz
ıskalayacaksınız, ya biri sizi durduracak, ya da dedenizi vursanız bile bir
şekilde ölümden dönecek demektir. Rus fizikçi Ivan Novikov bu çözümü
destekleyen prensibini 80’lerin ortasında önermiştir. Novikov’un self-consistency
(iç-tutarlılık) prensibine göre geçmişteki bir olayı değiştirecek, paradoks
yaratabilecek herhangi bir olayın gerçekleşme olasılığı sıfıra eşittir.
Her ne kadar biraz farklı ve tersine bir örnek olsa da; Lost‘un Flashes
Before Your Eyes adlı bölümünde (Desmond Hume’un geçmişe zaman yolculuğu
yaptığı bölüm) Eloise Hawking kırmızı ayakkabılı adamın öleceğini bildiği
halde bu durumu durdurmamıştır. Desmond sorduğunda, onun ölmesine şimdi izin
vermese bile başka bir şekilde mutlaka öleceğini belirtmiştir. Desmond da
gördüğü flashforwardlar sayesinde Charlie’yi birçok kez ölümden kurtarmış
fakat sonunda “No matter what i try to do… you are gonna die Charlie” (Ne
kadar çabalasam da sonunda öleceksin Charlie) diyerek ölmesine izin
vermiştir.
Doctor Who‘nun birçok bölümünde diğer tip paradokslarla karşılaşsak da, Dede
paradoksuna şiddetle karşı çıktığı bir bölümü vardır. Last of the Time Lords
bölümünde The Master’ın Tardis’i paradoks makinesine dönüştürmesi ile
zamanın sonundan son insanlar şimdiki zamana gelmiş, kendi atalarını öldürüp
dünyayı ele geçirmişlerdir. Doktor kontrolü ele aldığında ise evren,
paradoksun yarattığı hasarları giderebilmek için her şeyi paradoks öncesi
durumuna döndürmüştür.
Predestination paradox: Nedensellik döngüsü, veya Kader paradoksu diye
adlandırabiliriz. Bu paradoksta kahraman, geleceği “kurtarmak” için geçmişe
gitmesi gereken bir döngüye girer; geleceğin kendi bildiği şekilde
gerçekleşmesi için kendi bildiği geçmişi yaratmak zorundadır. Fakat bu durum
özgür irade ile çelişir, çünkü kişinin gelecekteki varlığı geçmişteki
varlığını sağlayabilmesine bağlıdır. Kader paradoksunda neden ve sonuç bir
döngü içindedir ve hangi olayın neden, hangi olayın sonuç olduğunu anlamak
mümkün değildir.
Mesela trafik ışıklarından geçerken dalgınlıkla yola atladınız, tam bu
sırada birisi sizi paltonuzdan tutup kaldırıma geri çekti ve bu sayede
ölümden döndünüz. Sizi kurtaran kişiyi göremediniz. Seneler sonra evinizin
bodrumundaki gizli bir geçitte geçmişe açılan bir kapı buldunuz ve tam da
olayın geçtiği zamana geri döndünüz, kendinizi gördüğünüzde aslında
arkanızda sizi kurtaracak şimdiki kendinizden başka kimsenin olmadığını fark
ettiniz ve müdahale etmezseniz öleceğinizi gördünüz. Geçmişteki kendinizi
paltosundan çekerek arabanın altında ölmekten kurtardınız ve geçmişteki
gizli kahraman aslında siz oldunuz.
Ülkemizde de yayımlanmış olan Alacakaranlık Kuşağı dizisinin Cradle of
Darkness bölümünde Hitler’i henüz bebekken öldürerek durdurmak isteyen bir
zaman yolcusu 1889 yılına gider. Bu yolcu görevini başarır fakat Hitler’in
annesi başka bir bebeği Hitler’in yerine koyarak kendi çocuğuymuş gibi
büyütür ve bu çocuk ileride Hitler olur. Zaman yolcusu aslında bunu
gerçekleştirmek için geçmişe yolculuk yapmıştır.
Harry Potter
Yazımızın başında fantastik kurgu yazarlarının da bu konuya bulaştığını
söylemiştik, bir örnek de Harry Potter ve Azkaban Tutsağı‘ndan geliyor. Bir
göl kenarında etrafı Ruhemicilerle sarılıyken gölün karşı kıyısındaki
birinin büyüsüyle ölümden dönen Harry, o sırada kendini kurtaran büyücüyü 12
yıl önce ölen babasına benzetir. Geçmişe gittiğinde son ana kadar babasının
ortaya çıkmasını bekleyen Harry, zaman yolculuğundan önceki hali karşı
kıyıda ölmek üzereyken sonunda kimsenin gelmeyeceğini ve daha önce gölün
karşısında aslında kendini gördüğünü anlar, yaşına göre ileri seviyedeki
büyüyü yapıp kendini kurtarır. Bunu nasıl başardığı sorulduğunda ise
“yapabileceğimi biliyordum, çünkü zaten yapmıştım,” der.
Bilim kurgu yazarı Robert Heinlein burada bahsettiğim Bootstrap ve Kader
paradokslarını kullanarak yazdığı “All You Zombies” ve “By His Bootstraps”
hikâyeleri ile bence zaman yolculuğu fikriyle yazılabilecek en başarılı
hikâyelerden ikisini ortaya çıkarmıştır. Bu hikâyelere ek olarak zaman
yolculuğu ile ilgili kitaplar okumak isterseniz aşağıya birkaç öneri yazdım.
Bazıları burada bahsettiğimiz paradoksları içerirken diğerleri bunlardan
bağımsız bir şekilde derdini anlatıyor.
Zaman Makinesi – H.G. Wells
Zamanda yolculuk ve zaman makinesi fikrinin kitlelere ulaşmasını sağlayan,
bilim kurgu dendiğinde ilk akla gelen romanlardan biri
Mezbaha No:5 – Kurt Vonnegut
Kendi hayat çizgisi üzerinde kontrolü dışında yolculuk yapan Billy
Pilgrim’in hikayesi
Gece Yarısını Dört Geçe (Umacılar) – Stephen King
Korkunun kralı zaman yolculuğuna farklı bir yaklaşım getirmiş.
İşte O Adam – Michael Moorcock
İsa ile tanışmak için zamanda yolculuk yapan bir adamın hikayesi
Anubis Kapıları – Tim Powers
Philip K. Dick ve Science Fiction Chronicle ödüllü benzersiz bir zaman
yolculuğu romanı
Zaman Yolcusunun Karısı – Audrey Niffenegger
İstemsizce zamanda yolculuk yapan Henry ve eşi Clare’in aşk hikayesi
Doomsday Book – Connie Willis
Geçmişi daha iyi anlayabilmek için tarihçilerin geçmişe yolculuk
yapabileceğini düşünün! Hugo ve Nebula ödüllünü almayı başaran kitaplardan
biri daha…
The End of Eternity – Isaac Asimov
Asimov’un Vakıf serilerinin öncüsü sayılabilecek, paradokslara farklı
yaklaşan bir kitap
The Accidental Time Machine – Joe Haldeman
Yanlışlıkla sadece geleceğe yolculuk edebilen bir zaman makinesi icat eden
bir adamın maceraları
The Door into Summer – Robert Heinlein
Yine Heinlein ve yine zaman yolculuğu, nişanlısından ve ortağından kazık
yemiş bir adamın geçmişe gidişi anlatılıyor.
ZAMANDA YOLCULUK MÜMKÜN MÜ?
(Yeni Yazılar, Mayıs 2013)
Geçtiğimiz haftalarda, İran’da “zaman makinesi” icat ettiğini iddia eden bir
teknikerin dünya basınında geniş yer bulması üzerine çeşitli mecralarda,
zaman yolculuğu konusundaki tartışmalar tekrar alevlendi. Çekiciliği
oranında arzulanan bir mesele olan zamanda yolculuk, insanların gündemini
işgal edecek gibi. Peki, üzerinde bu kadar dikkat toplayan zamanda yolculuk
meselesi nedir, hakikaten zamanda ileri veya geri gitmek mümkün müdür?
— Haydar Şahin – İstanbul Üniversitesi Bilimsel ve Sosyal Araştırmalar
Kulübü —
Bir dönemin bilimkurgu romanlarına ve filmlerine fazlaca konu olmuş bir
başlık hakkında fikrimiz kadar yargılarımız da olacaktır. Çoğunlukla zamanda
yolculuk denildiğinde aklımıza “Geleceğe Dönüş” filminden Dr. Brown’un
arabası ve süper teknolojik araçlar gelir. Ancak, zaman kavramını doğru bir
şekilde algılamadığımız sürece, konu üzerine söylenecek sözlerin bir anlamı
kalmayacaktır. “Zaman nedir, geçmiş ve gelecek şimdi kadar gerçek midir,
bugünle geleceğin bağlantısı nedir, zamanda sıçramalar mümkün müdür” gibi
birtakım sorular konumuzun temelinde bulunuyor ve yazımız bunun üzerine
şekillenecek.
Geçtiğimiz haftalarda, İran’da “zaman makinesi” icat ettiğini iddia eden bir
teknikerin dünya basınında geniş yer bulması üzerine çeşitli mecralarda,
zaman yolculuğu konusundaki tartışmalar tekrar alevlendi. Ancak konunun
medya kuruluşları tarafından bilimsel bir analizden çok flaş haber şeklinde
sunulması, insanlığın arayışlarını artırmanın ötesinde törpüleyici bir durum
yaratacağa benziyor. Çekiciliği oranında arzulanan bir mesele olan zamanda
yolculuk, insanların gündemini işgal edecek gibi. Peki, üzerinde bu kadar
dikkat toplayan zamanda yolculuk meselesi nedir, hakikaten zamanda ileri
veya geri gitmek mümkün müdür?
Bilim insanlarının yaptığı araştırmalara göre, zamanda ileriye gitmek teorik
olarak mümkün. Yirminci yüzyılın başlarında Einstein’ın yaptığı çalışmalar,
bilim dünyasında büyük bir etki yaratmıştı. Einstein’ın çalışması, madde ile
enerji arasında bir bağ olduğunu söylüyordu. E=mc² formülü, fizikte yeni bir
dönemin başlayacağının haberini veriyordu. Bu formüle göre bir kilogramlık
bir kütleyi, boşluktaki ışığın hızının karesi kadar hızlara çıkardığımızda
taşıdığı enerji açığa çıkacaktır. Yani enerji ile madde arasında bir dönüşüm
söz konusuydu. Hızlı ve büyük buluşların yapıldığı 20. yüzyılın başları,
birbirini destekleyen bilimsel üretimlere sahne oluyordu. Her yeni buluş
Einstein’ın düşüncelerini ötelemiyor, aksine tüm düşünceleriyle uyuşuyordu.
Bu buluşlar, elbette ortaya atıldığı günlerde büyük kuşkularla karşılansa da
bugün genel kabul görmüş teoriler. Bilim aksini ispat etmediği sürece, bilim
insanları bu kuramların kabulü üzerinden üretimlerini sürdürüyorlar.
Zaman?
Zaman kavramını doğru algılamadığımız sürece zamanda yolculuğu da
anlayamayacağımızı söylemiştik. Ünlü fizikçilerden atom bilimci ve zaman
kaydedici Steve Jefferts, bir söyleşisinde şöyle diyor: “Bence hepimiz doğal
bir şekilde zamanı anladığımızı düşünürüz. Zaman akar, geçer, yaşlanırız,
dün olanlar bugün olmuyordur ve benzeri şeyler… Ancak ister zaman üzerine
çalışan fizikçiler olalım, ister yaşamımızdan memnun olan insanlar olalım,
hiçbirimizin zamanı gerçekten doğru bir şekilde anladığını düşünmüyorum.”
Kuşkusuz, Jefferts’in böyle düşünmesinin önemli sebeplerinden birisi, zaman
konusunda yeterince birikimin olmaması. Atlanmaması gereken bir nokta ise
zamanın tüm insanlar için aynı şeyi ifade etmeyeceği, yani zamanın kişiye
özel olması. Zaman, hızımıza ve tabi olduğumuz yer çekimine bağlı olarak
değişiyor. Einstein’in ortaya koyduğu bu düşünce, zamanın üç mekan boyutuna
ek olarak dördüncü boyut olmasıyla uyumluluk gösteriyordu. Zaman dördüncü
boyuttu ve mekan boyutlarıyla arasında bir örüntü vardı. Einstein
yerçekiminin zaman ve mekan boyutlarına etkisini araştırdı ve zaman-mekan
boyutlarının eğimli olduğunu kanıtladı. Evrende eğimler varsa zamanda
yolculuk da mümkün olabilmeliydi.
Zamanda Geleceğe Yolculuk
California Teknoloji Enstitüsü’nden Sean Carroll, “Zaman ilerledikçe gelecek
gerçek olmaz, gelecek tıpkı geçmiş ve şu an gibi var olmaktadır. Gelecekte
ne olacağını zaman ilerledikçe görürüz fakat o, yaşanan anda gerçek olmaz.
Geçmiş, gerçek olan değildir. O nedenle kural olarak geçmiş ve geleceğin
tıpkı şu an gibi var olduğuna inanırız” diyor. Gelecek, doğrusal bir yolda
ilerleyen mevki değil, şu an gibi gerçek olandır. Fizikçiler geleceğe
yolculuk konusunda yürüttükleri kuramsal çalışmalar sonrasında geleceğe
ulaşmanın mümkün olduğunu söylüyorlar; ancak, gerekli teknolojiyle. Kuramsal
olarak mümkün olsa da geleceğe yolculuk için gerekli olan teknolojiyi
üretmek, dahası gereken enerjiyi bulabilmek şu an için mümkün değil. Ancak
istediğimiz ölçeklerde olmasa da zamanda ileriye yolculuk konusunda
verilebilecek kimi örnekler mevcut.
Güncel olarak kullanabildiğimiz teknoloji sayesinde ışık hızını kesin bir
şekilde saptayabiliyoruz. Yapılan deneyler sonucunda, ışığın boşlukta
saniyede ortalama 300 bin kilometre yol aldığını biliyoruz. Işık evrende en
hızlı hareket eden olgudur ve ışık hızıyla hareket etmek ışığa özgüdür.
Ancak ışık hızına yakın hızlarla hareket etmek mümkün. Bunun en iyi örneği
İsviçre’de yürütülen CERN deneyi. CERN’de LHC adındaki hızlandırıcıda
protonlar elektromıknatıslar sayesinde çok yüksek hızlara çıkarılıyor.
Einstein formüllerine göre, ışık hızına yaklaştıkça maddenin kütlesi artıyor
ve zaman o madde için daralıyor. Buradan bir çıkarsama ile CERN’de çok
yüksek hızlarda çarpıştırılan protonların parçalanma sürelerinde bir
değişiklik söz konusu olacaktır. CERN’de çarpıştırma sonrası yapılan
analizler, bu çıkarsama ile uyumluluk göstermektedir. Örneğin, “Pi meson”
adındaki parçacıklar, normal koşullarda saniyenin tam 25 milyarda biri
aralığında parçalanırlar. Ama ışık hızına yaklaştıklarında, 30 kat daha
fazla dayanırlar. Bu parçacıklar, gerçek zaman yolcularıdır.
Bilgisayar teknolojisinin ilerlemesi sayesinde çok hassas ölçümler yapmak
mümkün hale geldi. Artık 16 haneli saatler ile zamanda hassas ölçümler
yapabiliyoruz. Dünya’dan ortalama 20 bin km. yükseklikteki yörüngede dönen
uydular, saatte 20 bin km. ile 200 bin km. arasında değişkenlik gösteren
hızlarla hareket ediyor. Dünyanın yerçekiminin çok az etkidiği bu uydularda,
zamanda ileriye yolculuğun bir başka örneğini görüyoruz. Zaman bulunduğunuz
yere göre, yani, size etkiyen yerçekimi kuvvetine göre değişkenlik
gösteriyor. Örneğin, uzayda bulunma rekoru elinde olan Sergei Krikalev,
toplamda 803 gününü uzay istasyonunda geçirmiştir. 803 gün boyunca ortalama
272 bin kilometre hızla hareket eden Krikalev, saniyenin kırk sekizde biri
kadar zamanda yolculuk yapmıştır.
Bu iki örnekte de görebileceğimiz gibi, zamanda ileriye yolculuk sadece
kuramsal değil, kimi örneklerle gözlemlenebiliyor. Bir zaman makinesi ile
yola çıkıp 2113 yılına ulaşabilmemiz için, gerekli olan teknolojiyi
üretmemiz gerekiyor. Şu an için henüz erken olsa da bilimin ilerleyişiyle
bir gün mümkün olabilir.
Zamanda Geçmişe Yolculuk
Zamanda geleceğe yolculuktan daha gizemli duran geçmişe yolculuk hakkında,
ne yazık ki henüz net bilgilerle hareket etmek mümkün değil. Ancak bilim
insanlarının öngörüleri ile yaptıkları kimi çalışmalar ve çıkarsamalar
mevcut. Her ne kadar gizemlerini korusalar da bunlardan tutarlı olan ikisi,
geçmişe yolculuk için kullanabileceğimizi düşündüğümüz karadelikler ve
solucandelikleri.
Karadelikler, çok büyük çekim kuvvetleri sayesinde yakınlarında olan her
şeyi, ışık dahi, çekip yutan karanlık cisimlerdir. Karadelikler evrene
yayılmış bir şekilde bulunurlar ve çok ağırdırlar. Bilim insanları
-ağırlığından kaynaklı- karadeliklerin, uzayzamanı diğer gök cisimlerinden
çok daha fazla bükebileceğini düşünüyorlar. Eğer büyük bir karadelik
yaratabilir ve bükülen zaman döngüsünden çıkabilirsek, zamanda geçmişe
yolculuk etmiş olabiliriz. Bu teorik olarak kulağa hoş gelse de şu an için
ne böyle bir karadelik yaratmak mümkün ne de karadelikten sağ çıkabilmek.
Geçmişe yolculuk için bir başka teori ise solucandelikleri.
Solucandeliklerinin olduğuna dair herhangi bir kanıt olmasa da varlığına
dair ciddi bulgular mevcut. Solucandelikleri tanımı, elma kurtları ile
yapılan bir analojiden gelir. Yani elma kurtları elmanın etrafını dolanmaz
ve elmanın bir ucundan girer diğer ucundan çıkar. Solucandeliklerinin de iki
alan -başka bir tanımlamayla iki evren- arasında bir bağlantı kurduğu
düşünülüyor. Eğer solucandeliğinin bir ucundan girersek, başka bir evrene ya
da zamana çıkmamız mümkün olabilir. Ancak şu an için ne solucandeliklerinin
var olduğuna dair elimizde kanıtlar yok, bunun mümkün olabileceğine dair
teorik bulgular da.
Bir zaman makinesi yapıp yolculuk yapmak mümkün görünmese de kimi zaman
yolcuları var. Örneğin güneşten yola çıkan ışıkların dünyaya ulaşması 8
dakika sürüyor. Yani güneşe baktığımızda, güneşin 8 dakika önceki halini
görüyoruz. Ya da bizden kilometrelerce uzaklıkta olan bir yıldızın yıllar
önceki görüntüsünü görüyoruz. Dolayısıyla güneşin ya da gökyüzünde
gördüğümüz yıldızın geçmişini görmüş oluyoruz.
Toparlayacak olursak, zamanda yolculuk, yıllardır insanların merakla baktığı
ve arzuladığı bir konu olma özelliğini koruyor. Anlaşılacağı üzere, ne
gereken kuramsal çalışmalar yeterince ilerlemiş durumda ne de bizi yolculuk
ettirecek teknolojik gelişime ulaşabildik. Ancak bilim, yığılarak yoluna
devam ediyor. Yeni kuramlar kimi zaman eski düşünce kalıplarını yıkarak kimi
zaman da bir öncekini destekleyerek çıkıyor. Şu an için zamanda yolculuk
mümkün değil desek de belki daha iyi bir dünyada mümkün olabilir. Belki bir
gün biri gelecekten gelip bize o müjdeli haberi verecektir.
"INTERSTELLAR" Hakkında
16 Kasım 2014 Pazar
Dikkat: Bu yazıda "Yıldızlararası" ("Interstellar") hakkında bilgiler
vardır. Filmi henüz izlemeyenlerin bu yazıyı okuması, daha sonraki seyir
keyiflerini olumsuz etkileyebilir.
*
"Interstellar"ı vizyona girdikten bir hafta sonra izledim. Bu arada da film
hakkında herhangi bir yorum ya da eleştiri okumamak için özel bir çaba sarf
ettim. (Medya hayatımıza o kadar sirayet etmiş ki, hiç ummadığınız bir yerde
karşınıza birşeyler çıkabiliyor).
Filmi izledim. En azından şunu söyleyebilirim. Nolan, film bittikten sonra
bile etkisi sizin üzerinizde bir süre daha kalan bir eser üretmiş. Bu süre,
Nolan'ın filmde ele aldığı temalar ile daha önce kadar haşır neşir
olduğunuza bağlıdır diye tahmin ediyorum. Örneğin Sanarist'in eski
yazılarını hatırlayanlar benim çevreye ne kadar önem verdiğimi bilirler
("Yeşil Test" diye bir yazımı okuyun mesela). Burada çok ele almamakla
birlikte kuantum fiziği, astronomi, zaman yolculuğu, uzayda seyahat, vb. de
ilgilendiğim alanlar arasındadır. Eh bilimkurgu seven biri için bu da normal
sayılır. Sinemayla da "ilgilendiğimize" göre, bu film tam bana göre
denilebilir... mi?
Pek sanmam. Yani bana ne uzak ne de yakın. Maddeler şeklinde sıralayayım.
1) Nolan kahramanını uzaya yollamak için serim bölümünü bildiğiniz
"hızlandırmış". Yani Matthew M.'nin kızıyla birlikte NASA'yı bulmasından
sonra uzaya çıkmayı kabul etmesi arasında o kadar az zaman geçiyor ki,
kendimi bir anda radyo oyunu dinler gibi hissettim. Yani o ilk toplantıda
herşey o kadar hızlı gelişti ki?! Zannedersiniz ki adamlar "ya uzaya kimi
yollayacağımız konusunda bir toplantı yapalım, belki bir astronot kazara
bizi bulur da onu göndeririz" demiş va VOILA! Allah isteklerini yerine
getirmiş! Daha filmin başında küçük bir deus-ex machina ile karşı
karşıyayız.
2) Matthew'un uzaya gitmesiyle ilgili olarak ortaya konan plan da çok
kırılgan. Aniden ortaya çıkan bir solucan deliği ve oradan dikizlenen diğer
galaksilere / sistemlere bakarak dünyaya benzer yerler aramak. Daha bu
aşamada Nolan bilimin, insan aklının ve olasılıkların sınırlarını zorlamaya
başlıyor ki henüz filmin serim aşamasından çıkmadık. Benim solucan delikleri
ile ilgili olarak son okuduğum şuydu: Evet, solucan deliği diye birşey
olabilir ama bu en fazla bir atomun geçebileceği genişlikte olabilir, öyle
devasa uzay gemilerinin geçebileceği büyüklükte değil. Hele bir galaksinin
bir ucundan diğerine böyle aşırı bir kestirme şeklinde sürekli açık duran
bir yapı hiç olası değil. Ama Nolan bizi başka yerlere çok hızlı yollayacak
ya, başka çaresi yok (adam hiper-uzay (Yıldız Savaşları) ya da Warp (Uzay
Yolu) gibi fantastik şeyler kullanmak yerine nispeten bilinen bilimin
sınırları içinde kalmaya karar vermiş bu yüzden o kapıyı zorlamak zorunda).
3) Uzay gemisinin solucan deliğinden geçmesini de kabul ettik diyelim.
Bundan sonra iki gezegene yaptıkları ziyaretler karşımıza çıkıyor.
Karadeliğe yakın olan gezegenin üzerinde zamanın çok daha yavaş geçmesiyle
ilgili fiziği açıkçası bilmiyorum. Benim bildiğim zaman, ışık hızına
yaklaştıkça yavaşlar, bunun başka bir versiyonundan haberdar değilim. Yine
de akla pek yakın gelmiyor. (O gezegende olanlar ayrı bir komedi zaten.)
Sanki Nolan, "Abi ben şimdi uzaya çıkıyorum ya, uzayla ilgili her bir ilginç
konuyu kullanayım" demiş. Doğal olarak karadelikler, uzay-zaman bütünlüğü,
zamanın göreliliği, solucan delikleri, vb.'ye de uğramış.
4) Sulak Gezegende nereden geldiği belli olmayan ("Abyss" tarzı) dalgaları
ciddiye almayan şebelek Kedi Kadın yüzünden Matthew'un hayatından 23 sene
gittiği gibi, diğer bilimadamı da ölüyor. Sadece bu (önceki) cümle bile
buradaki saçmalıkları anlamanıza yardımcı olur sanırım. Ama en komiğini
söyleyeyim: Minecraft'tan çıkmışa benzeyen (Evet! Minecraft'ı biliyorum!)
bir şekilde ama çok hızlı hareket edip koşan robot'un diğer bütün işleri
yapmakta kullanılmaması, bu gezegende olan herşeyin aslında dramatik açıdan
"anlamsız" hatta "gereksiz" olduğunu gösteriyor. Yani şebelek Kedi Kadın ve
diğer astronot, o suyun içerisinde güçlükle ve yavaş yavaş ilerleyeceklerine
Minecraft robotu o işleri yapmaya yollansaydı en başta, o olayların
hiçbirisi olmayacaktı! (Yaa, Nolan! Okyanusun bu tarafında senden daha iyi
analiz yapanlar var! Hıh! :) )
5) Bourne'un bulunduğu (Matt Damon) diğer gezegende olanlar biraz daha
ilginç olmakla beraber, herhangi bir biçimde filmin temasıyla ilgili değil
gibiydi. Kafayı yemiş ve hayatta kalmak için herşeyi yapmaya çalışan bir
bilimadamı, kahramanlarımızı iyice zor duruma sokmak dışında, uzayda yaşam,
dünyanın kurtarılması, vb. konularıyla ilgili hiçbir şey sunmuyordu bence.
Yaptığı tek şey, Matthew ve Kedi Kadın'ın uzay aracına, Matthew'u karadeliğe
dalmaya zorlayacak kadar zarar vermekti. (Sizi bilmem ama ben bilim kurgu
seyrederken bilimle ilgili şeylerin belirli aralıklarla gelmesini severim.
Mümkünse de finalde ya da finale doğru zirve yapsın: "Contact" gibi, ya da
"2001").
6) Matthew abimiz karadeliğe dalınca, çoook doğal olarak eğer "Contact"ı
seyrettiyseniz, Jodie Foster'ın o uzay aracında yaşadıklarına benzer
birşeyler hissediyorsunuz, ama o kadar heyecanlanmıyorsunuz. Zira Carl Sagan
abimiz, Nolanlar (abi + kardeş) gibi çakma bilim adamı değil, gerçek bilim
adamıydı. Görsel efektler 1997'ye göre çok daha iyi olmasına karşın
şimdikinin verdiği duygu 10'da biri kadar. Tabii o filmi sinemada dev
perdede seyretmeniz lazımdı.
7) Matthew'un bir kere kara deliğe girip canlı kalması imkansız. (Keza,
solucan deliğine de). Film burada artık bilim kurgu olmaktan çıkıp
Yüzüklerin Efendisi janrına (fantastik) yaklaşıyor. Ama hadi bilete para
verdik, filmin ikinci yarısının ortasında çıkılmaz diyorsunuz ve seyre devam
ediyorsunuz. Nolan bize karadeliğin ortasında uzay-zaman hakkında (özellikle
de boyutlar hk.) bilgi vermeye başlıyor. Eh, fizikle uğraşan herkesin ilk
öğrendiği şeylerdir bunlar: boyutlar, uzay-zaman birlikteliği, zaman'ın tek
yönlü olması, vb. Ama Nolan burada kendi hikayesinde en başta attığı bir
temeli (set up) sonuca (pay-off) dönüştürmek için bilim kurallarını bayağı
bir zorluyor. Neymiş: Matthew'ın kızına en başta odasında o bilgileri veren
(kitapların düşmesi, tavandan düşen tozlar) vb. aslında kendisiymiş.
E sormazlar mı adama, neden sadece o anda (kitapların düştüğü an) iletişim
kurmaya karar verdin. Daha önce ve hatta kendisiyle (kızıyla değil) iletişim
kursaymış ya? Ya da kendi yaşamından da öncesine gidip, iklimler bu kadar
bozulmadan önce kendisini anlayacak birilerine ulaşsaymış? Sorunu kökten
çözseymiş?
Nolan(lar) burada kendilerine koydukları sınırlar içinde kalmaya çalışarak
güya mantık çerçevesini bozmamaya çalışıyorlar, ama daha en temelde/başta o
kadar bozuyorlar ki, aklı başında bir şekilde bu işin içinden çıkmaları
mümkün görünmüyor. Tıpkı "Lost"ta olduğu gibi. Bu kadar açık uç ("loose ends")
bırakırsan, bunları toplayamazsın.
8) Netekim toplayamıyorlar - en azından bana göre. Matthew abimiz kızıyla
mesajlaşarak dünyayı kurtarıyor, vb. Sonra da çook uygun bir şekilde kızının
yaşlılığı döneminde dünyaya genç biri olarak geri dönüyor (Einstein'ın
kuramlarından birini doğrularcasına, ama bence tamamen yanlış bilimsel
nedenlerle). Kızıyla helalleşiyor ve uzak bir gezegende bıraktığı kadının
yanına gitmek üzere bir gemi çalıyor! Yok artık! diyoruz biz de. Nolanlar,
bilimsel bir hikaye anlattık, ama aynı zamanda draması da sağlam olsun, en
azından bir çatısı olsun, baş son ile birleşsin, vb. diye her türlü
hokkabazlığı, hem de çok kısa bir sürede yapıyorlar. Yerseniz!
9) Bütün bu olayların aslında Michael Caine tarafından canlandırılan adi
profesörden kaynaklanması ise, karşımızda gerçek bir "kötü" (nemesis)
olmamasının verdiği boşluk hissini açıklıyor. Yani bir "Joker" ile karşı
karşıya değiliz. Sadece insanlık adına karar verebileceğini zanneden hafif
psikopat kendini bilmez yaşlı bir bilimadamıyla karşı karşıyayız. Bu mudur
olay? Nolanlara göre budur ve yeterlidir! Efektleriniz yeterince havalı
olursa, birkaç da bilimsel kuramı kurcalarsanız, insanlar size "Kendi
2001'ini yaptı" filan bile derler.
10) Yerçekimi ("gravity") benim de ilgilendiğim şeylerden birisidir.
Evrendeki dört kuvvetten biri (hatta zayıf olanlardan biridir, bilen bilir).
"Graviton" adı verilen kuramsal parçacıklar yoluyla taşındığı düşünülür.
(Henüz ne olduklarına dair -etkileri hariç- hiçbirşey bilinmemektedir.
Cern'deki bu parçacık hoplatma deneyleri biraz da onu bulmayı amaçlar).
Nolanların yerçekimi'ni zaman ötesi bir varlık olarak açıklaması, bildiğiniz
saçmalığın daniskası olmuş. Yani en az bu konuyu araştırıp çalışmışlar, ya
da işlerine geldiği için böyle bir açıklamaya gitmişler. Yavrucum, bak
buraya yazıyorum: herşeyin üzerinde var olabildiği matris, zaman'dır.
Yerçekimi değil. Yerçekimi bile zaman matrisi üzerinde var olabilir. Öyle
bir yerinden kuram uydurma! Adamı sinirlendirme!
11) Beş boyutlu varlık ne lan?! (Afedersiniz). Tahayyül dahi edemediğin
birşeylere / birilerine hikayeyi bağlamak deus-ex machina'nın Allah'ı olmuş!
(Burada yaptığım kelime oyununun adını bilene kırmızı kurdela vereceğim!).
*
Neticetül Kelam: Bilimkurgu seven biri olarak uzayda geçen ve çeşitli uzay
kavramlarını somut olarak gösteren bu filme alakasız kalmam imkansızdı. Ama
senaryo açısından ve dahi bilim açısından film ortalamanın pek üzerine
çıkamıyor. Hele en başlarda bir ara yine herkes "Deyimler ve Atasözleri
Sözlüğü"nden fırlamış gibi konuşmaya başladı ya, "eyvah" dedim, "bir Batman
daha mı Başlıyor?"
Bence gidilebilir bir film. Ama daha sonra, filmde geçen kavramlarla ilgili
ciddi birşeyler okumanız ya da araştırmanız şartıyla. O filmde anlatılanları
bilim kabul edip konuyu bilen birileriyle konuşursanız, fena rezil
olursunuz.
Demedi demeyin...
--------------------------------------------------------------------------------------------------------
Zamanda yolculuk zaman makinesi
14 Mayıs 2016
Zamanda yolculuk üzerine yayınlanmış en bilimsel popüler makale. Kurt
delikleri, görelilik bağlamında zamanda seyahat. Geçmişe ve geleceğe
yolculuk mümkün mü?
Göreliliğin bilim kurguyla buluştuğu yer
“Bilim insanları zamanın yalnızca bir tür uzay olduğunu gayet iyi bilirler.
Uzayda ileri geri gidebildiğimiz gibi zamanda da ileri geri gidebiliriz.” Bu
sözler kulağınıza gelecekten ya da en azından şimdiden gelen bir iddia gibi
gelebilir, fakat geçmişten gelmektedirler.
H. G. Wells’in 1898’de yayınlanmış olan The Time Machine (Zaman Makinesi)
adlı kitabında Zaman Gezgini’nin sarf ettiği sözlerdir bunlar. Gerçekten de
dikkat çekici olan şey, Wells’in bilimden önce davranmış olmasıdır: Albert
Einstein bu tarihten ancak yaklaşık 20 yıl sonra, zaman içinde böyle bir
yolculuğun kuramsal olarak mümkün olabileceğini öngören kuramını
yayınlamıştır; hatta o zaman bile, birilerinin bunu fark etmesi yılları
almıştır.
Tuhaftır, Wells’in Zaman Gezgini yalnızca geleceğe seyahat eder. Fakat artık
fizik kanunlarının zaman içinde ileri geri seyahat etmeyi mümkün kıldığını
biliyoruz. Galaksiler kadar büyük, sonsuz uzunlukta dönen silindirler, tuhaf
negatif enerji biçimleriyle açık tutulan kurt delikleri gibi fikirleri, hiç
doğmamış olmak ya da serbest iradenizi kaybetmek arasında bir seçim yapma
fikrini tasavvur edebiliyorsanız zamanda seyahat bilimiyle uğraşmaya
muktedir olabilirsiniz. Heyecanlı iniş çıkışlarıyla biraz sarsıntılıdır. Ama
ödülü düşünüldüğünde kesinlikle buna değer.
Zaman İçinde İlmekler
Zamanda seyahat, zamana sıkışıp kalmış olduğumuz için bu kadar baş
döndürücüdür. Başka boyutlarda yaptığımızın tersine, zaman içinde nasıl
hareket edeceğimizi seçemeyiz. Fakat Wells, nasıl yapabileceğimizi bilseydik
zamana tıpkı uzaya yaklaştığımız gibi yaklaşabileceğimiz yönündeki fikriyle
turnayı gözünden vurmuştur.
“Bilim insanları zamanın yalnızca bir tür uzay olduğunu gayet iyi bilirler.
Uzayda ileri geri gidebildiğimiz gibi zamanda da ileri geri gidebiliriz.”
THE TIME MACHINE, H.G. WELLS
Einstein genel görelilik kuramını 1915’te yayınladı. Bu kuram evreni, üç
uzay ve bir de zaman olmak üzere dört boyutlu bir doku olarak betimliyordu.
Evrendeki her madde ve enerji parçası dokuyu büker; evrenin şeklini, madde
ve enerjinin kütleçekim dediğimiz çekimi deneyimlemesine neden olacak
biçimde değiştirir. Örneğin güneş bu dokuda, momentumları olmasa yakındaki
gezegenlerin içine düşebileceği bir tür kuyu yaratır. Sonuçta gezegenler
güneşin yörüngesinde, bir kumarhanede bir rulet tekerleğinin merkezinin
yörüngesinde dönerek hızlanan bilye misali döner.
Kütleçekimin bükülen ortamının uzay içinde hareketi nasıl etkileyeceğini
tasavvur etmek kolaydır. Fakat aynı şey zaman içinde hareket açısından da
geçerlidir, o da bükülür. Yeterince kütleyi ve enerjiyi yeterince küçük bir
uzayda bir araya getirin, zamanı büküp bir ilmek haline bile
getirebilirsiniz. Bu tıpkı bir plastik tabakasını uçlarını birleştirecek
şekilde kıvırmaya benzer, bitiş noktasına hiç ulaşmaksızın yüzeyin üstünde
yürüyebilirsiniz. Evrenin bu yapılanması içinde, bir an, kendisini sonsuzca
tekrarlar.
Genel göreliliğin zaman içinde ilmekler yaratılmasını mümkün kıldığını ilk
fark eden Avusturyalı matematikçi Kurt Gödel olmuştur. Gödel 1949’da,
göreliliğin keşfinin evreni algılama biçimimizi nasıl değiştirdiğini
betimleyen bir makalesinde, “bu dünyalarda geçmiş, şimdi ve geleceğin
herhangi bir yerine seyahat etmenin, tam da başka dünyalarda uzayın uzak
yerlerine seyahat etmenin mümkün olduğu biçimde mümkün olduğunu” yazmıştı.
“Bu dünyalarda geçmiş, şimdi ve geleceğin herhangi bir yerine seyahat etmek,
tam da başka dünyalarda uzayın uzak yerlerine seyahat etmenin mümkün olduğu
biçimde mümkündür.”
KURT GÖDEL
Gödel Einstein’ın denklemlerini çözmüş ve evren dönüyorsa zamanın ilmekler
içinde akabileceğini bulmuştu. Bu onu telaşlandırmıştı; Gödel Einstein’ın
yakın bir dostu ve meslektaşı olduğundan ona vardığı sonuçları göstermişti.
Einstein kendisinin de bu olasılıktan “rahatsız” olduğunu söylemişti.
Gödel’in makalesine cevaben “Bunların fiziksel gerekçelerle bir kenara
bırakılıp bırakılamayacağını tartmak ilginç olacaktır,” diye yazmıştı.
Görünüşe bakılırsa Gödel de benzer bir fikre sahipti: Bir şeyin, böyle bir
şeylerin vuku bulmasını durdurması gerektiğini ileri sürmüştü. Evren,
insanların zaman içinde seyahat etmesini mümkün kılıyor olamazdı kesinlikle.
Geçmişe Dönüş
Bazı bakımlardan Einstein’ın hiç endişelenmesi gerekmiyordu. Gödel’in
yaptığı çalışma sağlamdı, ama yararsızdı. Galaksilerin hareketi bize,
evrenimizin dönmediğini söylüyordu; bu yüzden de doğal olarak zaman içinde
ilmekler yoktu. Yararlı bir zaman makinesi yapacaksak bu ilmekleri kendi
başımıza yaratmamız gerekiyordu.
Bunu nasıl başaracağımıza dair fikirlerimiz vardır. İlkini 1976’da bir zaman
makinesi tasarlayan, New Orleans Tulane Üniversitesi’nden Frank Tipler ileri
sürmüştür. Tipler son derece ağır ve sonsuz derecede uzun, hızla dönen bir
silindirin evrenin dokusunu zaman içinde bir ilmek yaratabilecek şekilde
bükeceğini göstermişti.
Fakat yine de bir zaman makinesi olarak bunun pek geleceği yoktur. Şurası
kesin ki bu Wells’in tasavvur ettiği türden bir şey değildir: Wells’in Zaman
Gezgini evine sığan bir zaman makinesi inşa etmişti. Sonsuz uzunlukta
silindirlerin ne kadar geniş olursa olsun bir fabrikaya sığması pek mümkün
değildir. Fakat başka bir seçenek daha vardır: Doğanın çoktan inşa etmiş
olduğu zaman makinelerini kullanmak. Princeton Üniversitesi’nde görev yapan
astrofizikçi J. Richard Gott 1991’de evrenin, bir zaman makinesinin
hammaddesi gibi davranabilecek maddeyi içerebileceğini göstermişti. Bu
madde, süper yoğun bir “kozmik sicim” türüdür.
Evrenin nasıl oluşmuş olabileceğiyle ilgili bazı kuramlara göre, kozmik
sicimler yaratılışın ilk anlarında oluşmuş olsa gerektir; bugün hâlâ evrenin
çevresinde asılı olabilirler. Esasen uzaydaki kusurlardır, evren hızlı bir
değişim sürecinden geçerken oluşmuş yaralı bir dokuya benzer şeylerdir.
Kozmik bir sicim korkutucu bir hayvandır: Çapı bir atom çekirdeğinin
genişliğinden az olsa da bütün evren boyunca uzanır. Hiç şaşırtıcı değil,
bunlardan birini bir zaman makinesine çevirmek korkakların harcı değildir.
Başlangıç itibarıyla bunlardan bir çifte ihtiyacınız vardır.
Sicimlerin her birinin aşırı bir yoğunluğa sahip olması uzay-zamanda öyle
bir bükülme yaratacaktır ki bu, sicimleri yan yana getirip sonra hızla
birbirinde ayırarak zamanda bir ilmek yaratabileceğiniz anlamına gelir. Bu
kozmik sicimlerin çevresinde bir ilmeğin içinde seyahat ettiğinizde,
başladığınız yere her döndüğünüzde kendinizi geçmişinizden bir olayın içinde
bulursunuz. Gott bunu Escher’in çizimlerine benzetmiştir. Tıpkı Escher’in
perspektifi bükerek geometrik olarak imkânsız efektler yaratmasında olduğu
gibi, sicimler çevrelerindeki uzay-zamanın geometrisini o kadar fazla
bükerler ki uzay-zaman aşina olduğumuz kurallara uygun olmaktan çıkar.
Gott, aynı efektin süper enerjik parçacıkları birbirine ateşleyerek de elde
edilebileceğine işaret etmiştir; öyle ki birbirlerini ancak küçük bir mesafe
farkıyla ıskalayacaklardır. Bu parçacıkların enerjisi, her bir parçacığın
etrafındaki uzay-zamanı büker ve bu bükülmüş uzay-zaman karşı karşıya
geldiğinde zaman içinde bir ilmek oluşturabilir. Fakat bu içine girip
dolaşabileceğiniz bir ilmek değildir. Bundan daha da ilginci –ve
uygulanabilir olanı– Amerikalı astrofizikçi Kip Thorne’un çizmiş olduğu kurt
deliği zaman makinesidir.
Kurt Deliğinden İçeri
Bilim-kurgunun köşe taşlarından biri olduğu için, kurt deliklerini
kesinlikle duymuş olmalısınız. Fakat bu tümüyle haklı çıkarılabilir:
Sayılamayacak kadar uzun saatler süren araştırmalara konu olmuş olsalar da
zamanda seyahatin bu yönteminin ilham kaynağı bir bilim-kurgu hikâyesi
olmuştur. Kozmolog Carl Sagan Contact adlı romanını kaleme alırken,
kahramanı Vega’yı 26 ışık yılı uzaktaki bir yıldıza bir anda göndermenin
makul bir yolunu bulmak istemişti. Sagan Thorne’un fikrini sordu, Thorne da
oturup bir çözüm bulmaya çalıştı. Cevabı, Einstein’ın Nathan Rosen’la
birlikte 1935’te kaleme aldığı bir makalede buldu.
Einstein ve Rosen kara deliklerle, kendi kütleçekimleri altında çöken
yıldızların kalıntılarıyla ilişkilendirilen bir problemi çözmüşlerdi. Bir
kara deliğin merkezinde bir “tekillik”, uzay ve zamanda bir kırılma bulunur.
Einstein ile Rosen bu merkezi çekirdeğin, uzay-zamanın başka bir bölgesine
bağlandığını tasavvur etmişlerdi. Bu Einstein-Rosen köprüsüdür. Thorne çok
geçmeden Sagan’ın ihtiyaç duyduğu cevabın bu olabileceğini fark etti.
Bir tepenin öte yakasına doğru ray döşemeye çalışan bir demiryolu
mühendisini düşünün. Rayları tepenin bir tarafında yukarı, diğer tarafında
aşağı doğru döşeyebilirsiniz. Rayları tepenin etrafından
dolandırabilirsiniz. Fakat tepenin içinden geçen bir tünel varsa, bu daha
kısa, daha doğrudan bir yol olacaktır. Zaman ve uzay görelilik içinde bu
kadar yakından ilişkili olduğu için (fizikçiler ikisini bir araya getirir ve
evrenden “uzay-zaman” olarak bahsederler) demiryolu mühendislerinin uzay
için yaptığını, zaman için yapabilirsiniz. Bunun ardından, uzay-zaman
içindeki bu kestirme yolların geometrisinin analizi, zamanda seyahat için
işe yarayabileceklerini göstermiştir.
Zaman İçinde Kestirme Yol
Uzay-zamanda bir noktayı belirtmek için, bir pozisyon ve zaman verirsiniz:
Öğle vakti St. Paul Katedrali gibi. Bu, kurt deliğinin bir ağzıysa, diğer
ağzı St. Paul Katedrali dün öğle vakti olabilir. Kurt ağzından bugün içeri
girin, uzayda aynı noktaya yürümüş olacaksınız; ama 24 saat öncesine
çıkacaksınız. Kurt deliğinin girişinden çıkışına doğru hareket etmeniz sonlu
bir zaman harcamanıza neden olabilir, fakat bunun bir sorun olması gerekmez.
Kuram çerçevesinde, bir ağızdan içeri atlayıp geçmişte belirmeniz ve etrafta
dolanıp kendinizi kurt deliğinden içeri atlarken izlemeniz mümkündür.
Elbette ki işler bu kadar basit değildir; alt edilmesi gereken birkaç engel
vardır. Bir kere, bir kurt deliğini nerede bulacaksınız? Kurt delikleri
Einstein’ın denklemlerinin çözümü olarak var olsalar da doğal olarak var
olduklarına dair bir kanıt yoktur. Hızla hareket eden atomaltı parçacıkları
çarpıştırarak bir kurt deliği yaratabiliriz; evet, böyle uzak bir ihtimal
vardır. Çeşitli kuramsal fikirler, kurt deliklerinin son derece yoğunlaşmış
enerjisinin uzay-zamanın dokusunu, bu dokuda bir delik açmaya yetecek kadar
bükebileceğine işaret etmektedir. Fakat o zaman bile kontrol bizde
olmayacaktır.
Uzay-zaman lastik gibidir: Gerilmeyi sevmez. Uzay-zamanın yırtılıp bir kurt
deliği yaratması, kurt deliğinin ağzını çekip kapatmaya yönelen bir enerji
dengesizliğine yol açar. Fizikçilerin hatırlattığı üzere, kurt deliğinin
ağzını açık tutmanın tek yolu, onu doğal olarak kapanmaya karşı koyan
“negatif enerjiyle” doldurmaktır. Negatif enerji taşıyan bir maddenin var
olması mümkün olsa da bunun ne olabileceğine ya da böyle bir maddeden biraz
bulmak için nereye bakabileceğimize dair hiçbir fikrimiz yoktur. Kurt
deliğinin ağzını açık tuttuk diyelim, deliğin uzay-zamanın başka bir
bölgesine köprü kuracağını kim söyleyecektir? Delik böyle bir köprü kuruyor
olsa bile, gitmek istediğimiz yer burası mı olacaktır?
Öyle görünüyor ki bu probleme getirilebilecek en iyi çözüm (bir kurt
deliğinin ve negatif enerjiye bağlı fantastik teknolojik becerilerin varlığı
dikkate alınırsa) kurt deliğinin bir ucunu bir nötron yıldızına bağlamayı
gerektirmektedir. Bir nötron yıldızı inanılmaz derecede yoğun bir nesnedir.
Genişliği yalnızca yaklaşık 12 kilometre olsa da bir nötron yıldızı güneşten
daha ağırdır. Dünya’nın kütleçekim alanında bir çay kaşığı nötron yıldızı
bir milyar ton çekecektir.
Kütlenin bu biçimde yoğunlaşması, bir nötron yıldızının çevresindeki
uzay-zaman açısından ciddi sonuçlara yol açar: kütle yoğunlaşması uzay
zamanı ciddi biçimde büker. Bunun sonuçlarından biri bir nötron yıldızının
yakınlarında zamanın yavaşlamasıdır. Bir nötron yıldızının yakınında zaman
Dünya’da aktığının yüzde 30’u hızla akar. Bir kurt deliğinin bir ucunu bir
nötron yıldızına bağlayın, diğer ucun boş uzayda bulunmasına izin verin;
kurt deliğinin iki ağzı arasında bir zaman değişikliği gerçekleşecektir.
Kuram çerçevesinde bu, diğer uçta belirmenizin ardından kurt deliğine
girebileceğiniz anlamına gelir.
Zamanın Akışını Korumak
Peki, bunların hiçbiri kolay değil. Ama neden? Bunun sebebi bir zaman
makinesi yaratmanın, bazı temel fizik kanunlarını ihlal etmesi değildir.
Bundan daha iyi bir iddia, zamanda seyahat “aleyhine faaliyet gösteren”
kurallara göre işlediğimiz olabilir. Belki de Gödel ve Einstein’ın ileri
sürdüğü üzere birinin geçmişine seyahat etmesi ihtimalinin rahatsız edici
sonuçları, bizi, evrendeki bir şeyin bunu imkânsız kıldığı gerçeğine
uyandırmaktadır.
Hollywood’daki bütün senaryo yazarlarının bildiği üzere, zaman içinde
geçmişe seyahat bazı harika ve tuhaf ikilemleri beraberinde getirir. Bilinen
en klasik örnek “büyükbaba paradoksudur.” Ya zamanda geriye gidip de
büyükbabanızı küçük bir çocukken öldürürseniz? Bu ebeveynlerinizden birinin
hiç doğmamış olması anlamına gelecektir; peki sizin varlığınızı da ortadan
kaldıracak mıdır? Gerçeklikten silinip gidecek misiniz?
Bunun üç olası çözümü vardır. İlki ve zamanda seyahat üzerine çok düşünen
fizikçilerin en akla yatkın bulduğu, “kronoloji koruma bağlantısı” olarak
bilinir. 1992’de Stephen Hawking’in geliştirdiği bu çözüme göre, neden sonuç
ilişkisi tehdit edilecek olursa doğal dünyanın henüz bilinmeyen bir veçhesi
devreye girecektir. Temelde fizik kanunları geçmişi korumak üzere
işlemektedir. Şık bir fikir.
Fizikçilerin baktığı her yerde, öyle görünüyor ki kesinlikle bir zaman
makinesi yaratma girişimlerini baltalayan beklenmedik etkenler vardır.
Örneğin kurt delikleri için negatif enerjiye ihtiyaç duyulur. Öyle görünüyor
ki Gott’un kozmik sicim zaman makinesi, evrenin, sizin yeterince küçük bir
yerde yeterince kütle toplamanıza karşı işlemesinin sebep olduğu geri
tepmeden mustariptir. Zaman makinelerinin, henüz doğru düzgün anlaşılmayan,
ama bir gün zamanda seyahat değerlendirmelerinde dikkate alınacak olan bir
fiziği meseleye eklemlemeye çalışan kuantum versiyonlarının da kendilerine
özgü sorunları olduğu yönünde işaretler vardır.
Fakat Hawking’in kronoloji koruma bağlantısı, hâlâ yalnızca bir fikirdir;
fizikçileri zamanda seyahatle ilgili araştırmalardan vazgeçmeye
zorlamaksızın büyükbaba paradoksuyla ilgili tuhaf sorulardan kaçınmanın bir
yoludur. Büyükbabanızı korumakla ilgili ikinci olasılık, tuhaf sorunların
her zaman benzer tuhaf çözümler bulabildiği kuantum dünyasından gelir. Bu
vakada fikir gayet basittir: Olup biten her şey başka bir evrenle hiçbir
bağlantısı olmayan yeni bir evren yaratır.
Hugh Everett’in 1950’lerde hayal ettiği bu fikir, “çok dünyalı hipotez”
olarak bilinir ve kuantum kuramında uzun zamandır varlığını sürdüren bir
problemi çözmek için kullanılır. Bu hipotezin zamanda seyahatin
paradokslarına uygulanması da aynı derecede basittir ve aynı derecede
rahatsızlık vericidir. Zamanda geriye gidip büyükbabanız olacağını
düşündüğünüz çocuğu öldürürseniz farklı bir paralel dünyaya girmiş
olursunuz; tek varoluşunuzun zaman gezgini olduğu, torundan tümüyle ayrı bir
varoluş olduğu bir dünyadır bu. Varoluşu sorgulanabilecek “başka bir siz”
yoktur. Paradoks çözülmüştür.
Fakat yine de pek tatmin edici bir biçimde çözülmemiştir. Üçüncü fikirse,
dış dünya üzerinde sahip olduğumuzu düşündüğümüz kontrole sahip
olmamamızdır. Paradoksa bu yaklaşım, serbest iradeniz olmadığını, isteseniz
bile büyükbabanızı öldüremeyeceğinizi söyler. Burası karmaşık bir alandır,
fizikçilerin cevaplamak için gerekli donanıma sahip olmadığı felsefi
sorunlar doğurur. Büyükbaba paradoksunun nasıl işlediğini gerçekten bilmek
istiyorlarsa işe koyulup bir zaman makinesi icat etmeleri gerekir.
Geleceğe Seyahat
Bu fikirlerin hepsi de zamanda seyahat edemeyeceğimiz sonucuna çıkıyormuş
gibi görünüyor. Fakat hiçbir şey hakikatten bu kadar uzak olamaz. Zamanda
seyahatin mümkün olabileceğini biliyoruz; çünkü bunu zaten gerçekleştirdik.
Roketlerle aya gidip gelen Apollo astronotları dünyanın ilk zaman
gezginleriydi. Dünyanın en büyük zaman gezgini, Dünya’nın etrafını saatte
27.000 km hızla 800 günde dolaşan Rus kozmonot Sergei Krikalev’dir. Krikalev
şimdi, saniyenin 48’de biri kadar gelecektedir.
Zamanda seyahat etmek için kozmonot olmanız bile gerekmez. Son derece hassas
atomik saatlerin Dünya’nın etrafında uçurulduğu deneyler, saatlerin geleceğe
doğru gittiğini göstermiştir. Bir uçakla Dünya’nın etrafında yapacağınız
seyahat size saniyenin birkaç milyarda biri kadar bir şey kazandırabilir.
Peki neden? Bu sorunun cevabı Einstein’ın ilk görelilik kuramında, özel
görelilik kuramında yatmaktadır.
1905’te yayınlanan özel görelilik kuramı, herhangi biri ya da bir nesne
açısından zamanın geçişinin göreli olduğunu, harekete dayandığını söyler.
Alpha Centauri’ye giden bir roketle fırlatılırsanız saatiniz Dünya’daki
saatlere kıyasla yavaş ilerleyecektir. Roketiniz ışık hızına yakın bir hızda
seyahat ederse ölçülen zamandaki bu farklılık ciddi boyutlarda olacaktır.
Uzun süren ama hızlı bir geri dönüş seyahatinde dünyaya birkaç yıl daha
yaşlı dönmeniz, fakat geride bıraktığınız herkesi çok daha yaşlanmış
bulmanız olasıdır.
Bu senaryoya göre bir ikiziniz varsa, artık sizinle aynı yaşta olmayacaktır.
İkiz paradoksu olarak bilinen bu tuhaf sonuç, fizik kanunları tarafından
tümüyle mümkün kılınmaktadır. Gerçekten dikkat çekici olan şey, zamanın
akışındaki bu farklılığın, seyahat eden ikizin Dünya’nın geleceğine seyahat
etmiş olması anlamına gelmesidir. Uzaydaki seyahatlerinizden döndüğünüzde,
Dünya’da, sizin açınızdan geçen zamandan çok daha fazla zaman geçtiğini
görürsünüz. Dolayısıyla gerçekten de zaman içinde seyahat edebileceğimiz ve
bazı insanların bunu zaten yapmış oldukları sonucuna varabiliriz. Gelgelelim
geleceğe yapılan bu seyahat nispeten kolaydır. Asıl zor olduğu anlaşılan şey
geçmişe seyahattir. Bu güçlükleri aşabilecek miyiz? Bunu ancak zaman
söyleyecek.
ZAMANDA YOLCULUK MÜMKÜN MÜ?
Geçtiğimiz haftalarda, İran’da “zaman makinesi” icat ettiğini iddia eden bir
teknikerin dünya basınında geniş yer bulması üzerine çeşitli mecralarda,
zaman yolculuğu konusundaki tartışmalar tekrar alevlendi. Çekiciliği
oranında arzulanan bir mesele olan zamanda yolculuk, insanların gündemini
işgal edecek gibi. Peki, üzerinde bu kadar dikkat toplayan zamanda yolculuk
meselesi nedir, hakikaten zamanda ileri veya geri gitmek mümkün müdür?
— Haydar Şahin – İstanbul Üniversitesi Bilimsel ve Sosyal Araştırmalar
Kulübü —
Bir dönemin bilimkurgu romanlarına ve filmlerine fazlaca konu olmuş bir
başlık hakkında fikrimiz kadar yargılarımız da olacaktır. Çoğunlukla zamanda
yolculuk denildiğinde aklımıza “Geleceğe Dönüş” filminden Dr. Brown’un
arabası ve süper teknolojik araçlar gelir. Ancak, zaman kavramını doğru bir
şekilde algılamadığımız sürece, konu üzerine söylenecek sözlerin bir anlamı
kalmayacaktır. “Zaman nedir, geçmiş ve gelecek şimdi kadar gerçek midir,
bugünle geleceğin bağlantısı nedir, zamanda sıçramalar mümkün müdür” gibi
birtakım sorular konumuzun temelinde bulunuyor ve yazımız bunun üzerine
şekillenecek.
Geçtiğimiz haftalarda, İran’da “zaman makinesi” icat ettiğini iddia eden bir
teknikerin dünya basınında geniş yer bulması üzerine çeşitli mecralarda,
zaman yolculuğu konusundaki tartışmalar tekrar alevlendi. Ancak konunun
medya kuruluşları tarafından bilimsel bir analizden çok flaş haber şeklinde
sunulması, insanlığın arayışlarını artırmanın ötesinde törpüleyici bir durum
yaratacağa benziyor. Çekiciliği oranında arzulanan bir mesele olan zamanda
yolculuk, insanların gündemini işgal edecek gibi. Peki, üzerinde bu kadar
dikkat toplayan zamanda yolculuk meselesi nedir, hakikaten zamanda ileri
veya geri gitmek mümkün müdür?
Bilim insanlarının yaptığı araştırmalara göre, zamanda ileriye gitmek teorik
olarak mümkün. Yirminci yüzyılın başlarında Einstein’ın yaptığı çalışmalar,
bilim dünyasında büyük bir etki yaratmıştı. Einstein’ın çalışması, madde ile
enerji arasında bir bağ olduğunu söylüyordu. E=mc² formülü, fizikte yeni bir
dönemin başlayacağının haberini veriyordu. Bu formüle göre bir kilogramlık
bir kütleyi, boşluktaki ışığın hızının karesi kadar hızlara çıkardığımızda
taşıdığı enerji açığa çıkacaktır. Yani enerji ile madde arasında bir dönüşüm
söz konusuydu. Hızlı ve büyük buluşların yapıldığı 20. yüzyılın başları,
birbirini destekleyen bilimsel üretimlere sahne oluyordu. Her yeni buluş
Einstein’ın düşüncelerini ötelemiyor, aksine tüm düşünceleriyle uyuşuyordu.
Bu buluşlar, elbette ortaya atıldığı günlerde büyük kuşkularla karşılansa da
bugün genel kabul görmüş teoriler. Bilim aksini ispat etmediği sürece, bilim
insanları bu kuramların kabulü üzerinden üretimlerini sürdürüyorlar.
Zaman?
Zaman kavramını doğru algılamadığımız sürece zamanda yolculuğu da
anlayamayacağımızı söylemiştik. Ünlü fizikçilerden atom bilimci ve zaman
kaydedici Steve Jefferts, bir söyleşisinde şöyle diyor: “Bence hepimiz doğal
bir şekilde zamanı anladığımızı düşünürüz. Zaman akar, geçer, yaşlanırız,
dün olanlar bugün olmuyordur ve benzeri şeyler… Ancak ister zaman üzerine
çalışan fizikçiler olalım, ister yaşamımızdan memnun olan insanlar olalım,
hiçbirimizin zamanı gerçekten doğru bir şekilde anladığını düşünmüyorum.”
Kuşkusuz, Jefferts’in böyle düşünmesinin önemli sebeplerinden birisi, zaman
konusunda yeterince birikimin olmaması. Atlanmaması gereken bir nokta ise
zamanın tüm insanlar için aynı şeyi ifade etmeyeceği, yani zamanın kişiye
özel olması. Zaman, hızımıza ve tabi olduğumuz yer çekimine bağlı olarak
değişiyor. Einstein’in ortaya koyduğu bu düşünce, zamanın üç mekan boyutuna
ek olarak dördüncü boyut olmasıyla uyumluluk gösteriyordu. Zaman dördüncü
boyuttu ve mekan boyutlarıyla arasında bir örüntü vardı. Einstein
yerçekiminin zaman ve mekan boyutlarına etkisini araştırdı ve zaman-mekan
boyutlarının eğimli olduğunu kanıtladı. Evrende eğimler varsa zamanda
yolculuk da mümkün olabilmeliydi.
Zamanda Geleceğe Yolculuk
California Teknoloji Enstitüsü’nden Sean Carroll, “Zaman ilerledikçe gelecek
gerçek olmaz, gelecek tıpkı geçmiş ve şu an gibi var olmaktadır. Gelecekte
ne olacağını zaman ilerledikçe görürüz fakat o, yaşanan anda gerçek olmaz.
Geçmiş, gerçek olan değildir. O nedenle kural olarak geçmiş ve geleceğin
tıpkı şu an gibi var olduğuna inanırız” diyor. Gelecek, doğrusal bir yolda
ilerleyen mevki değil, şu an gibi gerçek olandır. Fizikçiler geleceğe
yolculuk konusunda yürüttükleri kuramsal çalışmalar sonrasında geleceğe
ulaşmanın mümkün olduğunu söylüyorlar; ancak, gerekli teknolojiyle. Kuramsal
olarak mümkün olsa da geleceğe yolculuk için gerekli olan teknolojiyi
üretmek, dahası gereken enerjiyi bulabilmek şu an için mümkün değil. Ancak
istediğimiz ölçeklerde olmasa da zamanda ileriye yolculuk konusunda
verilebilecek kimi örnekler mevcut.
Güncel olarak kullanabildiğimiz teknoloji sayesinde ışık hızını kesin bir
şekilde saptayabiliyoruz. Yapılan deneyler sonucunda, ışığın boşlukta
saniyede ortalama 300 bin kilometre yol aldığını biliyoruz. Işık evrende en
hızlı hareket eden olgudur ve ışık hızıyla hareket etmek ışığa özgüdür.
Ancak ışık hızına yakın hızlarla hareket etmek mümkün. Bunun en iyi örneği
İsviçre’de yürütülen CERN deneyi. CERN’de LHC adındaki hızlandırıcıda
protonlar elektromıknatıslar sayesinde çok yüksek hızlara çıkarılıyor.
Einstein formüllerine göre, ışık hızına yaklaştıkça maddenin kütlesi artıyor
ve zaman o madde için daralıyor. Buradan bir çıkarsama ile CERN’de çok
yüksek hızlarda çarpıştırılan protonların parçalanma sürelerinde bir
değişiklik söz konusu olacaktır. CERN’de çarpıştırma sonrası yapılan
analizler, bu çıkarsama ile uyumluluk göstermektedir. Örneğin, “Pi meson”
adındaki parçacıklar, normal koşullarda saniyenin tam 25 milyarda biri
aralığında parçalanırlar. Ama ışık hızına yaklaştıklarında, 30 kat daha
fazla dayanırlar. Bu parçacıklar, gerçek zaman yolcularıdır.
Bilgisayar teknolojisinin ilerlemesi sayesinde çok hassas ölçümler yapmak
mümkün hale geldi. Artık 16 haneli saatler ile zamanda hassas ölçümler
yapabiliyoruz. Dünya’dan ortalama 20 bin km. yükseklikteki yörüngede dönen
uydular, saatte 20 bin km. ile 200 bin km. arasında değişkenlik gösteren
hızlarla hareket ediyor. Dünyanın yerçekiminin çok az etkidiği bu uydularda,
zamanda ileriye yolculuğun bir başka örneğini görüyoruz. Zaman bulunduğunuz
yere göre, yani, size etkiyen yerçekimi kuvvetine göre değişkenlik
gösteriyor. Örneğin, uzayda bulunma rekoru elinde olan Sergei Krikalev,
toplamda 803 gününü uzay istasyonunda geçirmiştir. 803 gün boyunca ortalama
272 bin kilometre hızla hareket eden Krikalev, saniyenin kırk sekizde biri
kadar zamanda yolculuk yapmıştır.
Bu iki örnekte de görebileceğimiz gibi, zamanda ileriye yolculuk sadece
kuramsal değil, kimi örneklerle gözlemlenebiliyor. Bir zaman makinesi ile
yola çıkıp 2113 yılına ulaşabilmemiz için, gerekli olan teknolojiyi
üretmemiz gerekiyor. Şu an için henüz erken olsa da bilimin ilerleyişiyle
bir gün mümkün olabilir.
Zamanda Geçmişe Yolculuk
Zamanda geleceğe yolculuktan daha gizemli duran geçmişe yolculuk hakkında,
ne yazık ki henüz net bilgilerle hareket etmek mümkün değil. Ancak bilim
insanlarının öngörüleri ile yaptıkları kimi çalışmalar ve çıkarsamalar
mevcut. Her ne kadar gizemlerini korusalar da bunlardan tutarlı olan ikisi,
geçmişe yolculuk için kullanabileceğimizi düşündüğümüz karadelikler ve
solucandelikleri.
Karadelikler, çok büyük çekim kuvvetleri sayesinde yakınlarında olan her
şeyi, ışık dahi, çekip yutan karanlık cisimlerdir. Karadelikler evrene
yayılmış bir şekilde bulunurlar ve çok ağırdırlar. Bilim insanları
-ağırlığından kaynaklı- karadeliklerin, uzayzamanı diğer gök cisimlerinden
çok daha fazla bükebileceğini düşünüyorlar. Eğer büyük bir karadelik
yaratabilir ve bükülen zaman döngüsünden çıkabilirsek, zamanda geçmişe
yolculuk etmiş olabiliriz. Bu teorik olarak kulağa hoş gelse de şu an için
ne böyle bir karadelik yaratmak mümkün ne de karadelikten sağ çıkabilmek.
Geçmişe yolculuk için bir başka teori ise solucandelikleri.
Solucandeliklerinin olduğuna dair herhangi bir kanıt olmasa da varlığına
dair ciddi bulgular mevcut. Solucandelikleri tanımı, elma kurtları ile
yapılan bir analojiden gelir. Yani elma kurtları elmanın etrafını dolanmaz
ve elmanın bir ucundan girer diğer ucundan çıkar. Solucandeliklerinin de iki
alan -başka bir tanımlamayla iki evren- arasında bir bağlantı kurduğu
düşünülüyor. Eğer solucandeliğinin bir ucundan girersek, başka bir evrene ya
da zamana çıkmamız mümkün olabilir. Ancak şu an için ne solucandeliklerinin
var olduğuna dair elimizde kanıtlar yok, bunun mümkün olabileceğine dair
teorik bulgular da.
Bir zaman makinesi yapıp yolculuk yapmak mümkün görünmese de kimi zaman
yolcuları var. Örneğin güneşten yola çıkan ışıkların dünyaya ulaşması 8
dakika sürüyor. Yani güneşe baktığımızda, güneşin 8 dakika önceki halini
görüyoruz. Ya da bizden kilometrelerce uzaklıkta olan bir yıldızın yıllar
önceki görüntüsünü görüyoruz. Dolayısıyla güneşin ya da gökyüzünde
gördüğümüz yıldızın geçmişini görmüş oluyoruz.
Toparlayacak olursak, zamanda yolculuk, yıllardır insanların merakla baktığı
ve arzuladığı bir konu olma özelliğini koruyor. Anlaşılacağı üzere, ne
gereken kuramsal çalışmalar yeterince ilerlemiş durumda ne de bizi yolculuk
ettirecek teknolojik gelişime ulaşabildik. Ancak bilim, yığılarak yoluna
devam ediyor. Yeni kuramlar kimi zaman eski düşünce kalıplarını yıkarak kimi
zaman da bir öncekini destekleyerek çıkıyor. Şu an için zamanda yolculuk
mümkün değil desek de belki daha iyi bir dünyada mümkün olabilir. Belki bir
gün biri gelecekten gelip bize o müjdeli haberi verecektir.
(Yeni Yazılar, Mayıs 2013)
Giriş Sayfası -
Anasayfa
|
|